Savulun Savaş Karşıtları Savaşı Durdurmaya Geliyor

0

(Bu yazının orijinali KöZ Gazetesi 2001 8. sayıda yayımlanmıştır.) 

Devrimciler ve sosyalistlerin çoğu arasında bugünlerde en sık başvurulan sloganlar “Savaşa Hayır!” fikriyle özetleniyor. Yakın zamana kadar “Kirli Savaşa Son!” öne çıkardı. Bir süredir, kesin olarak da PKK’nin savaşmaktan vazgeçtiğini açıkça ilan etmesinden beri, bu slogan pek işitilmez oldu. Adeta son verilmesi istenen «kirli savaş» PKK’nin başlatıp bitirdiği bir savaşmış gibi oldu. PKK savaşmaktan vazgeçince «Kirli Savaşa Hayır!» diyenlerin seyrelmesinin haklı olarak ilk akla getirdiği budur.

Bugünlerde öne çıkan savaş karşıtlığı ise, biraz daha uzak bir coğrafyadaki savaşı kastediyor. ABD’nin başı çektiği Afganistan’daki saldırı kastediliyor. Ama bugün bu savaş karşıtlığının öne çıkmasına bakıp ABD’nin ilk kez bu sıralar bir emperyalist saldırganlığa başladığına mı hükmetmeli? Kaldı ki Orta Afrika’da yıllardır milyonlarca insanın hayatına mal olan ve aslında Fransa ile Belçika ve bu pastaya ortak olmak isteyen başka emperyalist güçlerin yönlendirdiği bir savaş sürmekteyken «emperyalist savaşlara ve saldırganlığa» karşı bugün görülen çapta bir ilgi yoktu.

Açıktır ki, bugün yaşadığımız topraklarda zaman zaman «emperyalist savaşa hayır» vurgusuyla öne çıkan protestoların artmasının asıl nedeni emperyalistlerin birden bire saldırganlık yapmaya kalkışması değil. Bu ilgi artışı TC’nin doğrudan doğruya Afganistan’daki emperyalist saldırganlıkta rol alma durumunda oluşundandır.

Oysa TSK daha önce Habeşistan’da Kosova’da emperyalist jandarmalık işlevleri de üstlenmişken bu tür sert tepkiler oluşmamıştı.

Belli ki bu kez ilginin ve feryatların yüksekliği bu savaşın daha yakınlara, örneğin Irak’a sıçrama olasılığının yüksekliğidir. «Savaşa Hayır!» seslerinin artmasına ve yükselmesine belki de bu yakınlık yol açmaktadır. Ama TC daha önce Irak topraklarında hiçbir askeri operasyon yürütmedi mi? Acaba asıl sorun TSK’nın bu kez doğrudan doğruya BAAS yönetimiyle bir savaşa tutuşması olasılığının belirmesi mi?

Bu sorular bizi gerçeğe biraz daha yaklaştırıyor. Gerçekten bu kez Türkiye’nin emperyalist paylaşım kavgalarında daha yakın ve daha aktif bir rol üstlenmesi olasılığı belirgindir.

Nitekim hükümet (adeta IMF kredilerinin bir karşılığı olarak) meclisten herhangi bir zaman herhangi bir yere silahlı kuvvet gönderme veya başka silahlı kuvvetlerin topraklarına yerleşmesine izin verme yetkisini istedi ve aldı.

Beri yanda da her yeri savaş şak şakçıları sarmış durumda. Burjuvazinin paralı uşakları gazetelerdeki köşelerinde veya TV ekranlarında nerenin, ne zaman işgal edileceğine dair tahminlerde bulunup önerilerini sunuyorlar. Böyle bir durumda «Savaşa Hayır!» tutumunun öne çıkarılması son derece makul ve isabetli görünüyor.

Reformistler Atağa Kalkıyor

Türkiye burjuvazisi emperyalist savaşa nasıl katılacağını belirlemeye çalışırken, sanki ilk kez bir savaş durumuyla karşılaşılıyormuş gibi bir atağa kalktılar. Daha önce her barış eyleminin başını çekmesine alışılmış bulunan HADEP ise, bu kez geri durma, öne çıkmama eğiliminde. Belki de ÖDP, SİP ve özellikle de EMEP’in şimdilerde daha bir atak olmasının asıl nedenlerinden biri bu boşluktan yararlanma arayışlarıdır.

Reformistlerin bir anda savaş karşıtlığı konusunda birbiriyle yarışa kalkmasının başka nedenleri de var elbette.

Bu nedenleri en iyi kendi ağızlarından dinleyebiliriz. SİP Genel Başkanı Aydemir Güler sanki daha önce sosyalistlerin önünü açabilecek savaş koşulları yokmuş da şimdi belirmiş gibi şunları söyledi:

“Dünya çapındaki eğilimler solun hareket alanını daraltırken, Türkiye’de düzen dört bir yanından kelimenin tam anlamıyla madara olmaya devam ediyor. Türkiye tarihinde belki de ilk kez savaş hazırlıklarını bu denli meşruiyetten yoksun yürütmektedir, burjuvazi.”

Yani TC’nin bu güne kadar yürüttüğü savaşın meşruluğu bugün henüz girmediği savaştaki meşruluktan fazla görünüyor SİP Genel Başkanı’na. Sanki bu aykırılık yokmuş gibi devam ediyor Güler:

“ABD kuyrukçuluğundan başka seçeneği olmayan bu düzende, Türkiye halkı, on yıllardır ilk kez bu ölçüde “Amerikan hayranlığı”ndan kopuş yaşamaktadır. Dünya genelinde sol, iki barbarlık arasında sıkışıp kalmaktan nasıl kurtulacağını bilemez haldeyken, Türkiye’de böyle bir açmaz yoktur. Solun toplumsallığının sınırları ile önündeki imkanların genişliği ortaya çarpıcı bir tezat çıkartmıştır. Başka bir dizi nedenle, Türkiye toplumu, önüne yalnızca solun kendi kendisinin geçebileceği bir şekilde rotasını sola çevirmiştir. Dünyada muhtemel yeni konjonktür solun alanını daraltırken, aralarında Türkiye’nin kesinlikle bulunduğu bir kuşakta tam tersi bir akış hissedilmektedir. Türkiye’de solun, komünist hareketimizin performansının sonuçları çok yaygın ve derin etkiler yaratmaya gebedir.

Beynimizle ve yüreğimizle bu izleri sürmeye devam edeceğiz. Komünist hareketimiz sabırlı, akıllı ve coşku dolu bir sıçramayı gerçekleştireceği bir dönemdedir. Başka bir deyişle komünist hareket, ya bu sıçramayı yapar ve siyasetin büyük oyuncuları arasına katılarak oyunu bozar,ya da dünyaya yayılan boğucu hava bize doğru da esmeye başlar. Bu olasılıkların eşit ağırlıklı olmadığı komünist partimizin iddiasıdır. Bu iddia ise her şeyden önce sahibinin özgüvenini veri almaktadır. 14 Ekim mitinglerine bir de bu öngörülerle yüklenmek gerekir.”

Aydemir Güler savaş karşıtlığından çok şey bekliyor. Bu siyasetin nesnel olarak ne kadar kolay izlenebilir bir siyaset olduğunu, bu siyasetin izlenmesi durumunda “komünistler”in nasıl prim yapacağını anlatmaya çalışıyor. Bugün için halkın (Her haldie McDonald’s protestolarının etkisi sayesinde!) Amerikan hayranlığı olmadığından bahsederek, bugün savaş karşıtlığının kitlelerin özlemlerini yansıtan bir siyaset olduğundan, bu yüzden de “tutacağından” dem vuruyor.

Her ne kadar her hangi bir siyasi hedefi izlemenin gerekçesi olarak kendi partisinin bu işten ne kadar karlı çıkacağını anlatmak, oy hesabı yapmak, tam da kitlelerin değişen ilgilerine göre politika yapan burjuva siyasetçilerine yakışan bir tutum olsa da, Aydemir Güler’in durduğu yerde de pek aykırı gözükmüyor!

Burjuva siyasetçileri siyaseti ilkelere göre değil, anın sunduğu fırsatlardan yararlanmak üzere biçimlendirirler. Aydemir Güler’in izahatlarına bakılırsa savaşa karşı tutumun da ilkesel ve programatik ölçülerden çok güncel fırsatlarla ilişkisi var. Böylece neden daha önceki haksız savaşlarda, (Irak’ın kuzeyi yol geçen hanına dönmüşken, köyler yakılıp dağ taş bombalanırken) aynı ataklıkla davranmamış olduğunu da izah etmiş oluyor SİP başkanı: o zamanın koşullarında bu tutum işlerine gelmiyormuş!

Güler’in izahatına bakılırsa o zaman güçlü bir savaş karşıtlığı yapmak komünistlerin önünü açacak bir tutum değilmiş. Belki de o zaman hem Amerikan hayranlığı hem de TC’ye olan düşkünlük daha fazlaymış diye düşünüyor SİP. Eğer hakikaten tablo böyle ise, SİP için de savaş karşıtlığının nesnel olanaklarının mevcut olmadığı kesin.

Bir şey daha kesin: SİP için savaş karşıtlığı emperyalist savaşların tümüne karşı olmak demek değildir tam tersine halkın özlemlerine göre siyasi öznelerin durumuna göre dillendirilecek bir siyasettir. Bu siyaset hangi savaşa karşı çıkacağını hangisine çıkmayacağını kendi durumuna göre belirler. Takınacağı tutumu bağlı olduğu bir takım ilkelere göre belirlemez. Hatta tam da ilkesizliği meşrulaştıran ve buna yaslanan şekilde bunu yapar.

14 Ekim’in Gösterdiği

Bu satırlar 14 Ekim’de yapılması düşünülen miting henüz yasaklanmadan yazılmıştı ve adeta bir savaş ilanı edasını taşıyordu.

“Sosyalist İktidar Partisi 14 Ekim’de “savaş karşıtı” sesini yükseltecektir. Savaş yanlılarına önerimiz bizi kurşuna dizmeleridir.”

Doğruyu söylemek gerekirse, savaşın kurşuna dizilenler tarafından durdurulması mümkün olsaydı, İkinci Dünya Savaşını yahudilerin kazanması gerekirdi. Ama SİP’in onlar kadar bile şansı olmadığı anlaşılıyor. Üstteki sözleri duyan zanneder ki, 14 Ekim günü gerçekten kurşuna dizilmeye hazır kitleler sokağa dökülecektir.

Halbuki 14 Ekim mitingindeki sahneler hiç de öyle değildir. Kurşuna dizilmeye hazır kitlelerden ziyade olağan miting sahnelerine rastlanmaktadır.

Ama buna karşılık valilik izin vermeyip güya «onbinlerin» savaşa karşı öfkelerini ortaya koymaları engellenince belki de SİP nesnel koşulların şimdi de savaş karşıtı bir tutum almak için elverişsiz olduğu sonucuna varacak. Ama aynı partinin miting yerine basın açıklaması yapmak üzere konuşan temsilcisi Süleyman Baba’nın «Komünist» gazetesinde yayınlanan sözleri dikkate değerdir:

“Süleyman Baba, konuşması sırasında, ABD emperyalizminin ülkede her şeyi yapma özgürlüğüne sahip olduğunu, ancak ülkenin emekçilerinin mitinglerinin yasaklandığını, eylemlerine saldırıldığını söyledi.”

SİP savaş karşıtı mitinge izin verilmeyişinin ardında ABD’nin olduğunu söylüyor. Ama aynı gün mitinge izin verilmemesi üzerine bir başka açıklamada da şunlar söylendi:

“Valiliğe hatırlatıyoruz: Savaş kadar kamu düzenini bozan, genel ahlak ve sağlığı tehdit eden bir başka şey var mıdır? ABD’nin kuyruğunda militarist maceralara atılmak kadar “milli çıkarları” tehdit eden bir başka şey olabilir mi? Olamayacağı için 14 Ekim’deki mitingin gerçekleşmesi için gerekli siyasi ve hukuki hazırlıklarımızı sürdüreceğiz. Valiliğin komik kararı karşısında yürütmeyi durdurma kararı için başvurmuş bulunuyoruz.”

Mitingin yasaklanmasına yol açan ABD olduğuna göre, reformistler ya ABD’yi İstanbul valisine şikayet ediyor; yahut ABD emperyalizmi ve onun işbirlikçisi valiyi bağımsız yargıya havale etmiş oluyor. Oldu olacak ABD emperyalizminin Afganistan’daki «kamu düzenini bozan; ahlak ve sağlığı tehdit eden» girişimleri konusunda da bir yürütmeyi durdurma girişiminde bulunsalardı da «komünist siyasetin» «siyasetin büyük oyuncuları arasına katılması» kolaylaşsaydı ve böylece emperyalist «oyunların bozulması» büsbütün sağlanmış olsaydı!

Yine de konu herhangi bir miting, örneğin «Özelleştirmeye Hayır!» yahut «bu memleket bizim!» gibi bir miting olsa pek yadırganmayacak bir durum var ortada. Çünkü bir yandan büyük bir savaş hazırlığından söz ediliyor; bir yandan da bu savaşı önleme iddiasında olanlar valilikten izin çıkmadığı için bu görevlerini yapamıyorlar! Bir başka sefere savaşı önleyecek bir adım atabilirler mi dersiniz?

Devletten onay alarak yapılmak istenen gösterilerle devletin gireceği bir savaş durdurulabilir mi? Silahlanan bir devleti savaşmaktan alıkoymak için basın açıklaması ve dilekçelerle mi siyaset yürütülür?

Bu durumda, ABD emperyalizmini TC’nin üst mahkemelerine şikayet etmeyi akıl eden ve bunu açıklamakta bir utanç duymayanların savaşı durdurmak için ne tip çareler düşündüğü de tahmin edilebilir. Her halde savaşın durdurulması için hükümete baskı yapacaklardır!

Zaten 14 Ekim günü Kadıköy’de yapılan basın açıklamasının bundan başka bir hedefi olabilir mi? Yığınlar zaten «ABD konusunda hoşnutsuzluklarının sınırına gelmişken»; «hükümet zaten gayrı meşru bir savaşa» bulaşmak için çabalıyorken; onbinler sokağa dökülecekken şu valiliğin yaptığına bakın hele! Ama reformistler, hiç kuşkunuz olmasın ne yapıp edip yığınları sokağa dökerek hükümet üzerinde baskı kuracak ve savaşa katılmamasını sağlayacaktır.

Ne var ki Aydemir Güler’in çizdiği pembe tablolara rağmen bu beklentilerinin gerçekleşeceğine dair ipuçları pek görünmüyor. SİP’in reformist bir savaş karşıtlığı siyasetiyle prim yapacağı, “sabırlı, akıllı ve coşku dolu bir sıçramayı gerçekleştireceği bir dönem” pek de öyle ufukta görünmemektedir.

Bu Savaş Karşıtları Herhangi Bir Savaşı Durdurabilir mi?

Şiddete başvurmayan ama örgütsüz yığınların barışçıl gösterileriyle savaşı durdurmayı hedefleyen bu yaklaşımın kitleler arasında devrimci bir ruh halini yaratmaktan ziyade «kendine iyi bakmaya» dönük bir ruh hali doğuracağı daha baştan bellidir. Nitekim 14 Ekim günü mitinge gelmesi beklenirken gelmeyenlerin davranışı bunu göstermektedir. Keza, basın açıklaması eylemine katılanlar da daha baştan eylemin sonuçsuz kalacağını bilerek, hem gözaltına alınmayı kabullenip hem de bundan mümkün olduğunca sakınarak hareket ettiler.

Kuşkusuz bu tablonun sorumluluğu her şeye rağmen o eyleme katılmaya karar verenlerde değildir. Aksine, nicel gücüne nesnel koşulların elverişli olup olmadığına bakmaksızın oraya gidenlerin kusuru yoktur; bilakis övülmesi gerekir. Buna karşılık nesnel koşullar hakkında pembe tablolar çizmekle kalmayıp bir de savaş karşıtı eğilimleri olanları devrimci bir siyasetle değil, pasif bir biçimde uyuşturarak polisin önüne itme sorumsuzluğunu gösterenlerden hesap sormak gerekir. Böyle bir kitlenin devrimci bir tutum alması da beklenemez zira eylemin amacı pasif olarak hükümete bir basınç uygulamaktan ibarettir. Böyle bir misyon toplanan kitlenin reformist siyasetle uyuşturulmasıdır.

Bu tutum reformistlerin asla bu devletin kurumlarının parçalanmasını istemediklerini hatta kendi siyasetlerini bu kurumlara dayanarak sürdürmek istediklerinin bir göstergesidir.

Bu tutum daha baştan devleti güç olarak kabul eden ve onun kurumlarına bel bağlayan kendisini de bu kurumlara baskı yapan, muhalefet yükselten bir özne olarak konumlandırmaktadır.

Savaş Karşıtı Eylemlerden Uzak Durmamak Gerekir

Bundan seksen küsur yıl önce bolşevikler savaşı iç savaşa çevirmeyi ve kendi ülkelerindeki düşmanı yenmeyi başardılar. Ama bunu yalnızca bu konuda sağlam görüşlere ve ilkeli bir duruşa sahip oldukları için başardıklarını sanmamak gerekir. Bolşeviklerin başarısının sırrı uzun soluklu ve sabırlı bir hazırlık faaliyetini usanmadan sonuçlandırmalarında yatar. Bugün böyle bir parti olmasa da onun dersleri elimizdedir. Ama buna bakarak bolşevik partinin çizgisinin bu ilkeleri tekrarlamakla başkalarına yanlışlarını gösterip doğruları hatırlatmakla aynı konuma ulaşılabileceğini sanmak bönlüktür. Bolşeviklerin vardığı noktaya gelmek için onların geçtiği yoldan onların derslerinden yararlanarak geçmek gerekir. Bu yolun başında da etliye sütlüye karışmadan hariçten gazel okumak değildir.

Bu bilinçle savaş karşıtı barışseverlerin ve reformistleri maskesini düşürmek için yayın faaliyetiyle yetinmenin mümkün olmadığı açıktır. Komünistler savaş karşıtı gösterilere katılmalı, panel, miting, söyleşi vb. her türlü yerel yahut genel etkinliklerde seslerini duyurmaya gayret etmelidir. Reformistlerin eylemlerinin neden yetersiz kaldığını, sınırlılıklarını anlatmanın yolu budur. Neden bolşeviklerinki gibi bir partiye ihtiyaç olduğunu gösterebilmenin de başka yolu yoktur.

Paylaş