Stalin Dosyası 3- SSCB Stalin zamanında “tek ülke” oldu

0

Bu yazı Kasım 2016’da yayımlanmaya başlayan Stalin Dosyası’nın parçası olarak Şubat 2017 Komünist KöZ gazetesinde yayımlanmıştır.

Ekim Devrimi’nin kazanımlarının çeşitli yönleri hakkında, bunların ne zaman, nasıl kaybedildiği hakkında pek çok tartışma oldu. Özellikle SSCB’nin çözülüşüyle birlikte, aynı geleneği paylaşsalar da paylaşmasalar da, bambaşka programatik temellerden hareket etmiş olsalar da dünyanın her köşesinde birçok devrimci, bu gelişmenin aslında tek ülkede sosyalizm ütopyasının çeşitli türlerinin (yahut daha temkinli olanların ifadesiyle “sosyalizm denemesi/girişimi”nin) iflası ya da yenilgisi olduğunu haklı olarak saptadı. Ne var ki bu saptamalarda ve tartışmalarda daha çok “sosyalizm” boyutu ve buna ilişkin tartışmalar öne çıktı. Zira bu tartışmaların yapıldığı dönem aynı zamanda tasfiyeciliğin damga vurduğu ve sosyalizmden vazgeçmenin ve tövbekârlığın revaçta olduğu bir dönemdi. Ulus devletin tarihe karıştığı tespitlerinin gölgesinde ulusal kurtuluş mücadelelerinin terk edildiği, küreselleşme adı altında artık sınırların ortadan kalktığına dair efsanelerin üretildiği bir iklimde SSCB’nin ne zaman ve nasıl en önemli ayırt edici özelliklerinden birini kaybettiği üzerinde fazla durulmadı. Yani ulusal devlet niteliği taşımaması ve tek bir ulus devlet olmayışı konusu ile bu niteliklerini kaybedişiyle pek ilgilenilmedi. Oysa dağılan SSCB’nin yerine bir dizi irili ufaklı ulusal devlet kurulduğu gibi, Yugoslavya’da da benzer bir gelişme olmuş Çekoslovakya da iki ayrı ulusal devlete bölünmüştü. Başlangıçta bir ulusal devlet niteliği taşımayan SSCB bağımsız Sovyet cumhuriyetlerinin özgür birliği olarak kurulurken Stalin Milliyetler Halk Komiseri idi. Stalin SSCB adeta federal bir cumhuriyet olan ABD’ye benzer tek bir devlet (tek bir millet!) gibi kabul edilerek Birleşmiş Milletlere dâhil olurken de SSCB’nin başındaki “tek adam”- dı. Hatta Stalin ile Lenin arasında cereyan eden muhtelif fikir ayrılıklarının en önemlilerinden biri ve en sonuncusu da tastamam bu konu etrafında şekillenmişti.

O nedenle bir Stalin dosyası hazırlanırken, Stalin’in biyografisi ele alınırken kuşkusuz en önemli konulardan biri de bu sorun etrafındaki gelişmeler olsa gerektir. Önce yıkılan “Uluslar hapishanesinin “ yerine geçen devletin nasıl şekillendiğini hatırlayarak başlamak gerekir.

“Uluslar Hapishanesi”nin Yerine Kurulan Devlet Nasıl Şekillendi ?

1917 yılının 8 Mart günü patlak veren ayaklanmanın ardından Çar Nikola’nın tahtından feragat etmesiyle doğan boşlukta bir ikili iktidar doğdu. Henüz iktidarın kimin elinde olduğu tam olarak belli olmadığı ikili iktidar döneminin ardından, bir yıla varmadan, emperyalist devletlerin dört bir yandan kuşattığı muazzam Rusya topraklarının merkezinde bütün iktidar Sovyetlerin eline geçmişti. Ama Çarlık Rusya’sının egemenliği altında bulunan toprakların tamamında iktidarın Sovyetlerin eline geçmesi için arada bir iç savaşın yaşanacağı uzunca bir süre gerekecekti.

Ekim Devrimi’yle Rusya’da proleter devrimin zaferi ilan edildiğinde, kurulan yeni devletin neye benzeyeceği ilk Sovyetlerin ortaya çıktığı mart ayından beri biliniyordu. Yasama-yürütme kuvvetleriyle tüm iktidarın Sovyetlerin elinde toplandığı bir cumhuriyet olacaktı proletarya diktatörlüğü. Ama adı ve sınırlarının nereye kadar uzanacağı belli değildi.

Bu genç proletarya devletinin ismi ilk kez Ocak 1918’de kondu.
Tüm Rusya Sovyetleri Üçüncü Kongresi’nde, “ Rusya Cumhuriyeti’nin Federal Kurumları Hakkında “ bir karar benimsendi. Karar taslağını sunan Milliyetler Halk Komiseri Stalin’di. Bu kararda:
“Rusya Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti, Rusya halklarının gönüllü birliği temelinde, bu halkların Sovyet cumhuriyetlerinin bir federasyonu olarak kurulmuştur.” (bkz. E.H. Car, Bolşevik Devrimi, s.121, Metis Yayınları)

Aynı yılın yazında (Temmuz 1918) yine Tüm Rusya Sovyetlerinin Kongresi’nde benimsenen anayasa metniyle, “Rusya Sosyalist Federatif Sovyetler Cumhuriyeti”ilan edildi. Bu federasyon henüz Rus çarlığının topraklarının tümünü kapsamıyordu; hatta iç savaş sırasında bu devletin fiili egemenlik alanı zaman zaman daralarak eski Moskova prensliği sınırlarına kadar indi.

İç savaşın sona erdiği 1920 yılı biterken, eski Çarlık Rusya’sı topraklarının siyasal coğrafyasının şekillenmesi de netleşmekteydi. Polonya’nın savaşın başında çarlık egemenliği altında olan bölümü, Finlandiya, Estonya, Lituanya, Letonya, Besarabya, Moldova, Kars-Ardahan artık bu sınırların dışındaydı. Bu gelişme Bolşeviklerin ayrılma hakkını içerme vurgusuyla savundukları, ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesine içtenlikle sahip çıkışlarının çarpıcı bir ifadesiydi.

Bu tarihte RSFSC, geri kalan toprakların yüzde 92’sini, nüfusun yüzde 70’ini kaplayan yirmiye yakın federe veya özerk cumhuriyeti içeriyordu. Ama UKKTH’nın sadece ayrılmayla sonuçlanmayacağı da bu süreçte görüldü.

1923 yılının sonuna kadar uzanan süreçte, RSFSC peyderpey 1918’de Türkistan’ın, 1919’da Başkırdistan’ın 1920’de Tataristan’ın, 1921’de Dağıstan’ın Karelya ve Yakutistan’ın, 1923’te birer özerk Cumhuriyet olarak katılmasıyla genişledi. Ama bunların yanı sıra, Ukrayna Sosyalist Sovyet Cumhuriyeti (Aralık 1919), Beyaz Rusya Sosyalist Sovyet Cumhuriyeti (Ocak 1921), Ermenistan Sosyalist Sovyet Cumhuriyeti (Aralık 1920), Gürcistan Sosyalist Sovyet Cumhuriyeti (Şubat 1921), Azerbaycan Sosyalist Sovyet Cumhuriyeti (Eylül 1920) peş peşe kurulmuştu. Ermenistan, Azerbaycan ve Gürcistan Sovyet cumhuriyetleri, 1922’de Transkafkasya Sosyalist Federatif Sovyet Cumhuriyetini (TSFSC) oluşturdular. Daha sonra bazı özerk Cumhuriyetler, somut olarak Türkmenistan ve Özbekistan RSFSC’den ayrılırken başkaları da özerk Cumhuriyet olarak bu federasyona katılacaktı. Sovyet cumhuriyetlerinin var olan” burjuva üniter veya federal cumhuriyetlerinden ayrıldığı başlıca yanlardan biri bu dinamik gelişmelere açık yapısıydı.

Bu nedenle de RSFSC ile diğer Sovyet cumhuriyetlerinin akıbetlerinin ne olacağı kâğıt üstünde çerçevesi çizilmiş ve belirlenmiş değildi. Bu durum bilhassa iç savaşın sona ermesiyle birlikte ve emperyalistlerin bu sefer bağımsız ve Bolşeviklerin çoğunlukta olmadığı cumhuriyetlere “kanca atmasıyla” birlikte Bolşevikler arasında ciddi tartışmalara neden oldu. Bilhassa Kafkasya’daki cumhuriyetlerin ve bunun merkezinde olan Menşeviklerin egemen olduğu hatta RSFSC’nin tanımadığı Milletler Cemiyeti’ne katılma başvurusu yapan Gürcistan Sovyet Cumhuriyetinin akıbeti en ciddi tartışmaların odağındaydı.

Oysa daha önce Ekim Devrimi’nin hemen peşinden Aralık 1917’de Finlandiya’nın bağımsız bir cumhuriyet olarak Rusya’dan ayrılması böyle bir tartışmaya konu olmuş değildi ve RSFSC, Ocak 1918’de bağımsız Finlandiya Cumhuriyetini tanıdığını ilan etmekte tereddüt etmemişti.

Bu tartışma Lenin’in hayatındaki son tartışması oldu, aynı zamanda Lenin ile Ulusal Sorun Halk Komiseri Stalin’in son kez karşı karşıya geldikleri bir dönemeç oldu.

Milliyetler Halk Komiseri olan Stalin kuruluşunda Rusya Federasyonu’na dâhil olmayan, ama iç savaş süreci içinde birer Sovyet cumhuriyeti olarak ortaya çıkan Rus İmparatorluğu bileşenlerinin, Rusya federasyonuna katılmasını savunuyordu. Lenin ise buna karşı çıkarak, Çarlık Rusya’sı topraklarında beliren Sovyet cumhuriyetlerinin Rusya Federasyonu’yla (RSFSC) aynı statüde ve ayrılma hakkına sahip Sovyet cumhuriyetleri olarak bir birlik oluşturmalarını önermekteydi. Bu birliğin adının da Avrupa-Asya Sovyet Cumhuriyetleri Birliği olmasını savunuyordu. Birlik başkanlığının da dönüşümlü olarak Rus, Gürcü, Ukraynalılardan vb. oluşmasını önermişti. Stalin ise bu devletlerin RSFSC’ye katılmasından yanaydı. Üstelik Stalin bu görüşü savunan tek Bolşevik değildi. Kafkasyalı Bolşeviklerin önde gelen temsilcilerinden olan Gürcü asıllı Orjonokidze gibi aslen Polonya asıllı olan Djerzinski de bu görüşü savunanlardandı. Hatta sonradan Troçki ile birlikte Sol Muhalefet’e katılacak olan pek çok Bolşevik de merkeziyetçi bir yapıdan yana idiler. O nedenle bilhassa Kızıl Ordu’nun olumsuz sonuçlanan Polonya’ya müdahalesinden itibaren bu yönelişe karşı bir tutum benimseyen Lenin büyük ölçüde yalnızlaşmış durumdaydı. Troçki’ye bu konuda kendisini desteklemesi için yaptığı çağrı da karşılıksız kalmıştı.

Bu görüş ayrılığı Lenin’in 1956’da gün ışığına çıkan son mektuplarında yer alan ama ölümünden beri Bolşevik Parti Merkez Komitesine iletilmiş olan Gürcistan ve özerklik meselesi hakkında Stalin’e yönelik eleştirisine yansıyan ayrılıktır. Bu mektupta Stalin’den “kaba Rus milliyetçisi Gürcü” diye söz etmesi bilhassa Troçkistlerin en çok istismar ettiği sözlerdendir.

Troçkistler ve pek çok akademisyen bu sözleri Stalin karşıtlığının bir dayanağı olarak kullanmayı tercih ederler. Oysa bu tutum sorunun çok daha derin ve önemli bir sorun olduğunun üzerini örten bir tutumdur. Zira Lenin daha Stalin ve Orjonokidze ile ilgili bu somut sorun ortada yokken 1920’deki 9. Parti kongresinde “Bazı komünistlerin üzerindeki cilayı kazırsanız altından büyük Rus şovenlerinin çıktığını görürsünüz.” demişti.

Demek ki Bolşevikler arasında adını anmaya değecek kadar revaçta bir eğilimdi bu ve Stalin’e atfen kullanmak asıl bu gerçeğin üzerini örtmektedir.

1922 Aralık ayının 30’unda Tüm Rusya Sovyetlerinin Kongresi, Rusya Federasyonu, Transkafkasya Federasyonu, Ukrayna ve Beyaz Rusya Cumhuriyetlerinin birleşerek Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ni oluşturmasına karar verdi. SSCB anayasasının resmen aynı Sovyetler Kongresi tarafından onaylanması ise Lenin’in ölümünden sonrasına (31 Ocak 1924) kaldı. Bu bakımdan Lenin ile Stalin, Orjonokidze ve Djerzinski vb. arasındaki tartışma bu Sovyetler Kongresi’nin kararının alınmasından sonra ve bu kararın resmen anayasa metni haline gelmesinden az öncesine rastlar ve uygulanması aşamasında ortaya çıkan gelişmelerle ilgilidir. Bilhassa zaman zaman Stalin karşıtlarının dile getirdikleri Stalin ile Krupskaya arasındaki nahoş hadise de dolaylı olarak bu konuyla ilgilidir. Son günlerinde sağlık durumunun kötüye gitmemesi için Merkez Komitesi Lenin’e parti ve ülke hakkındaki gelişmelerin aktarılmamasına dair bir karar almıştı. Aynı kurulun Politbüro üyesi olan Krupskaya ise Gürcistan’daki gelişmeleri Lenin’e aktarmış ve bu meşhur son mektupların yazılmasına vesile olmuştu. Bu gelişme üzerine Stalin’in Krupskaya ile görüşerek neden MK kararını çiğnediğini sorarken kaba bir üslupla ve hoyratça davranmış olması da daha sonra bir başka ve daha kişisel bir son mektubun yazılmasına vesile olmuştu. (Bu mektuplar için Bkz. Lenin, “Son Yazılar Son Mektuplar” Ser yayınları vb.)

Lenin ile Stalin Arasında Yeni Devleti n Şekillenmesi Hakkında Görüş Ayrılığının Arka Planı

7 Kasım 1917’den Sovyet cumhuriyetleri Birliği’nin ilan edilmesine kadar gelişen süreç, sadece iç savaşın yarattığı sıkıntılara tanık olmadı. Proletarya diktatörlüğünün nasıl örgütleneceği ve eski Rusya topraklarının üzerinde nasıl bir coğrafya şekilleneceği konusundaki tartışmalar da bu sürecin önemli ve sancılı bir boyutu oluşturdu. Lenin’i son günlerinde meşgul eden sorunların başında proletarya diktatörlüğünün nasıl örgütleneceği konusu geliyordu. Hem dış ticaret tekeli hakkındaki tartışmalar, hem de Gürcistan sorunuyla ilgili “özerklik” tartışmaları bu bağlamdadır.

İç savaş Kızıl Ordu’nun zaferi ile sona ermekteyken Bolşeviklerin ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı anlayışının da büyük ölçüde katkısıyla Çarlık Rusya’sının en yoksul ve geri kalmış kesimlerindeki köylü ağırlıklı kesimlerinde bu yönde hareketler de gelişmekteydi. Beyaz ordulara karşı Çarlık Rusya’sının ezilen halkları giderek Kızıl Ordu saflarına geçiyor ve bağımsız Sovyet cumhuriyetleri kurmaya yöneliyorlardı. Bunların başında gelenlerden biri Kolçak ve Denikin komutasındaki ordulara karşı çok etkili bir mücadele yürüten Başkırtlardı. Başkurdistan da özerk bir Sovyet Sosyalist Cumhuriyet olarak RSSCF’ye ilk katılandı. Daha sonra bu yoldan başka özerk Sovyet cumhuriyetleri de federasyona dahil olacaktı.

Bu gelişme karşısında ve Beyaz Orduların bozguna uğramasıyla Britanya İmparatorluğu (Finlandiya’nın bağımsız bir cumhuriyet olarak tanınmasından da cesaret alarak) Kafkasya’da umarsız bir iç savaşta ısrar etmek yerine bağımsız cumhuriyet ilan etmiş olan Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan’ı destekliyordu. Ama iç savaşın nihai olarak sona ermesiyle İngiltere başka alanlarda olduğu gibi bu desteği çekti. (Bolşevizm’e karşı barikatın Kafkasya’da değil, Bolşeviklerin etkisinin nispeten zayıf olduğu Türkiye ve İran hattında kurulmasına yönelecekti.)

İngiltere de iç savaşta Beyaz Orduların hezimete uğramasının ve Karadeniz’deki filosunda 1919’da patlak veren bozguncu ayaklanma üzerine geri çekilen Fransa’nın peşinden Rusya da Bolşevizm’e karşı doğrudan bir müdahalede bulunmaktan vazgeçti.

Bunun ilk sonucu olarak emperyalizmin kuklası Gürcistan hükümetine karşı 1920’deki Bakü ayaklanmasıyla Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti doğdu. Menşeviklerin egemen olduğu Gürcistan hükümeti RSSCF’nin kendisini tanıması karşılığında Azerbaycan Sovyet Cumhuriyetini tanımaya razı oldu. Daha sonra Gürcistan da bağımsız bir Sovyet cumhuriyeti olacak ve bünyesinde Aphazya, Acaristan, Osetya gibi özerk bölgeler oluşacaktı. Menşeviklerin egemen olduğu bu Gürcistan Cumhuriyeti aynı zamanda Milletler Cemiyetine katılma kararı almıştı. İşte Stalin Orjonokidze ve başkalarının Gürcistan hükümeti üzerinde bazen kişisel şiddete varan müdahalelerde bulunmasına neden olan bu durumdu. Bolşeviklerin bir kısmı (belli ki çoğunluğu) tam kanlı bir iç savaş sona ermişken emperyalistlerin manipüle ettiği yeni bir Kronstadt deneyiminin gelişmesinden endişeliydi. Lenin ise bu tür konuların Finlandiya örneğinde olduğu gibi UKKTH çerçevesinde çözülmesinin daha uygun ve hayırlı olacağı kanaatine varmıştı ve herhangi bir biçimde ilhak algısı yaratacak tutumlardan Polonya macerasından itibaren uzak durma gerektiği kanısındaydı.

Ne var ki Stalin ile Lenin arasındaki bu son tartışma sadece Gürcistan ve özerklik meselesi çerçevesinde kalıp orada bitmedi. Gürcistan İngiltere’nin de teşviki ile Milletler Cemiyetine katılarak yeni Sovyet cumhuriyetleri Birliğinin dibinde bir Emperyalist barikatın parçası olma riskini gündeme getiriyordu. Oradaki Menşevik hükümetin temsilcilerine karşı bazı Bolşeviklerin hiddet ve şiddetle karşı çıkmasının ardında bu olgunun başlı başına bir rolü olduğu kesindir.

Ne var ki bu tartışmada Lenin’in sert eleştirilerine muhatap olan Stalin ve başka Bolşevikler Lenin’in ölümünden 12 yıl sonra SSCB’nin tek bir devlet olarak Milletler Cemiyetine üye olmasına karar verecek ve bu emperyalist ittifakın tarihe karışmasından sonra onun yerini alacak olan BM teşkilatının kurulmasına öncülük edenlerin arasında da SSCB ve bizzat Stalin olacaktı. Bu saptama bilhassa Lenin’in ölümünden sonraki gelişmelerin anlaşılmasında da önem taşıyan bir husustur.

SSCB Bir Ulusal Devlet Olmadığı Gibi Ulusal Devletlerin Federasyonu da Değildi

SSCB, esas olarak Lenin’in önerisinin ne yazık ki o artık hayatta değilken resmen benimsenmesiyle kuruldu. Bu SSCB dünya devriminin ilk mevzisiydi ve her şeyden önce ulusal bir devlet olmayışıyla ayırt edilmekteydi. Öyle ki, federasyon ismi taşıdığı zaman bile üniter veya federal biçimde örgütlenmiş ulusal burjuva devletlerinden kökten farklı bir nitelik taşıyordu. Zira İsviçre Konfederasyonunun özgün yapısı bir istisna olarak ayrı tutulursa, federal burjuva cumhuriyetleri tek bir ulusal devletin idari bakımdan federal örgütlenmesini ifade ederken, tek tek Rusya Federasyonu, Transkafkasya Federasyonu da, Moğolistan da bunları kapsayan SSCB de dünyadaki ister üniter ister federal tüm devletlerden farklı ve yeni bir niteliği ifade ediyordu. Ayrı ve ayrılma hakkına sahip cumhuriyetlerin özgürce katıldığı özgün ve yeni bir birliği oluşturmaktaydı. Özcesi bir “uluslar hapishanesi” diye anılan Çarlık Rusya’sı, tek bir devlet iken, birkaç ayrı devlete ve Sovyet cumhuriyetlerinin özgür birliği biçiminde yeni tipte bir oluşuma hayat vermişti.

Kimileri bu özgünlüğün “Uluslar hapishanesi” diye de anılan Rusya İmparatorluğunun özgün niteliğinden ileri geldiğini savunarak başka ülkelerde Sovyet cumhuriyetlerinin bu birlikten ayrı bağımsız devletler olması gerektiği hakkındaki revizyonist tezi kabul ettirmeye yarayan bir demagojiye başvururlar. Oysa Sovyet Cumhuriyetleri Birliği şeklindeki bu oluşumun Rusya’nın özgüllüğü ile ilişkili olduğu doğru değildir. Çünkü daha SSCB oluşmadan önce, iç savaşın kaderi henüz belli değilken ve SSCB’nin bileşenlerinin hangileri olacağı henüz Komünist Enternasyonal İkinci Kongresi’nde benimsenen tüzüğün amaç maddesinde tarif edilen hedef de buydu.

“Bu hedef: Kapitalizmi yıkmak, sınıfların tamamen ortadan kaldırılmasının ve komünist toplumun ilk evresi olan sosyalizmin gerçekleşmesinin önünü açacak olan proletarya diktatörlüğüyle, bir uluslararası Sovyetler cumhuriyeti kurmaktır.” (Lenin Döneminde Komünist Enternasyonal, c. 1, s. 127, MAYA yayınları)

Bu açıdan bakıldığında bu uluslararası Sovyetler cumhuriyeti şu ya da bu biçimde örgütlenmiş bir federal devletten ziyade, Milletler Cemiyeti, Birleşmiş Milletler, Avrupa Topluluğu gibi örgütlere alternatif bir yapı olarak ele alınmalıydı.

Birinci Paylaşım Savaşı’nın ardından ayrı devletlerin uluslararası plandaki birlik girişimlerinin tek örneği Sovyet cumhuriyetleri Birliği değildi. Galip devletlerin girişimiyle başlayıp genişleyen Milletler Cemiyeti de, burjuva devletlerin uluslararası örgütlenmesi anlamında bir girişimdi. Komünist Enternasyonal’in Birinci Kongresi bu oluşumu şu sözlerle tanımladı:

“…Milletler Cemiyeti basit bir biçimde işçilerin devrimini bastırmak için kapitalistler arasında bir kutsal ittifak rolünü üstlenecektir yahut teorik olarak üstlenmek zorundadır. Milletler Cemiyeti’nin kurulması işçi sınıfının devrimci bilincini bulandırmak için en iyi yoldur. Devrimci İşçi Cumhuriyetlerinin Enternasyonali şiarının yerine, proletaryayla burjuva sınıfların koalisyonuyla ulaşılacak sözde demokrasilerin uluslararası birliği önerilmektedir.

Milletler Cemiyeti, uluslararası sermayenin emriyle sosyalist hainlerin proletaryanın güçlerini bölüp emperyalist karşı devrimi hızlandırmakta kullandıkları bir sahte tedavidir.” (Antant Ülkelerinin Politikası ve Uluslararası Durum Hakkında Tezler, Lenin Döneminde Komünist Enternasyonal, c.1, s. 95, MAYA Kitapları 2)

Besbelli ki Milletler Cemiyeti ve Sovyet Cumhuriyetleri Birliği hedefleri de olguları da biriyle bağdaşması mümkün olmayan aksine birbirlerinin alternatifi oluşumlar olarak şekillendi. Bu nedenle, SSCB ilk şekillenişinden itibaren “Avrupa’nın milyonlarca emekçisini çarmıha germeye uğraşan bir soyguncular birliği” diye tanımladığı Milletler Cemiyeti’ne katılmayı tartışmadı bile. Hatta bu bir yana Komünist Enternasyonal’e Katılmanın 21 Koşulu’ndan altıncısı, Milletler Cemiyeti’nin bu niteliğinin teşhirini şart koşmaktaydı (Bkz. Lenin Döneminde Komünist Enternasyonal, c.1, s. 101, MAYA Kitapları 2)

Bu nedenle diğer dünya devletleriyle genç proletarya diktatörlüğünün ilişkileri yerleşik uluslararası hukuk çerçevesini ve alışkanlıklarını sık sık zorlayan bir nitelik taşıdı. Burjuva devletleri RSFSC’yi de SSCB’yi de öyle olmadıkları halde, tek bir devlet gibi, örneğin ABD gibi mütalaa etmek isterlerken Sovyet cumhuriyetleri, hiç değilse başlangıçta buna itiraz etti. Ama SSCB’nin emperyalist devletlerin bu yöndeki basıncına karşı direnci uzun sürmedi.

SSCB “Tek Devlet “ Olurken Tek Tek Ülkelerde “SSCB Tipi Sosyalizm” Modelleri Doğdu

Kuruluşunun onuncu yılında SSCB bir devletler topluluğu oluşunu fiilen örtbas ederek adeta herhangi bir federal devletmiş gibi mütalaa edilmeye razı oldu. 1934 yılında Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği, Komünist Enternasyonal’in “soyguncular çetesi” dediği Milletler Cemiyeti’ne tek oy sahibi olarak katıldı. Ne Komünist Enternasyonal saflarından kimsenin aklına 21 Koşul’un altıncısını hatırlatmak geldi ne de birliğin bileşenlerinden bu duruma itiraz eden oldu.

1943 yılında, Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi Prezidyumu, “Komünistler hiç bir zaman gününü doldurmuş örgütsel biçimlerin ayakta tutulmasından yana olmadılar.” (Bkz. Üçüncü Enternasyonal Belgeler, Belge Y., s. 284) diyerek, Komünist Enternasyonal’in tasfiye edilmesini önerdiği zaman da örgüt içinden buna itiraz gelmedi. Tüzüğünün amaç maddesindeki “Uluslararası Sovyet Cumhuriyetleri Birliği” hedefine henüz ulaşılmamış olduğuna göre, bu örgütün “gününü doldurmuş olması” ne anlama gelebilirdi? Besbelli ki bu hedeften vazgeçilmişti; o zaman da elbette bu örgüte ihtiyaç yoktu, bilakis ayak bağı olurdu. Zaten söz konusu karar metni de “Komünist Enternasyonal’in “ “ulusal işçi partilerinin daha fazla güçlenmesinin önünde bir engel haline geldiğini” açıkça söyledi. (aynı yerde s.283)

Bu “öneri”nin kabul edilmesinin ardından, birçok ülkede “iyice güçlenen” bazı “ulusal işçi partileri” siyasal iktidarı ellerine geçirmeyi başardılar. Doğu Avrupa’da, Çin’de vs. iktidarı alan bu partilerin hiçbiri, Sovyet Cumhuriyetleri Birliğine katılma konusunda, vaktiyle bir Başkırt Cumhuriyetinin olduğu kadar bile istekli olmadı.

Komünist Enternasyonal ile birlikte onun amaç maddesinde söylenen Sovyet Cumhuriyetleri Birliği hedefi de ortadan kalkmış gibiydi. Bu ülkelerde iktidarı alan partiler bir Sovyet Cumhuriyetleri birliğinin çatısı altında birleşmek yerine ayrı ayrı ama SSCB’nin çıkarları söz konusu olduğunda kendi ulusal çıkarlarından fedakârlık etmeye” indirgenen “enternasyonal dayanışmayı asla ihmal etmeden (!)” “kendi sosyalizmlerini” kurmaya koyuldular.

Bu devletlerin her biri zamanla örnek aldıkları ve yolundan gittikleri modelle aynı kaderde buluştu. Ne var ki, paylaşım savaşı sonrasında Polonya, Macaristan, Çekoslovakya, Bulgaristan ve Romanya (herhalde henüz sosyalizm için olgunlaşmış olarak kabul edilmedikleri için) “Halk Demokrasileri “ olarak SSCB dışında kaldılar. Oysa savaşın başlangıcı kabul edilen dönemeçte Ribbentrop- Molotov Paktı denen saldırmazlık paktı imzalanırken üzerinde anlaşılan gizli protokole göre (bu protokol metni ancak 1989’da meydana çıktı) Estonya, Letonya ve Lituanya’nın yanı sıra Byelarusya’nın Finlandiya’nın ve Polonya’nın bir kısmı ilhak yoluyla SSCB’ye erkenden dâhil olmuştu. Stalin’in sağlığında SSCB Rusya imparatorluğunun eski sınırlarına (Finlandiya, Polonya ve Kars-Ardahan hariç) ulaşıncaya kadar genişledi, orada durdu.
Komünist Enternasyonal tasfiye edildikten sonra, bir Sovyet Cumhuriyetleri Birliği çatısı olmasa bile, bereket, ikinci paylaşım savaşının ardından kurulan ve “halk cumhuriyeti” olarak vaftiz edilen devletlerin SSCB ile buluşabildikleri yegâne platform Birleşmiş Milletler Teşkilatı oldu. Elhak, bir uluslararası Sovyet Cumhuriyetleri Birliği için çabalamayan söz konusu devletler bu kuruluşa girebilmek için elbirliği ile epeyi zorlu bir çaba gösterdiler.

Daha sonra bunlar Varşova Paktı adı altında bir askeri ittifak bir de COMECON adlı iktisadi işbirliği örgütlenmesi oluşturdu. Bunlar da NATO ve örneğin OECD’ye alternatif oluşumlardı. Ne var ki aynı süreçte ortaya çıkan Arnavutluk, Yugoslavya, Çin Halk Cumhuriyeti, Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti, Vietnam Sosyalist Cumhuriyeti ve Küba bunlardan hiçbirine dâhil olmadı.

Uluslararası Sovyet cumhuriyetleri için mücadeleye önderlik etmek üzere kurulmuş olan Komünist Enternasyonal’in tasfiye edilmesinden iki yıl sonra, SSCB Birleşmiş Milletlerin kurucularından biri oldu. Milletler Cemiyeti’nin devamı olan ve güya dünya barışını korumak iddiasıyla kurulup, hala bu dava uğruna “hizmet vermeye” devam eden bu emperyalist kuruluş yaratılırken; Milletler Cemiyetinin komünist alternatifi olarak kurulan Komünist Enternasyonal’in mirasçısı olma iddiasıyla birbiriyle yarışan ve çatışan akımlardan hiçbirisi Komünist Enternasyonal’e katılabilmek için gerekli koşullardan altıncısını hatırlamadı, hatırlatmadı:

“Kapitalizm devrimci yoldan yıkılmadıkça ne uluslararası hakem mahkemelerinin ne savaş silahlarının sınırlanmasına ilişkin anlaşmaların ne de Milletler Cemiyeti’nin “demokratik” tarzda düzeltilmesinin hiçbir zaman yeni emperyalist savaşları önleyemeyeceğini işçilere sistemli biçimde anlatmalıdır.”
Besbelli ki, Uluslararası Sovyet Cumhuriyetleri Birliği’nden geçerek sınıfsız sınırsız dünya toplumuna gitmeyi hedefleyen komünist devrim hareketinin de araçlarıyla birlikte gününün dolduğuna kanaat getirilmişti.

Lenin’in “Sovyet tipi devletin “son şeklini alması” birçok ülkenin işçi sınıfının ortak deneyimini gerektirir” derken kastettiği şey olmadı. Zaten bu hedef doğrultusundaki mücadeleye önderlik etmek üzere kurulmuş olan Komünist Enternasyonal de, SSCB’nin kuruluşuyla hemen hemen eş zamanlı bir biçimde, bu doğrultudaki iradeyi temsil eden bir örgüt olmaktan adım adım çıkarak, en sonunda varlığının gereksiz, hatta “mahsurlu” olduğuna kanaat getirip kendini tasfiye etti.

SSCB’nin önce bir cumhuriyetler birliği değil de, diğer devletler gibi bir devlet haline gelmesinde ve sosyalizm yoluna giren başka ülkelerin işçi sınıflarını da yola girmek durumunda bırakmasıyla başlayan tasfiye sürecinin en kritik dönemeçlerinin hemen hemen Komünist Enternasyonal’in tasfiye sürecinin kritik dönemeçleriyle el ele gitmesi de bir tesadüf değildir.

Paylaş