Köz’ün Sözü: 2005’ten 2006’ya Değişenler ve Değişmeyen Görevlerimiz (Yayımlanma: Nisan 2006)

0

Geçen sene mart-mayıs sürecine girerken yaşadığımız topraklardaki siyasal mücadelenin seyrini belirleyecek belli başlı üç dinamiğe dikkat çekmiştik. Bunlardan biri emperyalistler arası paylaşım kavgasının vardığı aşamada oluşan güçler dengesine paralel olarak Türkiye’deki hakim sınıf içindeki çatışmanın tarafları arasındaki güçler dengesinin dayattığı gelişmeler idi. Diğeri de emperyalist zincirin en zayıf halkalarından biri olan Kürdistan’da bu dengelere bağlı olarak yaşanacak olan gelişmelerdi. Bağımsız bir siyasal alternatifi temsil etmeyen işçi hareketinin ise bu süreçte rekabet eden düşman güçlerden birinin ya da diğerinin etkisi altında olacağını hatırlatıp, bu nedenle burjuvazinin farklı kesimleri arasındaki çekişmenin daha keskin ve pervasız bir biçimde süreceğini saptamıştık.

Birinci dinamikle ilgili olarak «Amerikan emperyalizmi ve TÜSİAD rakipleri karşısında ağır bastı. Altta kalanlarsa dışarıda başını Almanya ve Fransa’nın çektiği emperyalist kamp, içerideyse TSK-OYAK oldu» demiş ve bunun AB yolundaki gerici reformların uygulan­masına ivme katacağına dikkat çekmiştik. Öyle oldu.

Geçen yıl «özelleştirmeler, SSK’nın tasfiyesi, kamu yönetimi yasası, kentlerin yeniden düzenlenmesiyle el ele giden kondu yıkımları, üniversite reformları ve diğer gerici reformlarla “sosyal devlet”e indirilen darbeler emekçi yığınların sahip oldukları her türlü kazanımı ve ayrıcalığı ortadan kaldırmayı hedefliyor»du. Ama işçi sınıfının tüm katmanlarına yönelik bir saldırı olsa da bu gerici reformlar hedef tahtasına öncelikle sınıfın ayrıcalıklı katmanlarını oturtuyordu. Geçmişte kendi ayrıcalıklarını korumak adına sınıfın en çok sömürülen kesimlerinin sorunlarına ve mücadelesine sahip çıkmayan bu kesimler ellerindekini savunmakta güçlük çektikçe tutunacak başka dalları olmadığı için hakim sınıf içindeki çatışmadan medet ummak ve yenik düşen taraftan destek bulmak mecburiyetinde kalacaktı. Buna şu sözlerle dikkat çekmiştik:

“Dolayısıyla söz konusu reformlar aynı zamanda bu katmanların savunmacı bir tarzda olsa bile, hareketlenmesine de yol açıyor. Ancak militanlığı ne boyutta olursa olsun, kendi ayrıcalıklarını korumanın ötesine geçemeyecek bu türden direnişler saldırıları bugüne kadar püskürtemedi. Söz konusu eylemlerin varabilecekleri en ileri nokta sosyal devleti geri getirmek ve Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkmak oldu. Bu sınırları aşamayan, işçi sınıfının farklı kesimlerinin birleşik mücadelesini öremeyen bir hattın bu saldırıları püskürtmesine imkân yoktur.”

“…Şimdilik bükemedikleri bileği öpmekle yetinen emperyalistler ve burjuva fraksiyonları da bu hareketleri rakiplerini yıpratmak için önemli bir olanak olarak görüp, kimi zaman örtük kimi zaman da açık bir biçimde destekliyorlar. Bu bakımdan grevci işçilerin, dayak yiyen üniversite öğrencilerinin, konduları yıkılan emekçilerin içinden geçtiğimiz dönemde burjuva basının hem de devlet aygıtının bu kesimlerle sıkı fıkı olan katmanlarının hoşgörüsüyle karşılaşacağını öngörmek mümkün.”

Bu tür gelişmeleri, oportünistlerin iddia ettiği gibi yükselen kitle hareketinin basıncıyla değil sermaye gruplarının birbiriyle olan mücadelesini göz önünde tutarak açıklamak gerektiğine de işaret ediyorduk.

Emperyalistler ve sermaye grupları arasında kurulan her dengenin öncekinden hızlı bir biçimde eskidiği koşullar altında bu kesimlerin elbette meydanı terk edip köşelerine çekilmeyeceklerini, aksine rakiplerinin yıpranması için örtük bir mücadeleye gireceklerini hatırlatmıştık.

Bu gelişmeler aynı zamanda ikinci dinamiğin, Güney Kürdistan’daki gelişmelerin, evrimiyle yakından bağlantılıydı.

Geçen yıl Güneyli Kürtlerin seçimlerden aldıkları sonuç onları ve çıkarları Kürtlerin özgürleşmesinde olan kesimlerin hepsini umutlandırmıştı.

Biz de; “Ortadoğu’da Amerika’nın tahsis etmeye çalıştığı barış için asıl tehdit Bağdat’tan, Necef’ten, Felluce’den değil Güney Kürdistan’dan gelmektedir. Güney Kürtleri, en azından bu Kürtlerin bir bölümü, Amerika’nın kendilerini Irak’a eklemleme yönündeki tüm gayretine karşın Irak’la olan bağlarını gevşetme gayretindedir. Güney Kürdistan’ın özerkleşmesi yönündeki gelişmeler sadece Kürtleri esaret altında tutan gerici bölge rejimlerini değil aynı zamanda bu gelişmeyle birlikte bölgedeki önemli dayanaklarını yitirebilecek olan ABD’yi de rahatsız etmektedir. Bu nedenle Kürdistan’ın bir parçasının bile bağımsızlaşması bölgedeki Amerikan barışının köküne kibrit suyu dökebilecek bir gelişme olarak kabul edilmelidir. Dahası Güney Kürdistan’daki söz konusu dinamiğin önünü Irak’ın Sünni ve Şii bölgelerinde olduğu gibi seçmeli terör ve rüşvetle kesmek mümkün görünme­mektedir. Hem oturmuş, kısmi bir özerkliğe sahip bir devlet aygıtına hem de Irak ordusundan bağımsız bir silahlı güce sahip Kürtleri geriletmek için Amerika’nın -Kürtler arasında bir iç savaşın da körüklenmesi ya da Türkiye’nin Güney Kürdistan’a salınması dahil olmak üzere- başka yollar araması gereklidir.” demiştik.

Geçen süre boyunca bu başka yolların arasında neler olduğu netleşti. ABD ve TC’nin açık ve örtük girişimlerinin sonucunda bir önceki seçimlerde boykot tutumu göstererek Irak parlamentosunda dengelerin büsbütün kendi aleyhlerine oluşmasına yol açan Iraklı Sünniler bu kez seçimlere ve ardından parlamentoya girmeye razı edildiler. Bunun için şartları belli idi: Irak’ın bütünlüğünü tehlikeye atan Anayasa’da değişiklik yapılması koşulu kabul edilmeliydi. Bunun ardından beklenebileceği gibi Kürtlerin bir önceki seçimlerde elde ettikleri avantajlı durum ters yüz oldu. Zaten daha öncesinde Anayasa tartışmalarında birkaç adım geri düşmüşler ve Arap Birliğine bağlı Irak’ın bir azınlığı konumuna düşmeye razı edilmişlerdi. Seçim operasyonu ile birlikte bu statüye aykırı olan fiili durumdan geri atılmalarının hazırlıkları gündeme geldi.

Ama görünüşe göre seçimlerin ardından Irak’ta kendini gösteren gelişmeler aksi yönde gibidir. Irak adeta bir iç savaşa sürüklenmiş gibidir; hatta bunu vurgulayarak öne çıkarıp ABD’nin planlarının büsbütün suya düştüğünü ileri sürenler az değildir.

Ama söz konusu olan durum Iraklı Sünnilerle Şiiler arasında -kitlelerin de dahil olmadığı- bir hesaplaşmaya iç savaştan daha fazla benzer. Bu çatışma da esasen Irak’ta yeni iktidarda kimin daha ağırlıklı biçimde temsil edileceğinin tayin edilmesine yönelik bir çatışmadır. Geçen seçimlerden devlet başkanlığını ve bir federe Kürt bölgesinin başkanlığını alarak çıkan Güneyli Kürtler ise bu çatışmanın herhangi bir yerinde değillerdir. Iraklılar Irak’ın bölünmez bütünlüğü için seçimlerin ardından gelen keskin bir iktidar kavgasına tutuşmuşken Kürtler bu sahnede yokturlar ve üstelik geçen yıla oranla Irak’la bağlarını daha fazla gevşetme eğiliminde de değillerdir. Aksine bu çatışmadan hangi taraf daha avantajlı çıkarsa çıksın kesin olan şudur: Güneyli Kürtler Irak’a daha fazla entegre edilecek ve ellerindeki mevzilerden  biraz daha geri itileceklerdir.

Bir başka deyişle, her olumsuz gelişmeyi bir müjde gibi karşılamaya alışmış olanların heveslerini kabartan Irak’taki çatışmalı tablonun tozu dumanı arasında  Amerikan planı ilerlemektedir.

Sürecin bu şekilde ilerleyişi Kürdistan’da devrimci bir önderliğin bulunmadığı koşullarda, Güney Kürdistan’daki nesnel gelişmelerin kendi başına emperyalistlerin planlarını bozamayacağına ilişkin saptamamızı doğrulamaktadır.

Güney Kürdistan’daki liderlerin Amerikan barışını bozacak basireti gösterememesi, elbette uzlaşmacı akımların maskesini düşürecek bağımsızlık ve özgürlük mücadelesinin bayrağını yükseltecek bir komünist partinin bulunmadığı koşullar altında, Kuzey Kürdistan’ın Türkiye’ye Demokratik Cumhuriyet kılıfı altında zincirlenmesinin savunuculuğunu üstlenen akımları rahatlatmıştır.

2006 yılına girerken Şemdinli’de JİTEM’in suçüstü yakalanması ve ardından gelen gelişmeler de bu seyre uygun gelişti. Şemdinli’deki başkaldırı bu etkenlerin ışığında görülmediği takdirde 2006 Newrozu’nun daha büyük bir serhıldan gibi gelebileceği sanılabilirdi. Öyle olmadı. Aksine 2006 Newrozu’nun 2005 1 Mayısı’na Şemdinli başkaldırısından daha fazla benzeyeceği önceden belli oldu.

Böylelikle mart ayına girerken Şemdinli davasının üzeri Kara Kuvvetleri Komutanı’nın yargılanıp yargılanmayacağı tartışmalarının tozu dumanı içinde örtüldü. Geçen yıl Newroz dönemecinden itibaren burjuvazi sola ölümü gösterip sıtmaya razı etmişti. Bu sene mart-mayıs süreci açılırken daha geri bir noktadan hareket edildiği görüldü.

Geçtiğimiz yıl mart-mayıs sürecine girerken süreci belirleyecek olan üçüncü dinamiği de tasfiyeci dalganın devrimci hareket üzerindeki etkileri ve bunun sonuçları tarafından belirlenecek bir dinamik olarak tasvir ettik. Bu dalganın basıncı ile devrimci ve reformist akımlar arasındaki ayrımların giderek inceldiğine işaret ettik. Aralarındaki siyasi farkların azalmasının sol örgütler arasındaki dayanışmayı arttırmayacağına, bilakis bu akımlar arasındaki rekabeti körükleyeceğine dikkat çektik. Reformistlerle aralarındaki farkları korumak isteyenlerin gitgide bu akımlarla kendi aralarında siyaset dışı ayrımlar çekmeye başlayacağını öne sürdük.

Geçen 1 Mayıs bu biçimde geçti. Bir yıl boyunca da öyle oldu; geride bıraktığımız Mart eylemliliklerine de bu gelişme damgasını vurdu.

Biz de süreci belirleyen temel dinamiklerden devrimcilerin etkileyebileceği yegane etken olarak bu üçüncü dinamiği öne çıkardık. Görevlerimizi buradan çıkardık:

“Bu görevi sadece kendi farklarımızın altını çizmek için değil, aynı zamanda sosyalist hareket içerisindeki ayrışma dinamiklerini kendiliğindenliğe ve pörsümeye teslim etmemek için de üstlenmemiz gereklidir. Şovenizmin ve tasfiyeciliğin gemi azıya aldığı bir dönemde komünistlerin birliğini savunanların asıl sorumluluğu bundan başka bir şey olamaz zaten.” dedik ve buna uygun hareket etmeye özen gösterdik.

“İçine girdiğimiz mart-mayıs sürecinde bu ödevi yerine getirmek için süreç içerisinde takınılacak politik hattın eksenlerinin netleştirilmesi, sosyalist hareketin ana gövdesinin saplandığı bataklığın çıkışsızlığının gösterilmesi, bu bataklığın alternatifsiz olmadığının pratikte takınılacak devrimci bir tutumla sergilenmesidir. Bu adımlar sol hareket içerisindeki ayrışmalara müdahale kapasitemizi arttıracaktır. Bu bakımdan mart-mayıs sürecinde hareket edeceğimiz politik hattın üç temel ekseni olmalı: Şovenizme karşı enternas­yonalizm, kuyrukçuluğa karşı birleşik mücadele, tasfiyeciliğe karşı devrimci örgüt.”

Politik müdahalelerimizi bu saptamaları dikkate alarak planladık. Geçen yıl boyunca da bu saptamaları hesaba katarak hareket ettik. Eylemde birlik vurgusunu öne çıkardık. Bayraklar karışmasın; eylemde birlik ajitasyon ve propagandada serbestlik olsun şiarını  katıldığımız bütün eylemlere ve platformlara taşımaya özen gösterdik. Bir yıl boyunca bu çizgiye uygun bir tutum izledik. Bu yıl mart-mayıs sürecine girerken de ayrı tutumla ve geçtiğimiz yıldan daha etkili bir rol oynamak üzere hareket ediyoruz.

Doğrusu 2004’te de 2005’te de görevlerimiz bundan farklı değildi. Bununla birlikte, o süreçte bu doğrultuda etkili bir müdahale yapamamıştık. Söylediklerimizin eksik ya da yanlış olmasından ötürü değil; sözlerimiz ve propaganda ajitasyon düzeyindeki tutumumuzda bir eksik ve yanlış olmasa bile devrimci hareket içerisindeki konumlanışımız ve eylemlere gidişimiz böyle bir müdahaleye izin vermediğinden ötürü, bu konuda üzerimize düşenleri çok eksikli olarak yapabildik.

Ancak bu yıl mart-mayıs sürecine daha farklı bir noktadan girmiş durumdayız. Hem kitle çalışmasında başka devrimcilerle yan yana gelme konusunda her zamankinden daha ısrarlı ve etkili bir tutum alabilecek konumdayız. Hem platformlarda eskisinden daha etkili bir varlık gösterme ve eylemlere daha güçlü bir biçimde katılma yönünde bir deneyim ve birikimle mart–mayıs sürecine girmiş bulunuyoruz.

Bu bakımdan KöZ’ün arkasında duran komünistlerin ödevi mart ayının geride bıraktığımız deneyimlerini geçen yıl ortaya koyduğumuz perspektiflerin ışığında yeniden irdelemek ve 1 Mayıs’a giden sürece bu deneyimlerden güç alarak; o deneyimlerin derslerini ve geçen yılki perspektiflerimizin değerlendirilmesinden çıkartılacak sonuçları kuşanarak hazırlanmaktır.

“Bu tutumları somutlamak ve 1 Mayıs’a giden süreçte birer basamak haline getirebilmek için, varoşlarda birlikte hareket etmenin olanakları yaratmak için Nisan ayının son haftası beklenmemelidir. İçinde bulundu­ğumuz yerellerde kitle örgütleriyle temaslarımız sıklaştırılmalı, onlarla daha Mart ayına girmeden ortaklaşa etkinlikler ve eylemler örgütlemeli; birlikte afiş ve bildiri dağıtımları yapmalıyız. 1 Mayıs yaklaşırken söz konusu kitle örgütlerinin tutumlarının ne olacağını tartıştıkları geniş katılımlı toplantıları düzenlemeyi de ihmal etmemek gerekir.

Madem mart-mayıs sürecinde mümkün olan en geniş kitleyi alanlara taşımayı hedefliyoruz. O halde bu çalışmalara kitle örgütlerinin bileşenlerini en aktif bir biçimde katmamız gereklidir. Düzenlediğimiz ev toplantılarına onlar da konuşmacı olarak katılmalı, kitle örgütleri adına dağıtacağımız yerel bildirileri onlarla birlikte kaleme almalı, onlarla birlikte dağıtmalıyız. Emekçileri 1 Mayıs’a çağırmak için kapıları onlarla birlikte çalmalıyız.

Öte yandan başka çevreleri politik olarak etkilemenin ve platformlara lafla değil siyasal bir güç olarak müdahale edebilmenin koşulu da budur. Mart-mayıs sürecinde bağımsız hareket yeteneğimizi, kitle örgütlerini ve içinde çalıştığımız kitleyi yönlendirme kapasitesini ve başka akımları etkileyerek birlikte hareket etmeye razı etme imkanlarımızı ne kadar kullanabilirsek ve başkalarına da gösterebilirsek bu süreçte ve sürecin son noktası olan 1 Mayıs’ta politik müdahale imkanlarımız o denli artmış olacaktır.

Madem ki siyasal bir etki derken kendimizden öte güçleri, bizim emir komutamız altında olmayanları harekete geçirme kapasitesini anlamak gerekiyor; o halde mart-mayıs sürecine ilişkin çalışmalarımız bizim ne kadar siyasal güce sahip olduğumuzun sınandığı bir sınav olacaktır; bu bilinçle hazırlanıp yaşanması gerekiyor.”

Paylaş