Bu yazının orijinali Kasım 2012 tarihli Ortadoğu ve Savaş broşürünün sunuş kısmı olarak yayınlanmıştır. Yazının birinci kısmına buradan ulaşabilirsiniz.
KöZ’ün siyaset sahnesine adım atmasından kısa bir süre sonra Afganistan’ın, sonra da Irak’ın işgali gündeme geldi. Güney Kürdistan’ın bağımsızlığı yahut özerkliği de esas olarak bu dönemde konuşulur oldu. Bu konulara dair KöZ; kendisini soldaki tüm akımlardan farklı kılarak, ayrım çizgilerini kalınlaştırdı. Bugün, Irak Savaşı’nın arifesini de hesaba katarsak, on yıl sonra aynı konuların gündeme geldiği bir dönemden geçiyoruz. Bu sefer emperyalistler Suriye’de bir rejim değişikliğini sağlamak için nasıl bir müdahalede bulunmak gerektiğini tartışıyoruz: Suriye Kürtlerinin bağımsızlığı ve özerkliği gündemin başköşesinde yer edinmiş durumda. Bu yüzden Ortadoğu’da içinden geçtiğimiz dönemde devrimcilerin görevlerinin ne olduğunu anlamak isteyenler öncelikle bu iki dönemi karşılaştırmalıdır. Benzerliklerden bahsedilen bu tartışmanın birinci kısmına buradan ulaşabilirsiniz. Şu an okuduğunuz ikinci kısmında ise farklılıklardan bahsedilecek.
2002’den 2013’e Ortadoğu’da Değişenler
Geride bıraktığımız on sene içerisinde kendini ısrarla hatırlatan inatçı gerçeklere işaret etmek, hem KöZ’ü diğer akımlardan ayırt eden farklılıkları belirgin kılmak hem de süre boyunca yapılmış öngörülerin sağlamasını yapmak açısından faydalıdır. Ancak sadece bu benzerliklere odaklanmak isçilerin ve ezilenlerin mücadelesinin içinde bulunduğu yeni koşulları anlamayı güçleştirecek, dolayısıyla da böyle bir tutumu benimseyenleri doktriner bir çizgiye sürükleyecektir. O bakımdan on yıl öncesiyle sonrasını kıyaslarken değişmeyen durumlar kadar değişen ilişkilere bakmak da gereklidir.
Batı Kürdistan’daki Devrim
Farklıklardan söz etmeye başlayınca elbette öncelikle Irak’ta ve Suriye’deki iktidar boşluğu sırasında Kürtlerin takındığı tutumu karşılaştırmak gerekir. Irak’taki kriz sırasında, Güney’de zaten 1991’den itibaren fiili bir özerkliğe sahip olan Kürtler yeni bir adım atmadı. Bu özerkliğin hukuki bir statü kazanabilmesi için ABD’nin de onayını alarak Irak’ta Şii ve Sünnilerle pazarlık masasına oturdu. Bugün Suriye’deki gelişmeler ise farklı bir mecrada seyretmektedir. Suriyeli Kürtler iktidar boşluğunu kendi bölgelerinde iktidara el koyarak doldurdular.
Batı Kürdistan’da Kürdistan bayrağını göndere çekilmesi bir ayrıntı değildir. Bilakis, tam da bu eylem Batı Kürdistan’da yaşananları ‘Arap Baharı’ diye adlandırılan isyan dalgasından ayırt etmektedir. Tunus’tan Mısır’a Arap coğrafyasındaki isyanlar, tüm kitleselliğine ve yaydığı sarsıcı enerjiye karşın emperyalistlerin güdümündeki hükümet değişikliklerinin ilerisine geçemedi. Başka bir deyişle, Doğu Avrupa ve Kafkas ülkelerindeki muhtelif renklerle anılan sözüm ona devrimlerle aynı kaderi paylaştı. Halbuki Suriye Kürtleri, emperyalistlerin güdümündeki bir hükümet değişikliği projesine yedeklenmek şöyle dursun tüm gerici güçlerden bağımsız yeni bir egemenlik alanı yaratarak yönetime el koymuştur. Çekilen bayrağın simgelediği şey budur. Bu yüzden de Batı Kürdistan’daki gelişmeler bir parçası olduğu Arap Baharı’yla değil yaklaşık 140 yıl önce gerçekleşmiş bir başka tarihsel eylemle, Paris Komünü’yle benzerlik göstermektedir. Bu nedenle de tereddütsüz bir şekilde devrim olarak anılmalıdır.
Venezuela’da albay eskisi Chavez’in Bolivarcı kent konseylerinde Sovyet iktidarı gören, Tahrir Meydanı’nda devrim arayan solun Suriye’deki gelişmelerin adını koyma konusundaki tutukluğu ibret vericidir. Sürekli devrim lafazanlığı yapan bu akımlar sahici bir devrimle karşı karşıya kaldıklarında yalpalayıp kurulu düzenden yana tutum takınmaktadırlar.
Gelişmelerin doğrultusu esas alındığında Batı Kürdistan’daki gelişmeler Güney’dekiyle aynı istikamette değildir. Zira bugünkü Suriye Kürdistanı’nın aksine Güney’de on yıl önce fili bir özerk yönetim mevcuttu. Savaş sonrasındaysa söz konusu özerklik biraz törpülenerek tescillenmiş oldu. Güney’de fiili özerklik kısıtlanarak bir federal devlet çatısı altına sıkıştırılırken, Batı’da hiçbir statüye sahip olmayan Kürtler bir devrim yaparak yönetime el koydular. Aslına bakılırsa bugün Batı Kürdistan’da hüküm süren durum daha çok yirmi yıl öncesine, yani ilk Irak Savaşı’nın ertesinde ortaya çıkan durumla karşılaştırılabilir. Hatırlanacağı üzere o zaman işgal koalisyonu hava bombardımanından sonra kara ordularıyla Bağdat’a doğru yürüyüşe geçince Güneyli Kürtler ayaklanmıştı. Ancak o zaman da bugün olduğu gibi bir Kürt devletinin kurulmasından endişe eden ABD, Saddam ile masaya oturma yolunu seçmişti. ABD’yle anlaşan Saddam’ın ilk işi ise Güneyli Kürtlerin üzerine yürümek olmuştu. Ancak Güneyli Kürtlerin kendi egemenliklerini ilan edememelerinde bu türden olumsuz koşulların olduğu kadar, hatta ondan daha fazla kendi önderliklerinin tutumu belirleyici olmuştu. PDK ve YNK o zaman Amerika’ya bel başlayıp bayraklarını göndere çekmeye çekindiler. Bugünse PYD var olan iktidar boşluğundan devrimci bir şekilde faydalanmayı bildi. Başka bir deyişle, Suriye Kürdistanı örneğinde, devrimci bir durumda önderliğin belirleyici olduğu saptaması bir kez daha doğrulanmış oldu.
ABD ve Diğer Emperyalistlerin Pozisyonu
Öznel etmenler kategorisinde değerlendirilmesi gereken önderlik sorunu sadece bölgede iktidarın alınıp alınmamasını değiştirmekle sınırlı kalmamış, aynı zamanda Ortadoğu’da patlak veren gelişmelerin nesnelliğini de on yıl öncesine kıyasla değiştirmiştir.
Amerika’nın Irak’a yaklaşımı ile Suriye’ye yaklaşımı kıyaslandığında ilk göze çarpacak şey Amerika’nın Suriye’ye müdahale konusunda daha gönülsüz olduğu, açık bir işgalin, hatta Libya’daki olduğu türden bir bombardımanın dahi ABD’nin gündeminde bulunmaması olacaktır. Bu gönülsüzlüğün nedenlerinden biri elbette geçen on yıl içerisinde ABD’nin önce Afganistan’da, sonra Irak’ta, ondan sonra tekrar Afganistan’da yürüttüğü işgal operasyonlarının yarattığı yıpranmışlıktır. Hem işgalin mali külfeti hem de iç politikadaki bedeli bu türden işgalleri şimdilik ABD’nin gündemine almasına engeldir.
Ancak yukarda sözünü ettiğimiz öznel faktörün, yani Suriye Kürdistanı’ndan ABD’den bağımsız hareket eden bir önderliğin varlığı bundan daha belirleyici bir caydırıcı etkendir. Zira Suriye’deki Baas iktidarı Irak’takinden daha sağlam temellere dayanmamaktadır. Üstelik Irak’takinin aksine Suriye’deki hükümet Arap Baharı’nın yarattığı iklimi istismar eden isyancıların hareketiyle sarsılmaktadır. Rejimin bu zayıf durumuna karşın ABD Suriye’de devrimci bir durumun ortaya çıkmasına meydan vermemek için, Suriye’ye karşı doğrudan yıkıcı bir müdahalede bulunmamaktadır.
Suriye Kürdistanı’ndaki durum sadece ABD’nin değil tüm emperyalistlerin tutumunu belirlemektedir. On yıl öncesinde Amerika ve Fransa arasında gizlenemez bir çekişme hüküm sürerken bugün iki emperyalist kutup arasında benzer boyutta bir kutuplaşma gözlemek mümkün değildir. Hatta Suriye’de Libya’da olduğu gibi kim erken müdahale edecek diye bir yarış da söz konusu değildir. Bunun nedeni de emperyalistler arasındaki çelişkilerin yumuşaması değil, Batı Kürdistan’da emperyalistlerin hesaplarına uymayan hamlelerde bulunan bir harekettir.
O halde Irak’takinin aksine Suriye’de bir yandan rejim değişikliği için bastıran ama diğer yandan Esad’ı devirmek için gerekli hamleleri yapmaya çekinen bir emperyalistler topluluğu vardır karşımızda. Bölgede bir devrimi tetikleyecek dinamikler çoğalırken emperyalistlerin bu dinamikler üzerindeki denetimi azalmaktadır.
Türkiye’nin Bölgedeki Pozisyonu Değişmiştir
On yıl içinde değişen tek şey emperyalist devletlerin bölgedeki pozisyonu değildir. Türkiye’nin de bölgedeki konumlanışı değişmiştir. Türkiye de tıpkı diğer emperyalistler gibi çelişkili, hatta bindiği dalı kesen bir konuma sürüklenmiştir.
Doksanların sonunda Ortadoğu’da Türk devletinin görece tarif edilmiş bir politikası bulunuyordu. Soğuk savaş zamanında çizilmiş bu politika Türkiye’nin komşularıyla gergin ama statükoları sürekli gözeten bir ilişkide olması anlamına geliyordu. Bu yıllarda AB ile arasında iki tarafın da çok bir şey beklemediği uzatmalı bir ilişkisi olan Türkiye kendi Kürtlerine de herhangi bir demokratik vaatle yaklaşmıyordu. Bu yüzden de kendi Kürtlerine karşı gerektiğinde imhayı da beraberinde getirecek şiddet politikaları uygulamaktan kaçınmıyordu. Aynı tutumun bir sonucu olarak da Türkiye kendi sınırı dışındaki Kürtlerin şu ya da bu biçimde tanımlanmış bir statüye kavuşmasını da ‘kırmızı çizgilerimiz’ tehditleriyle engelleyebiliyordu. Dahası Amerika’nın rehin aldığı Abdullah Öcalan’ı kendisine teslim etmesi Türk devletine PKK karşısında askeri ve moral olarak üstünlük sağlamıştı.
Ama Öcalan’ın Türkiye’ye teslim edilmesi bölgede Türkiye’nin pozisyonunu da değiştirecek başka bir planın parçası idi. Nitekim bu plan ilerledikçe Türkiye’nin soğuk savaş sonrası konumlanışı AKP hükümeti aracılığı ile değiştirildi. Bu değişime direnen güçlerin yol açtığı tezkere kazası bir yana bırakılırsa, komşularıyla gergin bir ilişki kurup statüko bekçiliği yapan Türkiye gitti; yerine komşularıyla sözüm ona sorunsuz bir ilişki kurup bölgede Amerikan hakimiyetinin yayılması için çabalayan bir Türkiye geldi. Amerikan hakimiyetinin yayılması elbette bölgede Amerika’yla sorunlu ilişkileri olan hükümetlerin de değiştirilmesini de içeriyordu.
Ortadoğu’da Amerikan planlarına uygun bir şekilde barış ve demokrasi propagandası yapan bir Türkiye’nin ortaya çıkması zorunlu olarak Türkiye’nin kırmızı çizgilerinin bulanıklaşması anlamına geliyordu. Dış politikada bu planı uygulamak aynı zamanda iç politikada Kürt sorununu Kürtlerin kültürel haklarını tanıyarak çözmeye çalışmak anlamına geliyordu. Hesap kendi Kürtlerini barışarak teslim alan Türkiye’nin Ortadoğu’daki rejim değişikliklerinde Amerika’nın taşeronluğunu üstlenmesi üzerine kuruluydu. Ancak iki önemli faktör Türkiye’nin bu amacına ulaşmasını engelledi. Birincisi olarak Türkiye içeride PKK’yi tasfiye etmeyi başaramadı. İkinci olarak, dışarda, Arap Baharı Türkiye’nin güney sınırlarına gelip dayandı.
Böylelikle on yıl öncesine kıyasla Türkiye çok daha çelişkili bir pozisyonda bulunmaktadır. Ne Kürtlerin üzerine Saddam’ın seksenlerde yapmış olduğu gibi kimyasal silahlarla yürüyebilir ne de Kürtlerin özerkliğini kısıtlamak için Suriye Kürtlerinin üzerine İran’la birlikte ortaklaşa yürüyebilir. Bilakis, Türkiye ABD’nin güdümünde Suriye’de Esad’ı devirmek için uğraştıkça bölge devletleri Türkiye’yle daha az işbirliği yapacaklardır.
Özetle, Türk devletinin Suriye karşısındaki pozisyonu Irak sürecinden hem daha zayıf hem de daha çelişkilidir. Bir yandan Amerika’nın bastırması nedeniyle Suriye’de Esad’ı göndermeye çalışmaktadır ama diğer yandan da Esad’ın zayıflamasıyla karşısına çıkan Batı Kürdistan gerçekliği karşısında ne yapacağını bilememektedir. Üstelik ABD, Suriye’de de Irak’ta olduğu gibi federal bir çözüme razı gelecekken böyle bir çözüm Türkiye’nin uykularını kaçırmaktadır. Ancak korkunun ecele faydası olmadığı gibi Türkiye’nin son on yıldaki yönelimi Suriye’deki Kürtlerin özerkliğini yasaklayacak tüm araçları terk etmesine yol açmıştır. Tam da bu yüzden Türkiye’nin Suriye’ye ilişkin politikası sürekli hırıldayan ama harekete geçmekten aciz bir devletin politikasından başka bir şey değildir. PKK, on yıl öncesinde sürekli isim değiştirip meşruiyet kazanmaya çalışan bir konumdayken bugün Türk devletiyle adı konulmamış bir şekilde de olsa pazarlık masasına oturmakta, bununla da yetinmeyip açık seçik bir müzakere için bastırmaktadır. Aynı PKK, Suriye’deki devrimci gelişmelere önderlik etmektedir. On yıl öncesinde Öcalan Türk siyasi hayatında lanetli bir figürken, bugün Türkiye’de kamuoyu kosterin onarımının ne zaman biteceğini, Öcalan’ın ev hapsine ne zaman ve nasıl geçeceğini tartışmaktadır. Besbelli ki geçen yıllarda Türk devletinin PKK karşısında eli zayıflamıştır.
Türkiye’deki Siyasal Dengeler Değişmiştir
Irak Savaşı’na kıyasla Türkiye’deki siyasal dengeler de değişmiştir. Irak Savaşı, Türk burjuva siyasetinde önemli bir temizliğin yaşandığı 2002 seçimlerinden hemen sonra çıkmıştır. 2002 seçimlerinin en önemli sonucu taptaze bir partinin, AKP’nin yirmi yıl sonra ilk kez bu denli güçlü bir şekilde hükümet olmasıydı. AKP’nin karşısında ise Amerika’nın ve TÜSİAD’ın çeki düzen vermek istediği kesimlerin sözcülüğüne soyunmuş taşlaşmış ve geleceksiz bir parti olarak CHP vardı. AKP, Irak Savaşı’nı takip eden beş yıl boyunca ABD’nin ve TÜSİAD’ın da desteğini alarak bu köhnemiş muhalefete karşı mücadele etti. Bu süre boyunca da yine Amerika’nın isteklerine uygun bir şekilde silahlı kuvvetleri geriletirken gücüne güç kattı. 2007 seçimleri ve onu takip eden Cumhurbaşkanlığı seçimleri AKP açısından bir zirve oldu.
Ancak zirveye ulaşan AKP aynı zamanda misyonunu tamamlamış ve geriletilmesi gereken bir parti idi. AKP’ye ‘yürü ya kulum’ diyenler peş peşe desteğini çekince AKP’nin önce tökezleme, sonrasında da iniş süreci başladı. Siyasi güç dengelerini anket ve seçim sonuçlarına bakarak ölçmeye çalışanların uzunca bir süre göremediği, hatta aksi yönde vehimlere kapıldığı bu durum bugün itibariyle artık en kör gözün bile görebileceği açıklıkta cereyan etmektedir. AKP on yıl öncesine kıyasla inişe geçmiş, herkesle kavgalı; ülke içinde ve dışında tutarlı bir politikası olmayan, tepkisel çözümlerle durumu idare etmeye çalışan bir parti durumundadır. Sadece bu durum bile başlı başına bir istikrarsızlık dinamiğidir.
Lakin CHP de on yıl öncesiyle aynı yerde değildir. AKP’nin inişe geçmesine paralel olarak, CHP de ABD ve TÜSİAD tarafından muhalefet boşluğunu doldurması için hazırlanmaktadır. Ancak köhnemiş bürokratik bir yapıdan AKP’ye halkçı ve demokrat bir temelde meydan okuyacak bir muhalefet partisi yaratmak kolay değildir. CHP şu anda hükümetin yedek lastiği rolünü oynayacak pozisyonda olsa da AKP’nin karşısında sağlam bir muhalefet örebilecek bir duruma kısa vadede gelemeyecektir. Başka bir deyişle hükümet hızla yıpranırken karşısına on yıl önceki tazelikte bir muhalefet partisi de çıkamamaktadır.
Solun Tablosu Değişmektedir
Sözü edilen değişiklikler yaşadığımız topraklardaki solun durumunu da değiştirmiştir. Irak Savaşı, sol hala 19 Aralık Operasyonu’nun sonuçlarını yaşarken, ölüm oruçları henüz noktalanmamışken gerçekleşmişti. Söz konusu dönem o zamanki ismiyle önce DEHAP’ın siyaset sahnesinden çekildiği, sonrasında ise DTP’nin istediği dalgayı yaratamadığı bir dönemdi. Aynı şekilde DEHAP etrafında oluşan blok 2002 seçimlerine barajın aşılamayacağı belli iken parti adıyla katılmış ve parlamento dışında kalmıştır. Müteakip 2004 yerel seçimlerinde ise SHP çatısı altında seçimlere giren DEHAP yaşayabileceği en büyük seçim başarısızlığını yaşamıştır. Kısacası 2003 yılı solun bütünü açısından olabilecek en geri noktaya işaret ediyordu.
Dahası PDK ve YNK’nin Irak’ın işgali konusunda ABD ile ortak hareket etmesi, PKK’nin ise konuya ilişkin net bir tutum koyamaması Türkiye solundaki işbirlikçilik ve ihanet suçlamalarını arttırmıştı. Kürtlere yönelik linç ve diğer saldırı girişimleri de artıyordu. Vaziyet böyle iken Türkiye solunun önemli bir kısmı DEHAP ve DTP ile arasındaki mesafeyi azamiye çıkardı. Süreç sadece Kürtlerin bağımsızlığı yönündeki her türlü girişimi lanetleyen sosyal şovenist eğilimleri değil, Kürtlerle ilgili en ufak bir gündeme dair bile ses çıkarmayan şovenist eğilimleri de körüklüyordu.
Bugünse ortada farklı bir tablo vardır. Her şeyden önce odağında BDP’nin bulunduğu muhalefet hareketleri tüm sıkıntılarına rağmen 2007 ve 2011 seçimlerinde meclise, her defasında vekil sayısını arttırarak girmiştir. Üstelik söz konusu vekillerin parlamentodaki varlıkları DEP milletvekillerinin 1994’teki durumuyla kıyaslanabilir de değildir. O zaman DEP’liler polis zoruyla meclisten atılırken, halihazırdaki vekiller meclis kurup oturumlara müdahale etmekte, varlıklarıyla mecliste gizli oturum yapılmasını engellemektedirler. Aynı zamanda milletvekili pozisyonlarını HPG’li gerillalarla kucaklaşmaya varan hamleler yapacak kadar istismar etmektedirler. Bu tutumlarının da emekçi ve ezilenler nezdinde bir etkisi olduğu açıktır.
Dahası, son bir yıldır muhalefet güçlerini dar tartışmalara hapseden HDK sürecine karşın, bugün sol güçler daha derli toplu bir durumdadır. Eylem ve etkinliklerin parçalanması önemli oranda azalmıştır. Benzer şekilde Irak Savaşı sırasında yurtsever subaylar etrafına toplama gayretindeki TKP dahi Suriye konusunda açıktan sosyal şovenist bir pozisyona alamamakta, eylem ve etkinliklerde BDP ile arasındaki uçurumu azaltmaya çalışmaktadır. Kısacası Irak işgaline kıyasla solda emekçilerin ortak savunma hattını örmenin koşullar bugün çok daha fazladır.
Komünistlerin Durumu ve Ödevleri
Proletaryanın önderlik boşluğunun ulusal ve uluslararası düzlemde hala sürmesine karşı, bu boşluğu dolduracak partiyi yaratma iddiasını taşıyan KöZ’ün arkasında duran komünistlerin durumu da değişmiştir. KöZ’ün arkasında duran komünistler, on yıl önce siyasal bir varlık kazanmaya çalışıyorlar, ilkelerini duyurmaya ve ayrım çizgilerini kalınca çekip solun geri kalan kısmıyla aralarındaki farkları belirginleştirmeye çalışıyorlardı. Taktiklerden söz ettikleri zamansa bunları en genel ve soyut şekliyle tarif ediyor öyle tartışıyorlardı. Gelinen noktada bu durum değişmiştir. KöZ’ün arkasında duran komünistler, çoktandır bir siyasi varlık kazanmışlar, ilkeleri ve ayrım çizgileriyle kendilerini solun geri kalanından ayırt etmişlerdir (Savaşa, Irak’a ve Güney Kürdistan’a dair bu yazıda sergilediğimiz görüş ve tutumlar bu durumu doğrulayan örneklerden bir tanesidir sadece). Artık taktiklerden propagandasını yapmak maksadıyla konuşmak yerine, bir partinin uygulaması gereken ve uygulayabileceği taktiklerden farklı olsalar da, taktikler tarif edip uygulayabilecek bir kapasiteye ve esnekliğe kavuşmuşturlar.
KöZ’ün arkasında duran komünistler, Ortadoğu’da devrimci dinamikler kendini iyiden iyiye belli etmeye başlarken değişen ve değişmeyen faktörleri kendi durumlarındaki bu değişikliğin bilincinde olarak ele alıyorlar. Devrimci bir partinin izlemesi gereken taktikleri bulup çıkarmak için değil, bu olumlu iklimi devrimci partiyi yaratma mücadelesinde azami oranda istismar etmek için.