İstanbul’un komünist işçi adayı Güldes Önkoyun: “Önce Saray’dan kurtulmak gerekir”

0

[Köz, 2019 yerel seçimleri öncesinde düzen partilerinden bağımsız bir çizgide emekçilerin kitlesel seferberliğini savunanların CHP’nin ne yapacağını beklemeden kendi tutumlarını açıklaması gerektiğini savunmuş, sol siyasetlerle bu gerekliliği dikkate alarak iletişime geçmişti. Çağrılarımız çoğu kez ‘sessizlik’le karşılandı ve seçim süreci ne yazık ki/iyi ki haklılığımızı gösterdi. Bu süreçte desteklediğimiz adaylardan İstanbul Büyükşehir Belediyesi Bağımsız Başkan Adayı Güldes Önkoyun’la yapılan ve Sendika.org’da yayımlanan 23.03.2019 tarihli söyleşiyi Köz Arşiv’de de paylaşmanın anlamlı ve gerekli olduğunu düşündük.]

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanlığı için aday olan isimler arasında Güldes Önkoyun da var. Önkoyun sandalye fabrikasında çalışan bir işçi. Bir yandan çalışıyor, bir yandan işten arta kalan zamanlarda seçim çalışması yürütüyor. Önkoyun geçtiğimiz hafta, işten artırdığı dar zamanında Sendika.Org ofisini ziyaret ederek çalışmalarından bahsetti ve bağımsız komünist bir aday olarak medyada yer bulamadığını söyledi. Biz de Önkoyun’un kendi programını anlatabilmesi e-posta yoluyla aşağıdaki söyleşiyi yaptık. CHP, HDP ve sosyalist hareketin diğer öznelerinin tutumunu eleştiren Önkoyun, seçimde oy toplama peşinde olmadığını, emekçilerin ve Kürtlerin sesini yükseltmeye çalıştığını söylüyor.

Önce sizi tanıyalım. Güldes Önkoyun kimdir?

Bu topraklardaki yüzbinlerce işçiden biriyim. Sıradan bir öyküm var, üç çocuklu bir emekçi ailesinde büyüdüm. Babam kaportacıdır. Seksenlerin sonunda ailem Tokat’tan İstanbul’a göçtü. Babam hâlâ aynı işi yapıyor, annem İstanbul’a gelince fırında çalışmaya başladı. Berbat iş koşulları nedeniyle, şimdi malulen emekli. Ben de çoğu abla gibi okuma imkânı bulamadım, okulları sonrasında dışarıdan bitirdim. Zaman zaman işsiz kalarak konfeksiyon olsun, plastik olsun bir dizi sektörde çalıştım. Şimdi bir sandalye fabrikasında çalışıyorum.

Aynı zamanda bu topraklarda mücadele etmiş yüzbinlerce devrimciden biriyim. Yaklaşık yirmi yıl önce devrimcilerle karşılaştım. O zamandan beri mücadelenin içindeyim, özellikle Aydınlı’da işçiler emekçiler arasında, somut olarak da Mayısta Yaşam Kooperatifi’nde dayanışma faaliyeti yürütüyorum. Mito’da grevlerin, Aydos’ta kondularını yıktırmayanların barikatlarındaydım, elbette Haziran günlerinde, 6-7 Ekim’de sokaklardaydım. Komünist bir dünyaya giden yolda devrimci partinin yaratılması için mücadele ediyorum.

Fakat esasında adaylığımın kişisel özelliklerimle bir ilgisi yok. Yerel seçimlerde emekçilerin ve ezilenlerin düzen güçlerine yedeklenmesine karşı bir itiraz yükseltmek gerekliydi. Emekçinin, Kürdün ve tüm ezilenlerin saraya karşı seferberliğini savunacak bir adaya ihtiyaç vardı. Bunu benden daha iyi yerine getirebilecekler olanlar bu sorumluluğu yerine getirmeyince aday olmam devrimci bir sorumluluğun gereği hâline geldi.

Bu seçimde muhalefet ağırlıklı olarak iki şeye öncelik veriyor. AKP’ye sandıkta kaybettirmek ya da AKP’nin yerel yönetim politikalarının karşısında bir alternatif sunmak. Siz her ikisinin de dışında bir çerçeve sunuyorsunuz. Sürece dair genel değerlendirmeniz nedir?

Aslında bugün zayıf bir hükümetle karşı karşıyayız. Uluslararası alanda yalnızlaşmış, içeride ancak kaderini MHP’ye teslim ederek ayakta kalabiliyor. AKP bir küskünler partisine dönüşüyor. Yerel seçim kampanyasını yürütmek dahi tek başına Erdoğan’a kalmış.

Emekçiler ve ezilenler cephesi ise hiç de zayıf değil. Erdoğan’ın estirdiği şiddet bizi yanıltmamalı. 12 Eylül’den daha karanlık bir baskı ortamı olsa da hükümet karşıtlarını teslim alamıyor. Devletin terörist ilan ettiği HDP geçtiğimiz genel seçimlerden üçüncü parti olarak çıktı. Ezilenlerin ve emekçilerin buldukları en ufak imkânda hükümete karşı öfkelerini yansıttığını görüyoruz.

O halde şunu soralım: Kendi iç sorunlarını çözemeyen ve halkın en politik kesimlerinin öfkesini kazanmış bu iktidar nasıl oluyor da yerinde kalıyor? 7 Haziran 2015’ten beri bunun tek açıklaması var. Onu götürme iddiasında olanlar, sorumluluklarını yerine getiremiyor. Aslında 7 Haziran seçimlerinde karşımızda sandıkta kaybetmiş bir Erdoğan vardı. Fakat bu sandık yenilgisini muhalefetin üzerine topyekûn bir saldırı başlatarak kendi lehine çevirdi. Ve bir yönüyle sandıkla iktidarın değiştirilemeyeceğini de bunu anlamamakta direnenlere gösterdi. Muhalefet ise en son 24 Haziran seçimlerinde gördüğümüz gibi esasen AKP’lilerin oylarını alma hayalini kuruyor. Bu yüzden Erdoğan’a cepheden bir karşı duruş sergilemeyerek sandığı hedefleyen bir strateji izliyor. Ve sürekli kaybediyor. Bugün işaret edilmesi gereken hükümetin böyle bir taktikle geriletilemeyeceği. Bu, seçimlerin önemsiz olduğu anlamına gelmez. Seçimlerden güç alarak Erdoğan’ı süpürmenin tek yolu olan bir halk hareketinin önünü açmak mümkündür. Seçim çalışmasından bu şekilde faydalanabiliriz.

Böyle bir genel çerçeveden hareket edersek zaten sandıkta kaybettirme hayali yaymanın neden yanlış olduğunu bir ölçüde söylemiş oluyorum. Fakat durum bugün Türkiye’de anlattıklarımla sınırlı değil ne yazık ki. Çünkü bugün açıkça sandıkta kazanma fikrini işlemek işçi ve emekçilere “Grev yapma!” demek, Kürtlere “Sesini çıkarma! Hatta kime oy vereceğini bile söyleme!” demek, hepimize “Leyla Güven’i görmezden gelelim” demek, 8 Mart’ta kadınların eylemine göğsümüzü gere gere sahip çıkmamak demek. Yani bugün sözüm ona AKP seçmenini ürkütmemek adına, AKP seçmeni zaten AKP’den ne kadar farklı oldukları aslında belirsiz olan CHP adaylarına oy verebilsinler diye elimizi kolumuzu bağlamamız, sadece sandıkları izlememiz isteniyor bizden. İşte adaylığım temelde buna bir itirazdır. Emekçilerin, Kürtlerin CHP sandıkta bir ihtimal kazanacak diye sessizliğe mahkûm edilmesine bir itirazdır. Kendi gücümüzü harekete geçirmeyen, sandığa kilitleyen bu taktik ancak düzene yarar. Üstelik bugün Cumhur İttifakı’nın sözüm ona alternatifi olarak çıkan Millet İttifakı’nın, özellikle onun ana bileşeni CHP’nin her kritik dönemeçte hükümete koltuk değneği olduğu son derece açık. HDP’li vekillerin içeri alınmasına çanak tutmuş, Afrin operasyonunda hükümetin desteğine koşmuş, her türlü kitle seferberliğinin önüne set olmayı görev bilmiş bir cenah var bize alternatif diye sunulan. Dün dokunulmazlık tartışmasında yaptığını bugün de idam tartışmasıyla yapıyor. “Dokunulmazlıkları kaldırmasına destek vermezsem namerdim” dedi, Demirtaş hapse atıldı. Şimdi de “İdamı onaylamazsam namerdim” diyor. Bu, Erdoğan’a destek olmak değil de nedir? Bu güce yedeklenmek bindiğimiz dalı kesmekten başka bir anlama gelmez.

AKP’nin yerel yönetim politikalarına karşı alternatifler sunmak ise bir başka tuhaflık bana kalırsa. Sorsanız Türkiye solunda herkes sivil toplumculuğa karşı çıkar. Ama 31 Mart’a doğru seçimleri “suni bir gündem” olarak görmeyen tüm akımlar şu ya da bu şekilde halkçı belediyecilik propagandası yapıyor. Aday çıkaranlar, kendi anlayışlarına uygun belediyeciliğin nasıl olacağının propagandasını yaparken, aday çıkarmayanlar muhtelif sözleşmeleri belediye başkan adaylarına imzalatmaya çalışıyorlar. Bu düpedüz sivil toplumculuktur, belediyeler ve sivil toplum örgütleriyle iktidarı önce kuşatıp sonra fethetme stratejisidir. Marksizm’le tanıştığımda ilk öğrendiğim şey sınıflı toplumlarda devletin rolü olmuştu. İşçi sınıfı egemen olmadan, yani kendi zor aygıtlarını yaratmadan, geçelim komünist bir idareyi, halkçı bir idare bile kuramaz. Elinizdeki zabıta bile İçişleri Bakanlığı’na bağlıyken siz hangi meclisle hangi halkçı yönetimi kuracaksınız?

Ülkede her sorun Saray’a bağlanmışken, Saray’ın tepesindeki Erdoğan ilçe ilçe seçim mitingi yapıyorken seçimlerin yerel nitelikte olduğunu düşünmek en iyi ihtimalle safçadır. Her fırsatta kayyum tehdidini kullanmaktan kaçınmayan, belediyelerin kısıtlı imkanlarını da saraya bağlamış bir iktidar var karşımızda. Bir yandan Türkiye’de faşizmin tahkim edildiğini, tek adam rejiminin kurulduğunu söyleyip diğer yandan da “Bizim belediyelerimiz şöyle hizmet yapacak” diye konuşmak zaten başlı başına çelişkili ve yanıltıcı. Üstelik zaten bu tabloda seçimlerde oy verecek hiç kimse mahalli sorunlara getirilen çözümlere bakarak oy vermeyecek. Zaten seçimler yaklaştıkça dozu artan beka tartışmasından da bu belli. Burada bizim karşımızdaki soru şu: Sarayı açıktan karşısına alan eylemli bir muhalefet hattı örecek miyiz yoksa CHP’nin sarayı meşru gören, provokasyona gelmeme bahanesiyle sokaktan uzak duran hattına mı yedekleneceğiz? Bu soruya verilen yanıt belirsizken yerel sorunları konuşmanın, halka burjuva partiler gibi projeler önermenin hiçbir anlamı yoktur.

Devrimcileri görevi eğer halka siyasi gerçekleri anlatmaksa, o zaman işe somut konuşmakla başlayalım. Somut konuşalım ifadesi de sıklıkla yanlış anlaşılıyor. Halkın günlük sorunlarından pahalı ekmekten, ulaşım sorunundan söz etmenin somut konuşmak olduğu düşünülüyor. Halbuki tam tersi doğru. Siz halkın ucuz ekmeği nasıl temin edeceğini anlatmazsanız “Ekmek!” talebini yükselttiğiniz zaman son derece soyut konuşmuş olursunuz. Burada elbette belediyenin ekmekleri nasıl üreteceğini, ücretsiz metrobüsün finansmanının nasıl sağlanacağını anlatmayı kast etmiyorum. Cumhur İttifakı’nın ve saldırılarının nasıl püskürtüleceğini kast ediyorum. Cumhur İttifakı gitmeden halkçı bir belediyeciliğin kurulamayacağını anlatmıyorsanız, Cumhur İttifakı’ndan kurtulmak için önce CHP’den kopmak gerektiğini anlatmıyorsanız yaptığınız propaganda soyut kalmaya mahkumdur. Bu nedenle ben seçimlerde halkçı belediyelerin nasıl işlemesinin gerekli olduğuna dair modellerin propagandasını yapmak yerine Cumhur İttifakı’ndan kurtulmayı mümkün kılacak somut bir mücadele hattına somut bir çağrı yapmayı doğru buluyorum.

Kimi AKP’ye bu belediyeyi kaybettirmeyi, kimi onun karşısında alternatif bir sol politikayı dillendirmeyi, kimisi de kendi propagandasını yapmayı önüne koymuş. Sizin hedefiniz ne? Farkınız ne?

Dediğim gibi öncelikle farkım sarayı doğrudan karşısına alan eylemli bir muhalefet hattını belirgin kılmak. Kimsenin açıktan Erdoğan’ı karşısına almadığı hatta çoğunun onun taklidini yaptığı bir seçim dönemi yaşıyoruz. Herkes uzun süredir olduğu gibi bir toplumsal kutuplaşmanın zararlarından bahsediyor. Oysa bana göre bugün ihtiyaç Erdoğan’ın karşısına ezilenlerin ve emekçilerin bir kutup olarak dikilmesi.

Belediye başkanı seçilirsem emekçilerin yerel sorunlarını nasıl çözeceğime, ne kadar metro yapacağıma ya da ucuz ekmek sağlayacağıma ilişkin de bir vaatte bulunmuyorum. Böyle vaatleri de halkı yanıltmak olarak görüyorum. Balık baştan kokar. Bu ülkede hükümetten kurtulmadan bir kazanım elde etmek mümkün değildir demek gerekiyor. Bu siyasi gerçeği halka söylememiz ve gereğini yerine getirmek için mücadele etmemiz öncelikli sorumluluğumuzdur.

Dahası batıda işçi sınıfının en politik kesimleri olan Kürtlerin adını kimse ağzına almıyor. CHP ve ittifak ortakları Kürtler hakkında konuşamıyor bile. Türkiye’de hükümet karşısında bir mücadelenin en aktif unsuru olacağını çeşitli vesilelerle göstermiş kitleler görmezden geliniyor. İkinci farkım Kürtlerin demokratik hak ve taleplerini hiçbir çekince olmadan dillendiren ve savunan tek aday olmam. Bu seçim döneminde hiçbir aday o veya bu kaygıyla Leyla Güven’in adını ağzına almıyor, onurlu direnişine sahip çıkmıyor. İstanbul’da seçim çalışmasını yürüten herhangi bir adayın cezaevlerindeki açlık grevlerinden, Kürtlerin anadilde eğitim hakkından yahut Zülküf Gezen’den söz ettiğini duydunuz mu?

Tüm bunları geçelim doğrudan yerel yönetimlerle ilgili bir soruna, kayyum tehdidine gelelim. Bugün kayyumlara karşı olduğunu söylemenin bir anlamı yok, CHP de kayyumlara karşı olduğunu söylüyor. Sorun kayyumların nasıl püskürtüleceği. “Biz seçimleri kazanırsak kayyuma karşı zafer kazanmış olacağız”, “Biz seçimleri kazanıp halkı şu ya da bu şekilde örgütleyerek kayyumları boşa çıkaracağız” dediğiniz zaman aslında kayyumlara karşı hiçbir şey söylemiş olmuyorsunuz. Daha da kötüsü kayyumlara karşı mücadeleyi seçimleri kazanmaya indirgemiş oluyorsunuz. Kayyumlar hakkında tutum takınmak bugünün sorunudur. Bugün itibariyle yani 22 Mart’tan itibaren, kayyumlara karşı nasıl bir mücadele hattını önerdiğinizi söylemeniz gerekir. Benim bu konuda söylediklerim son derece açık ve uygulanabilir: 31 Mart’a kadar tüm solun, seçim iklimini istismar ederek, CHP’den bağımsız temel demokratik hak ve özgürlükleri savunan, kayyumlara karşı ortak bir seçim çalışması yürütelim. Sonrasında da seçim sürecinde kazanılan politik enerji ve özgüveni 1 Mayıs’a ve sonrasına taşıyacak eylemli bir ortak mücadele hattını örelim. Ben seçim sürecinde kayyumlara karşı somut bir mücadele çağrısına denk gelmediğim için bu konuda genel olarak tutumsuz kalındığını düşünüyorum.

Bu son anlattıklarım aslında adaylığım konusunda bir başka önemli farkı ortaya koyuyor. Seçim süreci boyunca grupçu bir kaygıyla hareket etmedim, etmeyeceğim. Ben devrimci bir partinin yaratılması için mücadele eden bir komünistim. Fakat yürüttüğüm kampanya  söz konusu partinin ayrım çizgileriyle programatik temelleriyle ilgili değil. Aslında bugün hükümetin eylemli bir seferberlikle gönderilmesinden yana olan herkesi kapsayan bir vurguya sahip. İlk başta belirttiğim gibi aday olmam ortak bir siyasal sorumluluğun yerine getirilmesi gereğinden kaynaklandı. Bugün Türkiye’de açıktan hükümeti karşısına alan, Erdoğan’a “Seni oradan biz götüreceğiz” diyen, Kürdün yanında yer alan, kayyumlara karşı çıkan, mücadele eden emekçilerin yanında yer alan bir çizgiyi savunan herkesle bu kampanyayı ortak yürütmek istedim. Hatta bu talepler etrafında bir seçim çalışması öngören başka adaylar olursa da adaylıktan çekileceğimi söylemiştim. Fakat bu sorumluluğu omuzlayan başkaları olmayınca iş başa düştü.

Seçim çalışmalarınızdan bahseder misiniz? Neler yaptınız, neler yapıyorsunuz?

31 Mart seçimlerinin yerel seçim değil genel seçim manası taşıdığını aday olduğum günden beri söylüyorum. Bu seçimler belediyecilik fikirlerinin yarıştırılacağı, halkçı belediyecilik hakkında çözümler üretilecek bir seçim değil dediğim gibi. Kaldı ki içinde bulunduğumuz koşullarda herhangi bir halkçı belediyecilik uygulamasının mümkün olması için bile önce saraydan kurtulmak gereklidir.

Bu seçimlerde aday olmam dediğim gibi ortak omuzlanması gereken bir sorumluluk gereğiydi. Dolayısıyla seçimlerde demokrat adayları destekleyeceğini söyleyen her kesimle temas kurmaya çalışıyorum.

Aday olmadan önce de yaptığım gibi her türlü eylemliliğin yanında olmaya, sokağa çıkan kesimlere kendi sesimi duyurmaya çalışıyorum. Önceliğim hükümete karşı bir kitlesel seferberlik ihtiyacında olan, buna açık olduğunu ortaya koyan kesimlere ulaşmak.

Benim seçim çalışmam da bu saptamalarla şekilleniyor. Seçim çalışmasını destekleyen arkadaşlarla Kadıköy’de, Kartal’da, Maltepe’de stantlar açtık. Pek çok merkezî alanda sesli ajitasyon yaptık. İşçi mahallelerine, fabrikalara, atölyelere pazar yerlerine, kadın derneklerine, kahvehanelere ziyaretlerde bulunduk. Halkın Hukuk Bürosu’nda avukatların gerçekleştirdiği açlık grevinden, yargılanan barış akademisyenlerine; Leyla Güven’e ses olmak isteyenlerden 8 Mart’ta hükümetin karşısına çıkmaya cüret eden her kesimle omuz omuza olmaya çalıştım. Farklı sol akımların merkezlerine giderek tutumumuzu tartıştık, desteklemeye davet ettik. Tüm bu etkinliklerde saraya karşı ne yapmalı sorusunu tartışıyoruz, CHP’nin peşine takılmayan bir muhalefet olmadan sarayın asla geriletemeyeceğini anlatıyorum. Kürtlerin emekçilerin adını anmaktan çekinmiyorum, aksine onları merkeze koymadan bir muhalefet örülemeyeceğini söylüyorum, Gültan Kışanak’tan ve siyasi tutsaklardan bahsediyorum.

Kaldı ki Erdoğan’ın konuşmalarına, mitinglerine baktığımız zaman onun da belediyecilik uygulamalarından değil beka sorunundan bahsettiğini görüyoruz. Bu seçimde beni desteklemeniz iyi hizmet almanız için önemli demiyor, bu bir beka sorunudur diyor. Doğru söylüyor. Bu seçim belki 7 Haziran seçimlerinden beri tüm seçimlerde olduğu gibi bir beka sorununa işaret ediyor aslında. Yani böyle bir siyasi iklimde ‘bu belediye seçimi, beka ile ne alakası var’ diyen bir muhalefet sadece kaybetmeye mahkum değildir, aynı zamanda Erdoğan’a yardım etmiş olur. Yani benim seçim çalışmamda ne yaptığımdan çok seçim çalışmalarımızın içini nasıl doldurduğumuz önemli. Diğer adaylardan farkım da burada ortaya çıkıyor.

Muhalefetin diğer unsurlarının da katıldığı pek çok şey söylüyorsunuz. Diyelim ki çok az oy aldınız ve kampanyanız etrafında seferberlik yaratılamadı. Bu durumda siz “ben elimden geleni yaptım, doğruları söyledim, onlar dinlemedi” mi diyeceksiniz? Nasıl devam edeceksiniz?

Muhalefetin diğer unsurları benim söylediğim pek çok şeye katılıyor mu? Sanmıyorum. Ben özetle üç şey söylüyorum: “Saraydan kurtulmadan emekçilerin en ufak bir kazanım bile elde etmemiz mümkün değil. Saraydan kurtulmak için CHP’den bağımsız bir emekçi seferberliği şart. Seçimleri böyle bir emekçi seferberliği için kullanabiliriz.” Kimileri, CHP’nin İstanbul belediyesini kazanmasıyla emekçilerin bir nebze nefes alacağını söylüyor. İdam cezasını savunan, Kürt ve işçi düşmanı bir CHP ile neyin nefesini alacağız? Bu görüşü savunan arkadaşlarla anlaştığımız söylenebilir mi? Kimileri de seçimlerin önemini yitirdiğini söylüyor. Seçimlerin çözüm olmadığı doğru ama yaklaşık 45 milyon emekçinin oy kullanacağı, tüm hesapların merkezinde duran seçimlerin önemsiz olması düşünülebilir mi? Sosyalist bir hareketin seçimleri pas geçmesi anlaşılabilir mi? En azından aktif bir boykot çalışması yapması gerekir. Demek ki bu konuda da anlaşamıyoruz.

Şimdi sorunuzun ikinci kısmına gelelim. “Diyelim ki kampanyanız etrafında bir seferberlik yaratılamadı” diyorsunuz. Yeri gelmişken alacağım oyu hiç önemsemediğimi belirteyim. Yirmi oy da alabilirim ve bunun hiç önemi yok çünkü seçimlere girme amacım farklı. Ama benim halihazırda yürüttüğüm kampanyanın amacı kitlesel bir seferberlik yaratmak da değil, zaten yaratamaz da. Hatta daha ileri gidip şunu söyleyeyim: HDP’nin dahil olmadığı, yahut onun içinden HDP tabanını harekete geçirebilecek bir güç çıkmadığı sürece hiçbir seçim çalışması kitlesel bir seferberlik öremez. Bunları unutmak siyasetin en basit kuralını unutmak olur: Siyaset güçle yapılır. Bu doğru, ama başka bir doğru daha var. Siyaset güç sahiplerinin ne dediğine bakılarak da yapılmaz. Örneğin seçimlerdeki tutumumuzu belirlemek ya da açıklamak için HDP’nin ne diyeceğini bekliyorsak baştan bütün siyasi iddialarımızı yitirmişiz demektir. Evet, sadece doğruları söyleyerek siyaset yapılmaz, ama doğruları söylemeden hiç yapılmaz. Doğruları söyleyeceksiniz ki sizi dinleyenlerin sayısı artsın. Ben neredeyse hiçbir sol akımın dillendirmediği basit iki doğruyu söylüyorum: “Bir kitle seferberliği için belediye projeciliği yarışına girmeyip Erdoğan’ı hedef tahtasına oturmak lazım. Bir kitle seferberliği için seçimlerde CHP’yi desteklememek lazım.”

Ama doğruları söylemek de yeterli değil, doğruları doğru yerde söylemek gerekir. Doğru yer, insanların ilgilendiği, onları politikleştiren gündemdir. Bugün herkesin seçim sonuçlarına kilitlendiği, seçimlerde açıktan bir pozisyon belirleyemeyenlerin bile en azından niye açıktan bir pozisyon belirleyemediğini açıklamak zorunda hissettiği Türkiye’de doğru yer seçim değil de neresidir? Seçimlerin çözüm olmadığını düşünüyorsanız, aktif bir boykot kampanyasını düzenleyecek gücünüz olmadığı sürece, bunu seçimlerde söylemelisiniz diye düşünüyorum.

Ben tam da böyle yaptım. Amacımı oy toplamak yahut bir kitle seferberliği oluşturmak üzere değil, bir kitle seferberliğinin nasıl oluşturulması gerektiğini sola ve emekçilere duyurmak olarak tarif ettim. Ben “doğruları söyledim elimden geleni yaptım” diye kendimi teselli etmek şöyle dursun iki nedenden ötürü kendimi başarılı görüyorum. Birincisi, seçimler vesilesiyle beni destekleyenlerin çapını kat be kat aşan bir kitleye sesimi ulaştırdım. İkincisi, sol akımların içinde CHP kuyrukçuluğu tartışması sürüyor. 31 Mart sonrasında alevlenerek sürecek. Sadece doğruları söylemekle kalmayıp, doğru bir tutum da takındığım için de bu tartışmalara müdahil oldum ve olacağım.

Muhalefetin diğer unsurlarından ayrı, kendi yağında kavrulan bu çalışma, nihayetinde toplumsal muhalefetin ortak mücadele gündemlerine nasıl bir katkı sunmuş olacak?

Benim çalışmam “Kendi yağında kavrulan çalışma” olarak tanımlanabilir mi? Bir yönüyle hayır. Zira demin belirttiğim gibi sadece seçimlerde aday olmanız bile sizin çalışmanızın imkanlarını arttırıyor, dinleyici sayınızı genişletiyor. Benim durumumda bu etki daha büyük, çünkü İstanbul Büyükşehir seçimlerinde “Asıl sorun saray” diyen tek adayım. Kürtlerden bir tek ben bahsediyorum. Kısacası geniş kesimlerin öfkelerine ve özlemlerine sesleniyorum. Bu da çalışmamı “kendi yağında kavrulan bir çalışma” olmaktan çıkarıyor.

Ama diğer anlamda haklısınız. Toplumsal muhalefetin hiçbir kesimi ortak bir aday etrafında bir seçim çalışması yaratmadığı için benim çalışmam kesinlikle “kendi yağında kavrulan bir çalışma”. Bildiğiniz üzere ben Köz saflarında mücadele ediyorum. Köz’ün seçimlerden aylar önce ortak aday çağrılarında bulunup bu konuda defalarca görüşmeler yürüttüğü de biliniyor. Dolayısıyla bu çalışmanın “kendi yağında kavrulması” bizim değil toplumsal muhalefetin diğer unsurlarının tercihi. Umarım kendileri ortak bir aday çalışmasına niye dahil olmadıklarını açıklar da hepimiz bunun sebeplerini öğrenmiş oluruz.

Toplumsal muhalefetin bugün yeni mücadele gündemleri icat etmesine gerek yok. Türkiye’de en bariz sorun Erdoğan’dan nasıl kurtulacağımız sorunudur. Toplumsal muhalefetin ortak mücadele gündemlerinden söz ediyorsunuz. Bugün toplumsal muhalefetin saray hükümetinden daha önemli bir gündemi olabilir mi? Halkın başlıca sorunu budur. Halk da sorunun bu olduğunun belki de sol akımlardan daha net bir şekilde bilincindedir. İronik olan solun türlü kaygılarla seçimler bahsinde bu konu hakkında konuşamaması, yani toplumun gündeminden kendini soyutlamasıdır.

Bu yüzden sunulması gereken katkı ‘Erdoğan nasıl gidecek?’ sorusuna net bir yanıt vermektir. ‘CHP ve İyi Parti işbirliği açık ya da örtük bir şekilde desteklenerek bu sorun çözülebilir mi?’ sorusuna net bir yanıt vermek gereklidir. Ben adaylığımın ve yürüttüğüm kampanyanın her şeyden önce bu soruya bir yanıt olmasıyla başlı başına en önemli katkı olduğunu düşünüyorum. Bu hükümetten onun yedek lastiğinin peşine takılarak kurtulamayız deme cesaretini göstermenin, herkesi bu konuda net bir tutum takınmaya davet etmenin toplumsal muhalefete en büyük katkı olacağı kanaatindeyim. Çünkü peşi sıra yaşadığımız seçim dönemlerinde yahut hükümetin içinde bulunduğu gerileme dönemindeki kırılma noktalarında hep bu soru karşımıza çıktı ve şimdiye kadar verilen yanlış yanıtta da ısrar edildi. Dolayısıyla toplumsal muhalefet olarak adlandırdığınız kesimlerin bu yanlışını açıkça altını çizmek adaylığımın en büyük katkısı olacaktır.

Paylaş