Emperyalist Savaşa Karşı Sınıf Savaşı

0

[Bu yazının orijinali Proleter Devrimci KöZ’ün Ağustos 2002 tarihli 1. sayısında yayımlanmıştır]

İnsanlık tarihinin bilinen en eski öykülerinden biridir savaş. Tarihin en çok bilinen ve bugüne en fazla nakledilen kesitinin, sınıflı toplumların ‘fetihlerinin’, ‘ilerlemelerinin’, ‘gelişmelerinin’ tarihi olduğu düşünürsek, bu durumun şaşılacak bir tarafı olmadığını da kolaylıkla görebiliriz. Kapitalizm öncesinde, devletlerin savaş stratejileri ve fetih hayalleri, ellerinin kollarının yettiği yerle sınırlı kalırken; burjuvazinin ortak bir dünya pazarı ve ortak bir dünya tarihi yaratışına olanak veren teknik imkanlar, o gün bugündür savaşların rengini de, kapsamını da değiştirmiştir. Sonsuz ve sürekli sermaye birikimi ve rekabet üzerine kurulu olan kapitalist sistem, emperyalist dönemiyle birlikte dünya savaşlarını kaçınılmaz hale getirmiştir. Temel olarak aşırı üretim krizlerinin, yeni pazar arayışlarının, sonsuz ve sürekli sermaye birikimi arzusunun ve tabii ki rekabetin vesile olduğu savaşlar, her seferinde başka başka gerekçelerle açıklanmış ve açıklanmaya devam edilmektedir.

Savaşları çıkaranların mazeretlerinden ibaret olan bu gerekçelere inananlar emperyalist savaşlar sırasında nerede nasıl tutum alacaklarını karıştırma kusurundan kurtulamazlar. Emperyalist savaşların finans kapitalin değişik kesimleri arasındaki çıkar çatışmasından değil, kimi insani yahut haklı gibi görünen davalar  uğruna yapıldığını zannedenler bazı kapitalistleri «iyiliksever», «ilerici» diye ayırt etmeye varırlar. «İnsan hakları» ve «demokrasi» demagojilerinin ardına saklanan kimi emperyalist kurumları diğerlerinden ayırmaya yönelirler. Böylece sınıf düşmanları arasında tercihte bulunmaya varırlar.

Oportünizmin en tipik göstergesi olan bu yanılgı ve çarpıtma nedeniyle, örneğin ikinci emperyalist paylaşım savaşının hepsi birbirinden gerici olan emperyalistler arasında bir paylaşım kavgası değil de, faşizme karşı demokrasinin savaşı olduğuna inananlar hala az değildir.

Böylece emperyalist savaşlar sırasında içine en sık düşülen ve de en fazla bu sebeple zarar görülen hatalardan biri belirginleşmektedir. Bu hatanın yol açtığı oportünist tutumun temel çizgisi güya «nesnel koşulların zaruri neticesi» olarak burjuva devletlerinden birini ya da bir kaçını diğerlerine tercih etmekle kendini gösterir.

Halbuki burjuvazinin de yekpare bir bütün olmayışı, taa Komünist Manifestodan beri bildiğimiz ve hiç unutmamız gereken bir gerçektir. Kendi içinde çeşitli çıkar farklılıkları olan kesimler, gruplar vardır. Bunlar kendi emellerini gerçekleştirmek için işçi sınıfının içinde «sosyalizm dalkavukluğu» yapamaya varan oyunlara dahi girişmektedirler.  Bilhassa savaş dönemlerinde işçi sınıfının kendi yerine savaşmasını sağlayabilmek için uydurulan yalanların haddi hesabı olmaz.

Mazlum halkları kötü firavundan kurtarmak; devletin ve de milletin inançlarına yapılan saldırıya karşılık vermek; demokrasi düşmanlarına haddini bildirmek en sık karşılaşabileceğimiz gerekçelerden sadece birkaç tanesidir. Bunlara inananlar da az değildir.

Bu tür görüşleri, ne tarafta olduğu tescil edilmiş burjuvalardan duymak şaşırtıcı değildir. Fakat işçi sınıfının yanında olduğu iddiasını taşıyanların da tarihin çeşitli kertelerinde bu tür ya da benzer söylevlere sahip olduğunu biliyoruz.  Birinci emperyalist paylaşım savaşı döneminde İkinci Enternasyonal partilerinin yaptığı tam da budur.

Birinci dünya savaşı patlak verene dek savaşla ilgili en radikal sözleri sarf edenler, en radikal kararları alanlar savaş patlak verdiğinde ulusal savunmaya çekilerek bu davranışlarını «nesnel koşulların kaçınılmaz taktikleriyleö açıklamışlardır. Örneğin Alman Sosyal Demokratları Rusya’nın kendilerinden daha gerici olduğunu dolayısıyla Almanya’nın Rusya karşısında yenilgisinin Almanya’ya gericilik getireceği savının arkasına gizlenerek savaş döneminde Alman devletinden taraf olmuşlardır. Aynı biçimde Fransız Sosyal Demokratları Almanya karşısındaki bir yenilginin Fransa’ya Prusya gericiliğini getireceği iddiasıyla Fransız devletinin tarafında yer almıştır. Böylece Paris Komünü sayesinde ilk proletarya diktatörlüğünün kuruluşuna ivme veren olayın Fransız gericiliğini temsil eden Louis Bonapart’ın Prusya gericiliğine yenik düşmesi olduğunu çoktan unuttuklarını ve unutturmak istediklerini belli etmişlerdir. Bolşevikler ise bunu unutmadıklarını göstermek üzere «emperyalist savaşta kendi devletimizin yenilgisi ehveni şerdir» şiarını öne çıkarmışlardır.

Oportünistler Rosa Luxembourg’un o dönemde ifade ettiği gibi; barış zamanında işçileri sermaye düzeni çerçevesinde uysal bir çizgide tutmak üzere birleştirir; savaş zamanında ise birbirlerini boğazlamak üzere seferber edilmelerini sağlar. Bu yüzden oportünistler kendini açıkça belli eden düşmanlardan daha tehlikelidirler.

Çünkü bunlar işçi sınıfını sermayenin arabasına koşarken işçi sınıfının kurtuluşu için mücadele etme iddialarından yararlanmaktadırlar. Eğer siyasi çatışmaların farklı görüşler arasında cereyan ettiği düşünülürse bunlara kanmak mümkündür. Ama Lenin’in siyasetle ilgili ünlü sözü akıldan çıkartılmazsa bu duruma hayret etmeye hacet yoktur: Siyasi mücadele argümanlar arasında değil, sınıfsal çıkarlar ve güçler arasında cereyan eder.

Bu sözün ışığıyla ilk emperyalist paylaşım savaşına bakan bolşevikler savaş sırasında sosyal şoven bir tavır benimseyenlerin, barış zamanında emperyalizmin işçilerinin bir kısmına «sus payı» olarak sunduğu kırıntılardan nasiplenenler olduğunu ortaya koymuşlardır. Sosyal emperyalist diye adlandırılan oportünistler barış zamanında işçi aristokrasisin, sendika bürokrasisinin ve yasalcılığın üzerine tünemiş olanların arasından çıkar. Uzun lafın kısası savaş döneminin sosyal emperyalistleri, barış dönemlerinin gizli ya da tescilli oportünistleridir. Savaş zamanında bunların etkisinden kurtulabilmek için barış zamanında onlarla ayrım çizgilerini çekmeye özen göstermiş olmak gerekir. Bunları savaş dönemlerinde açığa çıkarmak pek kimsenin işine yaramaz; çünkü uzun barış dönemleri boyunca işçi sınıfının büyük çoğunluğu onların etkisi ile kör bir dehlize sürüklenmiştir bile. Öyleyse kimin gerçekte hangi tarafta olduğunu anlamak için nasıl bir turnusol kağıdı kullanılmalıdır? Sosyalizmle ilgili en güzel sözleri söyleyenlerin kim için ne gibi güvenilirliği vardır? Kritik dönemeçlerde «ne şiş yansın ne kebap» misali muğlak tavırlar alanların; «başka bir şey yapmak mümkün değil» bahanesinin arkasına sığınarak kapitalistlerin olasılıklar dahilinde bıraktığı seçeneklerden birine yahut diğerine sarılanların; sınıf mücadelesinin çetinleştiği dönemlerde hangi yanda tavır alacağı besbelli olmalıdır.

Bu tür örnekleri çok uzaklarda aramaya gerek yoktur. Egemenler arasından birini diğerine tercih edenlere yaşadığımız topraklarda da sık sık rastlanmıştır.

Örneğin geçen Körfez Savaşı döneminde canavar Bush’a karşı, Ortadoğu’nun fedaisi, mazlum halkların firavunu gibi sıfatlarla tabile taltif edilen Saddam’ın tarafında yer alanlar buna örnektir. Açıktan bunu söyleyemedikleri için Saddam’ın değil Irak halkının yanında olduklarını izah etmek üzere sayfa sayfa makaleler döşenenler de bu türün bir  başka örneğidir. Afganistan’daki savaşa karşı şimdilerde Afganistanda inzibatlık görevini yerine getiren devletin valisinden izin alarak ve hepsi Afganistan’daki savaşı destekleyen basın kuruluşlarına savaş karşıtı açıklamalar yapmayı marifet sayanlar da aynı türe girer. Emperyalist savaşlar karşısında ezilen halkların derdine deva olacak araç ve aygıtları yaratmaktan aciz oldukları halde bu acizlerini açıklamaktan kaçınanlar ise aynı çıkmaza doğru giden iyi niyet taşlarıyla döşeli yolun üzerindedirler. İsrail saldırılarına karşı Filistin halkının yanında yer aldıklarını göstermek için ışık kapatıp açanlar, miting düzenleyenler de bu türe dahildir. Bunlar hayırlı bir iş yapmanın verdiği gönül rahatlığından başka birşeye kavuşabilmekte değildirler.

Peki ne yapmalı o zaman? Bir şey yapabilmek için önce ne yapılacağı konusunda net olmak gerekir. Sıkıntıların başında savaşa karşı devrimci tutumun ne olduğu konusu çoktan beri unutulmuştur. Bu nedenle önce bu tutumu netleştirmek gerekir.

Bolşevikler Savaşa Karşı Ne Yapmışlardı?

Tarihin çok da uzak olmayan fakat sanki çok eskilerde kalmış gibi anlatılan zamanlarına 1905’lere, 1917’lere döndüğümüzde bulacaklarımız bize bu mesele ile ilgili en açık ve net cevapları vermektedir.

“Kapitalistler dünyayı hınzırlıkları nedeniyle değil, ulaştıkları yoğunlaşma düzeyi kar sağlamak için onları bu yola zorladığından paylaşıyorlar. Dünyayı da «sermayeleri», «güçleri» oranında paylaşıyorlar; çünkü kapitalizm ve meta üretimi altında başka bir paylaşma yöntemi olamaz. Güç de ekonomik ve siyasal gelişmelere bağlı olarak değişiyor. Olanları anlayabilmek için, güç ilişkilerindeki değişikliklerin hangi sorunları çözdüğünü bilmek gereklidir. Bu değişikliklerin salt ekonomik mi, yoksa ekonomik olmayan (örneğin askeri mi) karakterde mi olduğu sorunu, kapitalizmin son aşaması ile ilgili temel görüşleri değiştirmeyecek ikincil bir sorundur. Kapitalist gruplar arasındaki mücadelenin içeriği sorunu yerine, bunların (bugün barışçı, yarın savaşçı ve öbür gün yine savaşçı olacak) biçimlerini sorun etmek bir bilgiç durumuna düşmektir.” (Lenin, Emperyalizm, TE, C.22, s.273)

Lenin’in bu sözleri bundan yıllarca önce söylenmiş de olsa bugün tüm canlılığıyla geçerliliğini korumaktadır. Sadece bu sözler değil; bolşevikler tarafından savaş karşısında alınan tutum da en az aynı derecede bugün yapılaması gereken işlere ışık tutmaktadır.

Ne 1905’te Japonya-Rus savaşında, ne de birinci dünya savaşı sürecinde Bolşevikler, Rusya’nın «düşmanları» karşısındaki zaferi için mücadele etmemişlerdir. Aksine Rusya’nın düşmanları tarafından yenilgiye uğratılmasını hiç değilse zayıf düşürülmesini bir devrim fırsatı olarak görmüşlerdir. Ama savaş zamanı Rusya’nın yenilgisi için emperyalist düşmanlarından medet umma gibi bir beklemecilik içine de girmemişlerdir. Savaşa karşı bozgunculuk yaparak, askerleri silahlarını kendi subaylarına çevirmeleri için örgütlemişlerdir. Bunu yapabilmek için de bugünkü savaş karşıtları gibi «askere gitme, kardeş kanı dökme» sloganlarıyla işçi sınıfını oyalamaya asla itibar etmemişlerdir.

Bolşevikler sadece savaş alanına sürülen işçileri, köylüleri değil, cephe gerisinde kalanları da bozgunculuk yapmaya kışkırtmışlardır. Çünkü bozgunculuğun sadece muharebe meydanında yapılmayacağını hatta en zor orada yapıldığını herkesten çok onlar bilmekteydi.

Askerin kılık kıyafetini dikmekle yükümlü olanlar; kullanacağı silah ve cephaneyi üretenler, savaş araçlarının bakım ve tamiratını yapanlar; ulaşım ve iletişim ağında çalışanlar en az elinde silahı tutan asker kadar bozgunculuk yapmaya müsaittir. Üstelik askerler ancak savaş zamanında öne çıktıkları halde bu kesimlerde çalışanlar barış zamanında da savaş için çalışmaktadır. «Barış zamanında» savaşa karşı mücadeleyi askere gitmemekle sınırlı görenler savaş zamanı geldiğinde de bu alandaki görevlerinin farkına varmayacaklardır.

Oportünistler «barış zamanında savaşa karşı mücadele savaş zamanında barış için mücadele» kısır döngüsünün şampiyonlarıdır. Bolşeviklerin izinde gidenlerin şiarı ise «emperyalist savaşlara karşı da emperyalist barışlara karşı da sınıf mücadelesi»dir.

Dünyanın neresinde olursa olsun kapitalistlerin yerel, bölgesel, ya da dünya çapındaki tüm savaşlarına verilecek tek cevap sınıf savaşımıdır. Iraklıların, filistinlilerin, Kürtlerin, Türklerin tüm dünya halklarının kurtuluşu ancak sınıf savaşına son verecek proleter devrimlerle mümkündür. İnsan hakları savunucularının, barışseverlerin, muğlak laflar söyleyenlerin en çok korktukları savaş işte bu savaştır. Sınıf savaşının nihai hedefe varmasına önderlik edecek bir devrimci parti ise mevcut değildir. Komünistler savaşın kapıya dayanmasını beklemeden ve usanmaksızın bu gerçeği hatırlatmak ve bu ihtiyacın karşılanması için mücadele etmekle yükümlüdür.

«Savaş zamanlarında binlerce insan ölüyor! Sömürülen yığınların sırtındaki sömürü ve baskı bin kat artıyor. Buna sessiz mi kalacağız?» diyenleri şimdiden duymak mümkündür. Bu bahaneyle emperyalist savaşlarda taraflardan birine yahut diğerine yamanmaktan başka yol olmadığına kanaat getirenler hiç eksik olmamıştır. Bu gibilerin en iyi niyetli olanları ise, komünistlerin söylediklerinin doğru olduğunu ama bugünün koşullarında bu doğru politikaları hayata geçirecek bir devrimci parti olmadığı için yahut varolanların bolşevikler kadar güce sahip olmadıkları için oportünist manevralara razı olmak gerektiğini savunanlardır. Ama bunlar diğerlerinden daha masum değildir. «Madem böyle bir eksiklikten dem vuracaktınız; niçin bu bahaneye sarılmak için bu günü beklediniz?» diye sormak lazım onlara.

Ciddi dönemeçlere gelmeden evvel pupa yelken gidiyormuş edasıyla hareket edip tam sorumluluk alma zorunluluğu kapıya geldiğinde yetersizliklerini itiraf etme alışkanlığına sahip olanların kritik dönemeçlerde tuttukları yol daima açıktan açığa oportünistlik yapanlarınkiyle aynısı olmaktadır.

Barış zamanlarında burjuvazi için çalışıp, yaşayanların savaş zamanlarında da yine onlar için ölmek durumunda bırakılmasına şaşırmamak gerekir. Ama barış zamanında zaferden zafere koşuyormuş gibi davrananların savaş zamanlarında suspus olmasına da hayret etmemeli.

Şaşırmayacağız demek hiçbir şey yapmayacağız demek değildir. Çıkılan yol meşakkatli ve uzun bir yoldur. Bu yolu bir çırpıda aştıracak bir formül  henüz insanlık tarafından keşfedilebilmiş de değildir. Dolayısıyla bu yolda ısrarlı bir biçimde yürümekten vazgeçip «çözüm» yaratamayacak işlerin peşine takılarak vakit kaybetmemek gerekir.

Esas yapılması gereken emperyalist savaşları proletaryanın egemen devletlere karşı savaşına çevirecek olan temel aracı yaratmaktır. Bunu yapabilmek için de bu aracı insanlığın kurtuluşu yolunda  kullanılabilecek maharete sahip biricik toplumsal güç olan proletaryanın en devrimci kesimleri arasında yuvalanmak ve örgütlenmek üzere bilinçli ısrarlı ve kararlı bir mücadele çizgisini elden bırakmamak gerekir. Komünistlerin parti birliği için mücadele edenler bolşeviklerin izinden giden bir devrimci enternasyonalist partinin önderliği olmadan savaşlara nihai olarak son verilmeyeceğini lafta değil ciddi ve samimi olarak savunmaktadır. Bu demektir ki mevcut durumda yaklaşan savaşlardan hiçbiri sonuncu savaş olmayacaktır. Bu nedenle barış zamanında da savaş zamanında da komünistlerin öncelikli ödevi değişmeyecektir. Bu ödevin ışığında önlerine koydukları işler ve üstlendikleri sorumluluklar değişmeyecektir. Gerek barış koşullarında gerekse de savaş koşullarında bu koşulları aynı amaç  doğrultusunda ve ilkelerinden şaşmadan istismar ederek parti yolundaki hazırlık faaliyetini sürdürmek savaşlara gerçekten son verebilmek için yapılması gereken en ciddi ve en sahici iştir. Bu yolda adımlarımızı şaşırmadan yürümeye devam edeceğiz.

Elbette soyut formülasyonların kimseye bir faydası yoktur. Hele savaş gibi ciddi konularda bu bin kez daha doğrudur. Ama «gideceği limanı bilmeyen gemiye hiçbir rüzgarın faydası yok» sözü de boşuna söylenmiş değildir. Gideceğimiz yeri biliyoruz. Oraya bizden önce kimsenin varmayacağını da biliyoruz. İşçi sınıfına nasıl bir partiye ihtiyyacı olduğunu hem barış koşullarında hem savaş koşullarında göstermek için inatçı bir kavgayı sürdürmeye azimliyiz. Bu bilinçle yapmakta olduğumuz işleri yapmaya devam edeceğiz.

Paylaş