AKP’nin Yalanlarına Yasaklarına, Tertiplerine İnat HDP’yi Destekle!

0

[Bu yazı Komünist KöZ Gazetesi’nin Mayıs 2015 tarihli özel sayısında yayımlanmıştır.]

12 Eylül Barajını Delmek için, Gezi’nin Gösterdiği Yolu Unutmadan; AKP’nin Yalanlarına Yasaklarına, Tertiplerine İnat HDP’yi Destekle! 

7 Haziran seçimleri yaklaşırken seçimlerin kaderini belirleyecek kadar önemli bir dönemeç 30 Mayıs günü İstanbul’daki HDP mitingiyle dönülecek.

Seçim kampanyalarının kızışmasıyla ve sondajlara göre HDP giderek yükselen bir çizgide görülüyor. AKP’nin ise her adımda gerilediği görülüyor.

Bu tablo hükümeti ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı giderek artan bir fütursuzlukla ve umarsızlık içinde yasaları ve Anayasayı çiğnemeye itiyor.

Sadece bu da değil. Her şeyi bir siyasi istismar malzemesi yapan hükümet Ermeni soykırımının yüzüncü yılını savuşturabilmek için yüz yıldır 18 Mart günü anılan Çanakkale savaşının anma törenlerini bu yıl 24 Nisan’a çekme gibi bir bayağı siyasi manevraya başvurmaktan geri durmamıştı.

Şimdi de yaklaşan seçimlerin kaderini belirleyecek bir dönemeci ifade edecek 30 Mayıs HDP İstanbul mitingi yaklaşırken 105 yıldır 29 Mayıs gününde yapılan fetih kutlamalarının tarihini bir gün ileri çekerek HDP mitingini önlemeye yeltenmiş bunun için Validen seçim kurullarına kadar bütün kurumları harekete geçirerek pervasızlık zincirine bir halka daha ekledi. AKP seçim kampanyalarına dönüştürülen sahte toplu açılış törenlerine bir de bunu eklemekten çekinmiyor. Son dakikaya kadar bu yöndeki baskı ve tertiplerini arttıracağının işaretlerini her geçen gün veriyor.

Hükümet ve Cumhurbaşkanını Kenan Evren’in bile yapmaya cüret edemediği kadar aktif bir biçimde müdahale ediyor. Besbelli ki bunun nedeni hamasi nutuklarda söylendiği gibi 7 Haziran seçimlerinden AKP’nin beklediği sonucun çıkmayacağının giderek daha belirgin hale gelmesidir.

Bu şartlar altında gündeme gelen HDP’nin 30 Mayıs mitingi müstesna bir önem taşıyor.

Bunu idrak etmek için geride bıraktığımız İstanbul 1 Mayıs’ını hatırlamak ve değerlendirmek gerekir.

1 Mayıs 2015 daha önce başka örneklerde olduğu gibi kısır bir Taksim tartışmasının girdabına sürüklendi. Solu oluşturan muhtelif akımlar bir yanda, sendika bürokratları bir başka yanda bu dönemecin seçim sürecinden kopartılmasına ayrı ayrı ve birlikte katkı koydu.

AKP’nin İstanbul’da bir kez daha adeta bir olağanüstü hal tablosu yaratırken asıl muradı dev bir AKP karşıtı seçim mitingine dönüşebilecek bir 1 Mayıs mitinginin önlenmesi idi. Hiçbir siyasi aktörün böyle bir mitingin sorumluluğunu almaya talip olmaması ile bunu sağlamayı başarmıştır.

KöZ ise ısrarla HDP’nin görevinin 1 Mayısın sorumluluğunu üstlenerek emekçileri ve ezilenleri bu önemli mücadele gününde AKP’ye karşı bir protesto mitingiyle seferber etmek olduğunu vurguladı. Bu çerçevede de AKP’nin 1 Mayıs dönemindeki hırçın tutumunun Taksim Meydanı hakkındaki bir hassasiyetten ziyade böyle bir siyasal protesto etkinliğinin önünü kesmek olduğuna dikkat çekti.

AKP’nin 1 Mayıs’taki tutumu esas olarak böyle bir protesto mitingini önlemek olduğuna göre, 30 Mayıs’ta yapılması planlanan HDP mitingi de bu geride kalan ve ıska geçilen 1 Mayıs mitinginden daha önemli. Gelinen noktada giderek güç kaybeden AKP’yi daha fazla tedirgin ediyor. O nedenle de bu dönemeci sıradan bir seçim mitingi olarak değil 1 Mayıs’ı akılda tutarak ele almak ödevdir ve sorumluluk gereğidir.

KöZ’ün arkasında duran komünistler 7 Haziran seçimlerinde önemli bir dönüm noktası olmaya aday olan 30 Mayıs İstanbul mitingine bu bilinçle hazırlanmaktadır ve herkesi de 7 Haziran gününe kadar bu sorumluluğun bilinciyle mücadele etmeye çağırmaktadır.

Bu dönemece asla “biz yasal hakkımızı kullanır mitingimize gideriz eğer bir provokasyon olursa onun sorumluluğu da AKP’nin üzerinde kalır” hafifliği ile yaklaşılamaz.

Böyle bir tutum burjuva legalitesinin bile bizzat hükümet ve Cumhurbaşkanı tarafından ayaklar altına alındığı koşullarda bu legaliteye güven telkin etmeyi anlatır. Bu legaliteye teslim olma tutumuna kapı aralar. Aksine meşruiyetini kendinden alan Gezi ayaklanmasının yolunu takip eden bir çizgiye ihtiyaç var.

Bu şartlarda AKPnin mağdur rolü oynayarak prim yaptığına inanıp HDP mağdur duruma düşerse kitle desteğinin artacağını sanmak safdillik olur.

Çünkü kitlelerin tuzağa düşürülerek mağdur olan bir partiye değil giderek gericileşen, 12 Eylül rejiminin bekçisi ve mirasyedisi olan AKP hükümetinden kurtulma yolundaki mücadelede sorumluluk üstlenecek bir partiye ihtiyacı var.

AKP’nin Kaderinin Tayin Olacağı Seçimlere Giderken “Çözüm Süreci” Ne Oldu? 

7 Haziran seçimleri yaklaşırken sözümona “çözüm süreci”nin yerinde yeller esiyor olması en önemli gelişmelerden biri.

Oysa Erdoğan sarayına göçerken ve yeni AKP hükümeti kurulurken bunun için bir bakan tahsis edilmesi bile seçimlere giderken AKP’nin bu süreci istismar ederek seçim badiresini atlatmak isteyeceğini düşündürüyordu. Dolmabahçe açıklaması da bunun ilan edilmesi gibi algılandı.

Ama bu açıklamayı tanımadığını açıklayarak Erdoğan ilk karşı hamleyi yaptı. Sonra AKP içinde ve hükümetle saray arasında bir çelişki yaratacak tarzda izleme heyetine müdahale etti, “Kürt sorunu yoktur” vb. açıklamaların ardından “masa da yoktur; zaten hiç olmadı” diyerek noktayı koydu.

KöZ Erdoğan’ın zoraki oturduğu bu masadan kalkmak için fırsat kolladığını sık sık vurguladı. Bu maksatla Kürt tarafının masayı tekmelemesi için her vesileyi istismar ettiğini söyledi. Hatta vesile yaratmakla meşgul olduğunu sistematik biçimde teşhir etti.

Lakin AKP’nin muradı olmadı. Sonuçta gelinen noktaya varıldı. Masayı tekmeleyen zaten masanın tekmelenmesi için baştan beri fırsat kollayan Erdoğan oldu.

Bu sürecin nasıl bu noktaya geldiğini ve neden tam da şimdi böyle noktalandığını anlamaya ihtiyaç var. Bu aynı zamanda 7 Haziran seçim- lerini ve sonrasında olacak olanları kavramak için de gerekli. 

“Çözüm Süreci” Bir AKP “Açılımı” Değil

Adı bile tam olarak konamayan ve ortak bir isimle anılamayan bu süreç, çerçevesi çok daha önce Amerikan emperyalizmi tarafından çizilmiş olsa da, hükümetin iddia ettiği ve çoğu kesimin de doğru kabul edip savunduğu gibi, AKP’nin “meşhur açılımlarından” biri olarak başlamadı. Kürt tarafı hükümetin lütfen açtığı bir masaya oturmak zorunda kalmadı. Tersi doğruydu. 

Ölüm oruçları Erdoğan’ın tahmin ettiği ve arzuladığı gibi, ve daha önceki benzerlerinde olduğu gibi, eylemcilerin ölmesiyle ve olayın dışarıya yansımadan dışarıda bir eylem dalgasını tetiklemeden sona ermedi. Tersine dışarıya taşma eğilimi kazandı. Kitlesel ve hükümete karşı büyük bir eylemliliği tetiklemeye aday bir gelişme kedini gösterince hükümet yıllardır tecrit altında tuttuğu Öcalan’a başvurarak bunun önünü kesmek zorunda kaldı. Böylece tükürdüklerini yalamak ve geri adım atmak zorunda kaldı. Bu hükümet açısından bir geri adım ve ölüm orucu eylemlerinin başarısıydı. Zira ölüm oruçlarının tek hedefi de zaten bu tecridin kalkmasından ibaretti.

Mecburen Öcalan üzerindeki tecridi kaldırmak zorunda kalan hükümet ikinci hamlede elinin altında bulunan Öcalan’ı bir başka tecrit altında tutma kurnazlığına soyundu. MİT vasıtasıyla yürüttüğü görüşmeleri kullanarak, kapalı devre ve konspiratif hesaplarla kitle hareketini Öcalan sayesinde denetim altında tutmak istedi. 

Ne var ki Öcalan da kendisini önemsizleştirmeye yönelik girişimleri boşa çıkarttı. Bu süreçten bir biçimde tecridi kırmak üzere yararlandı. Sürecin nispeten alenileşmesini böylece sürekli gündemde kalmayı sağlayabildi. 

O noktadan itibaren İmralı görüşmeleri AKP’nin arzu ettiği gibi, BDP kitlesinin ve Kandil’in hareket kabiliyetini kısıtlı tutmakla sınırlı bir araç olmaktan çıktı. Hükümet sokaktaki muhalefeti bastırmak istedikçe İmralı’dan gelecek mesajların dışarı ulaşmasına izin vermek zorunda kaldı. Bir başka deyişle uyguladığı tecridi aralamak zorunda kaldı. 

Bu durum tersinden kitle hareketinin motivasyonunu sağlayan bir etken oldu. Mamafih her seferinde kitle hareketinin hükümeti rahatsız edecek tarzda yükselişi yine aynı kanaldan frenlendi. Hükümet her ne kadar bu yoldan muradına (yani PKK’nin tümüyle teslim olması ve kayıtsız şartsız silah bırakmasına) eremediyse de en sıkışık dönemeçlerde nefes alabilmek için bu “çözüm süreci” aldatmacasını sonuna kadar istismar etmekten de geri kalmadı. Öyle ki giderek bunun bir oyalamaca olduğu gerek Kandil gerekse de BDP cephesinde sıkça dile getirilmeye başlandı. Adım atmak zorunda olduğunu kabullenmekten başka seçeneği kalmayan hükümet, bu adımı atmaktansa şimdiye kadar elde ettiği seçim başarılarında önemli bir rol oynayan bu demagojiyi terk etmeyi tercih etti. AKP’nin asıl ihtiyacı PKK’nin şu ya da bu şekilde silahları bırakmasından çok HDP’nin 7 Haziran’da önünü kesmesiydi. 

Bu ise AKP’nin kaçınmasının mümkün olmadığı temel çelişkiyi ifade etmekteydi: eğer “çözüm süreci”nin sonunda PKK Türkiye’de silahlı mücadeleyi bırakıp Türkiye’de parlamenter siyasete yönelirse bundan en büyük zararı AKP’nin görmesi kaçınılmazdır. AKP’nin bu sürecin bir türlü ilerlememesinde ısrar etmesinin nedeni de budur. Seçim sathı mailine girilmesiyle bu çelişki apaçık ortaya çıktı ve AKP’nin çözüm sürecine noktayı koyması da kendini dayattı. 

Rojava Devrimi AKP’nin Hesaplarını Alt Üst Etti

Sürecin akıbetini belirleyen ikinci etken, yani Rojava devrimidir. Rojava devriminin yarattığı iklim müzakerelere dışarıdan basınç uygulayan ve genel olarak Kürt tarafının maneviyatını yükselten ve her şey razı olmayacaklarını ifade etmesini sağlayan, özel olarak da Öcalan’ın pazarlık payını arttıran bir faktör oldu. Bilhassa kitlelerin herhangi bir çözüme razı olmayacaklarını dile getirmesini sağlayan bir etken oldu. İkinci aşamada da Erdoğan’ın “düştü düşecek” diye ümit beslediği Kobane’de AKP’nin besleyip yönlendirdiği IŞİD çetelerinin dünyanın Kobane’yi tecrit etmesine rağmen hezimete uğramasıyla hem Erdoğan bir adım daha geri atmak zorunda kaldı hem de beri tarafın maneviyatı ölçülemeyecek kadar yükseldi. Üstelik bu gelişme aynı zamanda HDP’nin seçim zemininde AKP’nin karşısına daha güçlü bir biçimde çıkmasını da teşvik edip tetikleyen bir etken oldu.

İşte Erdoğan’ın artık çözüm sürecini hiç bir biçimde istismar edemeyeceğine kanaat getirmesinde son noktaya, “AKP düştü düşecek“ denen noktaya böyle gelindi. 

Kuşkusuz 8 Haziran’dan itibaren nasıl bir meclis aritmetiği oluşacağı ve AKP’nin Erdoğan’ın paçasını kurtarmak için ne tip manevralara girişip HDP’nin ve Öcalan’ın önüne neler koyacağı, berikilerin bu durumda ne yapacağı belli değildir. Ama en azından bu tablonun 7 Haziran’a kadar AKP aleyhine ve HDP lehine işleyeceği şüphesizdir. Muhtelif hükümet tertiplerine verilen yanıt pasif bir yanıt da olsa buna işaret etmektedir.

AKP çözüm sürecine noktayı koymuş durumdadır ve yerine gelmesi muhtemel olanların da böyle bir gündemi olmayacaktır. Her ne kadar pek çoklarının düşündüğü gibi bu temelde yeni bir AKP-HDP diyalogu imkânsız görünmese de artık eskisi gibi bir “çözüm süreci” olmayacağı bellidir. O nedenle son birkaç seçim badiresinden “çözüm süreci” demagojisiyle sıyrılan AKP, 2015 seçimlerine giderken bir darbe tehdidine maruz olduğunu öne sürerek mağdur rolü oynayarak paçayı kurtarma ve taraftarlarını aktif bir tutum almaya yöneltme gayretindedir. 

Ama olası bir darbe yahut ayaklanma girişimi karşısında Erdoğan’ı savunmak için Rabia Meydanı’nda toplanan İhvancıları aşacak kitlesellikte ve cesarette bir sessiz çoğunluğun bulunduğu efsanesi piyasaya sürülse de böyle bir kitle mevcut değildir. Erdoğan’ın elinin altında hiçbir zaman tam olarak güvenmeyeceği sivil ve ya askeri bürokrasiden başka güç yoktur. Aynı nedenden ötürü hem devletin güçlerini harekete geçirme hem de paralı uşaklarıyla IŞİD çetelerinden sonuna kadar yararlanarak HDP etrafındaki kitle güçlerini dağıtmak üzere her türlü yolu deneyeceğinden şüphe etmemek gerekir. Bu da çözüm süreci demagojisinin yarattığı görüntünün tam aksine giderek otoriterleşen bir baskıcı rejimin işaretlerini vermektedir. 

Bu şartlarda AKP’ye karşı bir pasif direniş çizgisi tehlikelidir. Zira inisiyatifi daima saldırgana bırakan bir tutuma işaret eder. Bu çerçevede “provokasyona gelmeyelim” çağrıları aktif bir kitle seferberliğinin önünü kesen ve siyasal mücadeleyi medyatik bir propaganda/ajitasyon alanına ve parlamento kulislerine sıkıştıran bir çizgiyi kalınlaştırmaktadır. Oysa asıl yapılması gereken Gezi Ayaklanmasının gösterdiği yoldan yürüyerek ve 7 Haziran’da 12 Eylül barajını delmekle yetinmeyip AKP’yi bu yoldan aldığı güçle devirecek aktif bir ana muhalefet hareketini ezilenlerin ve emekçilerin birleşik kitlesel seferberliği ile sağlamaktır. 

Paylaş