30 Mart’taki Başarısızlığın Derslerini Çıkararak 1 Mayıs’a!

0

Bu yazı Nisan 2014 tarihli KöZ Gazetesi 36. sayısında yayımlanmıştır.

2014 yerel seçiminin belediyecilikle ilgili bir seçim olmadığı aylar öncesinden belliydi. Gerek Amerika’nın kalemini kırdığı Erdoğan’ı AKP ile birlikte “deliğe süpürmek” için düğmeye basmasıyla harekete geçen MHP destekli Cemaat-CHP koalisyonu, gerekse de ayakta kalabilmek için her türlü saldırgan yönteme başvuran Erdoğan yerel seçimlere bu bilinçle hazırlandılar.

AKP DE CHP DE SEÇİMLERDEN ZAFERLE ÇIKMADI
Amerikancı muhalefet seçim çalışmasının merkezine skandalları ve yolsuzluk operasyonlarını oturttu. Açıklanan MGK belgeleriyle, ses kayıtlarıyla amaçlanan; Erdoğan’ı sersemletmek, yıpratmak ve nihayetinde içinden çıkamayacağı bir kıskaç içine almaktı. Seçimlere bu şekilde ilerleyip, seçim sonuçlarında AKP’yi 2009 yerel seçimlerinde aldığı oyun çok daha aşağısına çekmek, böylelikle Erdoğan’ın tek tutunacak dalı olan, “milli irade”, “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” silahını da onun elinden çekip almaktı. Nihayetinde daha kapsamlı bir hücumla Erdoğan’dan kurtulmaktı.

Buna karşılık Erdoğan da seçimleri bir güven oylamasına çevirip, içinde bulunduğu soruşturma kıskacından bir seçim zaferiyle sıyrılmak böylelikle muhaliflerini sandığa karşı darbe planlamakla suçlamaya devam etmek istiyordu.

Doğrusu yerel seçimlerde Amerikancı muhalefet istediğini alamadı. AKP’nin oy oranı 2011 seçimlerine kıyasla ve Erdoğan’a artık “her iki kişiden biri” demagojisini kullanmasına izin vermeyecek oranda düşmüş olsa da 17 Aralıkçıların beklentilerini karşılayacak ve seçim sonrasındaki hamlelerini kolaylaştırıp ona meşruiyet zemini hazırlayacak kadar düşmedi. AKP’nin oyları 2009 yerel seçimlerinin altına düşmedi hatta hangi yöntemle sayılırsa sayılsın 2004 seçimlerinden dahi yüksek bir oranda kaldı. Böylelikle Gezi Ayaklanması sırasında da olduğu gibi, Erdoğan’a daha beter bir sonuçtan kurtulma fırsatı doğdu. Bununla birlikte Erdoğan’ın da seçimden zaferle çıktığı söylenemez. “Her iki seçmenden biri benimdir” demagojisinin maddi temeli zayıflamış, siyasi ittifaklar kurmadan Cumhurbaşkanı olma umudu kalmamıştır. 2011 seçimlerinde Anayasa’yı referanduma götürme sayısının kıl payı altında kalması Erdoğan’ın yeni bir Anayasa yapmasını imkânsızlaştırmıştı. Şimdi de büyükşehir belediye seçimlerinde CHP-MHP adayları karşısında kendisini destekleyen Saadet Partisi ve BBP’nin tüm seçmenlerinin oyunu alsa yüzde elliyi geçememektedir. Başka bir deyişle BDP desteklemediği sürece Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olamayacağı belli olmuştur.

12 EYLÜL REJİMİNİN KRİZİ YUMUŞAMADI  DERİNLEŞİYOR
Burjuva muhalefetinin seçimlerdeki başarısızlığı ise şaşırtıcı değildir. Skandal ve kasetlerin etkisiyle hükümet devirmek burjuva siyasetinde kullanılan etkili bir yöntem olsa da, bu türden araçlarla seçmenleri bir burjuva partisinden başka bir burjuva partisine yönlendirme girişimlerinin başarıya ulaştığı pek görülmemiştir.

Bununla birlikte seçimler sonucunda Erdoğan’ın muhaliflerinin onun hışmından korunmak için kendisiyle iyi geçinme yollarını arayacağını, dolayısıyla var olan siyasi krizin yumuşamaya başlayacağını düşünmemek gerekir. Muhalefetin ipleri Amerika’nın elindedir. ABD’nin Erdoğan’la buzları eritme yönünde adım attığını gösterir hiçbir gelişme de yoktur. Hatta Twitter ve YouTube’un yasaklanması sırasında yapılan açıklamalardan da anlaşıldığı üzere gelişmeler tam aksi istikamettedir. Ukrayna’dan Suriye’ye siyasi kargaşanın büyüdüğü bir dönemde ABD açısından Erdoğan’dan kurtulmanın aciliyeti artmaktadır. Tam da bu yüzden seçim başarısızlığı Erdoğan’dan kurtulma girişimlerinin hız kazanmasına
yol açacaktır.

Amerika’nın sesi olarak okunması gereken   Financial Times’ın “Erdoğan muharebeyi kazandı savaşı değil” başlığı da bu çerçevede okunmalıdır. Seçmenler bu kavganın asıl aktörleri olmadıklarına göre, devlet içindeki parçalanma ve yarılma daha da artacaktır. Bu yüzden de hem Erdoğan hem de rakipleri bir yandan rejimi değiştirmekten söz edip diğer yandan da 12 Eylül rejiminin en gerici kurumlarına sahip çıkmak için birbirleriyle yarışacaklardır. Bu durumun kendisi 12 Eylül rejiminin daha fazla yıpranması, var olan siyasi krizin daha da derinleşmesi anlamına geleceği açıktır.

ASIL ÖNEMLİ OLAN EMEKÇİ VE EZİLENLER ADINA SEÇİMLERE GİRENLERİN BAŞARISIZLIĞIDIR
Yerel seçimler yaklaşırken siyasal krizin derinleşmesi emekçiler ve ezilenler açısından büyük bir fırsattı. Amerika ve ilişkili olduğu sermaye gruplarının Erdoğan’dan kurtulmak için harekete geçtikleri koşullarda emekçi ve ezilenlerin Gezi Ayalanması’nın ve Rojava Devrimi’nin rüzgârını arkalarına alarak kendi inisiyatifleriyle, eylemli bir şekilde Erdoğan’ı geriletmesinin Türkiye’deki siyasi haritanın yeni baştan çizilmesine yol açacağı KöZ sayfalarında defalarca tekrarlandı.

Bu amaca ulaşmanın yolu da belli idi: AKP ve CHP’yi açıkça karşısına alan bir propaganda çizgisi izlemek, seçim sürecini bir oy kazanma süreci olarak görmemek. Tam tersine 30 Mart’a AKP ve CHP karşıtı kitlesel eylemleri yükselterek, bu eylemleri seçim sonrasına taşıma hedefiyle hareket etmek gerekirdi.

Böyle bir çizgi izlendiği takdirde emekçiler hem sandıkta hem de sokakta önemli mevziler kazanmış olacaktı. AKP ve CHP’ye karşı net tutum seçimlerde yüzde on barajını aşma imkânını yaratabilirdi. Bu da 12 Eylül’ün temel yasaklarından birini geçersizleştirerek, tüm siyasi dengeleri yeniden oluşturmak, burjuva parlamentosunu kilitleme kapasitesine ulaşmak anlamına geliyordu. Ama aynı zamanda alanları ve meydanları Erdoğan’a dar ederek emekçilerin demokratik haklar ve özgürlükler mücadelesine yeni bir ivme katmak anlamına geliyordu.

Dahası AKP’ye karşı mücadelenin öncülüğünü CHP’nin elinden almak CHP’nin önünü kesmek için CHP’ye lafla çatmaktan daha etkili bir yol olurdu. Aynı zamanda da AKP için ağır bir darbe olurdu. Tam bu yüzden 2013 Newroz’undan bugüne KöZ sol akımların emekçileri “AKP’ye aldanma CHP’ye yol verme” şiarıyla harekete geçirmeleri gerektiğini savundu. Yine aynı nedenden ötürü Newroz’a katılanların Haziran Ayaklanması’na katılanlarla buluşturulması için başta BDP olmak üzere tüm sol akımların sorumluluk alması gerektiğini savundu.

30 Mart seçimlerinin sonuçları solun bu fırsatların değerlendirilmesi konusundaki başarısızlığına ayna tuttu. ÖDP daha seçimlerden önce bağımsız bir tutum belirleme konusunda havlu atarak belediye başkanlığı seçimlerinde aday çıkarmayacağını, yani CHP’nin oylarını bölmeyeceğini, ancak belediye meclislerinde boy göstereceğini açıkladı. TKP ise sadece bir kaç şehirde aday göstererek, AKP’ye karşı CHP adaylarını desteklemiş oldu.

Buna karşılık boykotçu akımlar sandıkta silindiler. Zira ortada Türkiye tarihinin katılım oranı en yüksek seçimlerinden biri vardı. “İsyan sandığa sığmaz”, “Gezi’yi sandığa hapsedemeyiz” türünden keskin söylemlerle örtmeye çalışsalar da esas olarak CHP’ye destek olmuş oldular. Zaten bu kesimlerin temel kaygısı da geniş katılımlı bir boykot örgütlemek değildi. Bunun hiçbir maddi temelinin olmadığı belliydi. Olacak olan, kendi kitlelerini seçimlerde serbest bırakmaktı. Bu akımlardan kimilerinin belediye seçimlerini parlamenterizm olarak mahkum ederek muhtar seçimlerine yoğunlaşmasının başka bir açıklaması olamazdı zaten.

Dolayısıyla, bu akımlar da seçimleri külliyen reddediyor gibi yaparken aslında kendi kitlelerini CHP’nin etkisine terk etmiş oldular. Bununla birlikte AKP’yi geriletip CHP’ye yol vermemeye asıl aday kesim elbette boykotçular değil BDP-HDP idi. Ne var ki BDP-HDP de AKP’yi geriletemedi. Hatta eğer bugün AKP hala yüzde kırkların üzerinde bir oy almışsa bu esas olarak BDP-HDP’nin yüzündendir.

Siyasal mücadelenin dingin geçtiği koşullar   altında BDP-HDP’nin 2011 seçimlerine kıyasla oyunu yüzde 5,7’den 6,6’ya çıkarması, BDP’nin Kürdistan’da Ağrı, Bitlis ve Mardin’i kazanması, Urfa’da oylarını arttırması mütevazı bir başarı olarak değerlendirilebilirdi. Ancak bugün aynı değerlendirmeyi yapabilmek için son bir senedir yaşanan gelişmelere kör olmak gerekir.

Yerel seçimler Türkiye tarihinin en büyük siyasal krizlerinden birinin anaforunda gerçekleşti. Bu kriz AKP’sinden Cemaatine, CHP’sine burjuva siyasetinde Kürtlerin ve ezilenlerin karşısında duran tüm güçlerin rezilliklerini ve kepazeliklerini sergileyerek yıprattı.

Sadece bu da değil 2013 Newroz’undan bugüne Roboski davası aklandı, Ceylanpınar’a El-Kaidecilerin bombaları düştü, Reyhanlı’da katliam provaları yapıldı. Özellikle Kürdistan’da ezilenlere moral veren Rojava devrimi güç kazandı; hiç beklenmedik bir anda patlak veren Gezi Ayaklanması’nda emekçiler AKP’ye olan nefretlerini eylemli ve CHP’nin güdümüne girmeyen bir şekilde gösterdiler. Tüm bu gelişmelerin yaşandığı sırada AKP’nin oylarında yaşanan düşüş AKP’den BDP-HDP’ye değil, AKP’den MHP’ye akan oylarla son derece sınırlı bir şekilde gerçekleşti. Üstelik BDP-HDP yüzde on barajına yaklaşmak şöyle dursun, Kürdistan’daki dinamizmin taşıyıcısı olan iki şehirde de önemli oranda oy kaybetti.

BAŞARISIZLIĞIN ÖLÇÜTÜ SANDIK SONUÇLARI DEĞİLDİR
Seçim sonuçları, AKP’yi geriletme konusunda kaçırılan fırsatların açık göstergelerini sunsa da meselenin en önemli boyutu sandık değildir. Asıl eksiklik ezilenlerin emekçilerin kitlesel ve eylemli muhalefetini sağlama konusunda yaşanmıştır. Seçim sürecini demokratik hak ve özgürlükler mücadelesinin bir kaldıracı olarak kullanmak ancak Newroz’a katılan kitleyle Gezi Ayaklanması ile sokaklara akanları eylemli bir şekilde buluşturulduğunda mümkün olurdu.

Ancak Gezi Ayaklanması’ndan sonraki sınırlı Lice eylemi hariç, bu birliktelik hiç sağlanamamış, kitleleri eylemli bir şekilde seferber etme yolunda kayda değer bir girişimde bulunulmamıştır. Hal böyle olunca da sadece kitle eylemleri cılızlaşmamış, Gezi’ye akan yığınların CHP’nin etki alanından kurtarılması sağlanamamış, Newroz alanını dolduran yığınların önemli bir kesiminin AKP’ye yedeklenmesi önlenememiştir.

Burjuva siyasetinde dalaşma sürerken hem AKP’ye hem CHP’ye karşı net ve sert bir muhalefetin yükseltilmemesi HDP-BDP’nin seçimlerdeki başarısızlığının en gözle görünür nedenidir. “Cemaat’e ve darbecilere destek olmama”, “ulusalcılara Ergenekonculara destek olmama” adına, AKP hedef tahtasına oturtulmamış, ezilen ve sömürülen Kürt yığınları alanlara çağrılmamıştır. Kürt kitlelerinin bu süreçte seferber edilmemesi tıpkı Gezi Ayaklanması sırasında olduğu gibi, Erdoğan’ı 30 Mart seçim sonuçlarından fazla rahatlatmıştır.

Benzer şekilde Türkiye’nin batısında, özellikle de İstanbul’da “CHP’lilerin oyları bölüyorsunuz”, “AKP’nin sol içindeki Truva atısınız” eleştirileri karşısında savunmacı bir pozisyon takınılmıştır. Sırrı Süreyya’nın “AKP’yi on eleştiriyorsam CHP’yi bir eleştiriyorum”, “bundan sonra Sarıgül’ü hiç eleştirmeyeceğim” ve benzeri sözleri de bu savunmacı ruh halinin örnekleridir. Seçimlerden sonra Demirtaş’ın seçim değerlendirmesinde “CHP bizimle ilkeli bir ittifak yapsaydı seçim sonuçları bambaşka olurdu” sözleri bu anlayışın seçim sonrasında hala sürdüğünü göstermektedir.

Hâlbuki yapılması gereken ta baştan CHP’yle hiçbir şekilde ittifak yapılmayacağını açıklamak, Amerikancı-TÜSİAD’çı CHP’nin ezilenlere umut değil tehdit olduğunu söylemekti. CHP’ye bel bağlayan kitleyi CHP’den koparmak ve kimin bölücü olduğunu teşhir etmek için de kapalı kapılar ardındaki ittifak görüşmelerine gerek yoktu. KöZ’ün Haziran ayından beri tekrarlayageldiği gibi, AKP’ye karşı mücadelede öne çıkmak ve adayların Gezi sonrasında kurulmuş forumlarda ve benzeri halk meclislerinde ortaklaşa belirlenmesini savunmak yeterli idi.

SEÇİM KAMPANYASINDA YAŞANAN ZAAFLAR NEDEN DEĞİL SONUÇTUR
Bununla birlikte BDP-HDP’nin AKP ve CHP’ye karşı yürüttüğü kitle seferberliğinden yoksun ve ikircikli seçim kampanyasını bir neden değil sonuç olarak görmek gerekir.

Seçimlere kimi yerlerde BDP kimi yerlerde de HDP çatısı altında girme kararı alındıktan sonra, seçim kampanyasının bu şekilde yürütüleceği belli olmuştu. Bu tercih Kürdistan ve Türkiye’nin farklı siyasal coğrafyalar olmalarından kaynaklanmıyordu. Öyle olsaydı bile BDP’nin Türkiye partisi olma iddiasıyla çelişeceği için yanlış olurdu. Zaten Mersin ve Konya’da da seçimlere BDP çatısı altında girilmesi farklı bir kriterin kullanıldığını gözler önüne sermiştir.

İşin doğrusu BDP AKP’yle yerel zeminde kapışıp üstün çıkabileceğini düşündüğü bölgelerde seçime kendi ismiyle katılmış, asıl çatışmanın AKP ve CHP arasında olduğu zeminlerde ise seçimlere HDP adıyla katılmıştır. Böylelikle BDP, CHP’nin etkisiz olduğu alanlarda AKP ile ülkedeki siyasal krize karşı mücadeleye neredeyse hiç girişmeden, tümüyle yerel sorunları merkeze oturtan bir mücadeleyle kendini sınırlamıştı. CHP’nin etkili olduğu alanlarda ise, Türkiye’deki siyasal krizle ilgilenmeyi HDP’nin omuzlarının üzerine yıkmıştır.

BDP asıl ilgi alanını neredeyse tamamen AKP ile mahalli sorunlar çerçevesinde kapışmak olarak tarif edince, HDP’nin tüm Türkiye’yi kesen gelişmelere ilişkin propagandası da bu partinin bileşenlerinin boy pos oranına uygun bir şekilde gerçekleşmemiştir. Esas olarak BDP dışındaki sol akımlara havale edilmiştir. Hal böyle olunca da Türkiye’nin batısındaki metropollerde AKP ve CHP karşısında eylemsiz ve etkisiz bir seçim kampanyası yürütülmesi daha baştan kaçınılmaz olmuştur.

“ÇATI PARTİSİ” HEDEFİNİN KÖTÜ MİRASI
Ancak seçimlere iki farklı kimlikle katılmak da olsa olsa bir ara neden olabilir. Bu tercihin arkasında 2011 seçimlerinden sonra yeni bir ivme kazanan “çatı partisi” tartışmaları yatmaktadır. Bilindiği üzere genel seçimler esas olarak Emek Demokrasi ve Özgürlük Bloğu’nun yani solun geniş kesimlerinin AKP ve CHP’ye karşı yürüttüğü seçim çalışmasının bir zaferi olmuştu. Bu zafer solda defalarca kesintiye uğramış çatı partisi tartışmalarına bir kez daha hayat öpücüğü vermiş ve HDK üzerinden HDP’ye varan süreç bu seçimlerden sonra başlamıştı.

Halbuki tam da bu sırada KöZ EDÖB’ün seçim zaferinden bir çatı partisi çıkarmanın yanlışlığına işaret ediyordu. Seçim zaferi şu ya da bu partinin değil, odağında BDP’nin durduğu emekten ve ezilenden yana güçlerin eylem birliğinin ortak başarısıydı. Tam da bu nedenden ötürü seçimden çıkarılması gereken sonuç bu eylem birliğini bir parti girişimine evrilterek darlaştırmak değil, türlü bahanelerle EDÖB’den uzak durmuş sol akımları da kapsayacak şekilde genişletmek olmalıydı.

Üstelik kurulmak istenen çatı partisinin programının ve tüzüğünün BDP’den neredeyse hiç farkı yoktu, hatta neredeyse BDP ve öncelleri model alınarak hazırlanmıştı. Bu bakımdan bir çatı partisi ihtiyacı duyanlar eylem birliklerini parti tartışmalarına boğmak yerine BDP’ye katılmalıydılar. Aksi bir durum sadece eylem birliklerini darlaştırmakla kalmayıp aynı zamanda BDP’nin bir Türkiye partisi olmanın getirdiği sorumlulukları üstlenmemesi anlamına gelecekti.

YEREL SEÇİMLERİN DERSLERİYLE 1 MAYIS’A
Bu gözle bakıldığında 2014 yerel seçimlerinde kaçırılan fırsatlar, aslına bakılırsa başta BDP
olmak üzere solun 2011’den beri eylem birliklerini darlaştıran ve siyasal sorumluluktan kaçan tutumlarının bir sonucudur. Bugün HDP’nin içindeki bileşenler elbette son üç yıllık pratiklerini ve bir çatı partisi olarak HDP’nin anlamını sorgulamalıdırlar. Keza her fırsatta BDP’nin eksiklerini sıralamayı bir görev bilen akımlar da, BDP ile bir seçim ittifakı yapmaktan, Newroz’larda yer almaktan, seçimlerde CHP’yi sert bir şekilde eleştirmekten neden kaçındıklarının muhasebesini vermelidirler.

Zira BDP’yi ve HDP bileşenlerini eleştirmek boykotçu akımların hakkı değildir. Böyle bir eleştiri ancak her zaman en geniş eylem birlikteliklerini savunanların; emekçilerin bağımsız, birleşik ve kitlesel eylem birlikteliklerini her platformda savunanların; savunmakla kalmayıp bu yoldaki girişimlere her koşul altında azami destek sunanların; daha da önemlisi, önümüzdeki dönemde emekçilerin eylemli ve birleşik savunma hattının örülmesi için azami sorumluluğu almaya kararlı olanların hakkı olabilir.

Dolayısıyla geçmişteki hataların muhasebesi bir yana, bugün için asıl önemli sorun yerel seçimlerdeki hataları düzelterek, 1 Mayıs’a, 1 Mayıs’tan cumhurbaşkanlığı seçimlerine ve genel seçimlere nasıl hazırlanılacağını netleştirmek olmalıdır. KöZ’ün seçimlerdeki başarısızlığa dair değerlendirmeleri bu çerçevede anlaşılmalıdır.

Her şeyden önce 30 Mart’la birlikte tamamlanmış bir sürecin olmadığını belirtmek gereklidir. Bu nedenle 30 Mart’taki başarısızlık bir felaket değildir. Düzenin krizi derinleşerek ilerleyecek, emekçi ve ezilenlerin önündeki fırsatlar çoğalacaktır. Ancak hiçbir krizin ilelebet sürmeyeceğini ve sermaye düzeni açısından da mutlak bir çöküş anlamına gelmediğini de akılda tutmak gerekir. Eğer emekçiler ve ezilenler krizin çözümü için harekete geçmezse, bu krizden düzen partilerini zayıflatıp demokratik hak ve özgürlükler mücadelesini büyütmek için faydalanmayı bilmezse, kriz burjuva siyasetinin aktörleri tarafından yeni ve gerici bir istikrar kurularak çözülecektir. Bu istikrarı AKP’nin yahut Amerika güdümlü CHP’nin sağlaması hiç fark etmez. Kurulacak yeni istikrar Kürtlerin ve işçilerin sindirileceği yeni bir karanlık döneme işaret eder. O halde krizden emekçilerin lehine faydalanmak isteyenlerin öncelikle AKP’nin yahut CHP’nin “kötünün iyisi” olmadığı konusunda netleşmeleri gerekir.

KENDİNİ GÖSTEREN 12 EYLÜL REJİMİNİN KRİZİDİR
Ezilenlerin hem AKP’yi hem CHP’yi karşılarına almasını sağlamak için öncelikle bugünkü siyasal krizin esas olarak 12 Eylül rejiminin bir krizi olduğunu kavramak gereklidir. Tam da bu yüzden kendini Erdoğan’ı istifaya zorlamakla, erken seçim çağrısında bulunmakla sınırlayan bir çizgi kaçınılmaz olarak Erdoğan’ı kendi yöntemleriyle devirip, yerine 12 Eylül rejimini rötuşlayarak düzeltmeyi hedefleyen Amerikancı muhalefete destek olmuş olur. Bu da tersinden, 12 Eylül sınırları içinde kalındığı sürece, “müzakere süreci” dâhil olmak üzere diğer kültürel, demokratik hak ve özgürlüklere dair tüm pazarlıkların Erdoğan’la mı yoksa CHP ile muhatap olunduğunda mı daha sonuç alıcı olacağı tartışmasına kapı aralar.

Hâlbuki 12 Eylül rejimi hüküm sürdükçe, değil müzakere sürecini ilerletmek, demokratik hak ve özgürlükler alanındaki en ufak bir mücadeleyi bir adım ileri götürmek dahi mümkün değildir. O bakımdan bu kriz karşısında emekçilerin “yeni bir rejim yeni bir anayasa”, “Demokratik Anayasa için Kurucu Meclis!” “Kurucu Meclis için yasaksız, barajsız, engelsiz seçim” şiarını yükseltmeleri gerekir. Bugün için AKP’ye ya da CHP’ye karşı meyletmeden birleşik mücadele hattını örmenin tek koşulu budur.

Ancak ete kemiğe bürünmeyen, eylemsiz kalan tutum ve şiarların hiçbir politik anlamı yoktur. Bu yüzden de yerel seçimlerde kaçırılan fırsatların derslerini çıkaranlar öncelikle şu ya da bu parti tartışmasına takılı olmayan birleşik ve kitlesel bir eylem çizgisi izlemelidirler. AKP’yi CHP’ye yol vermeden geriletip devirmenin yolu ancak ve ancak kitlesel bir seferberlikle açılabilir.

Gezi Ayaklanması’nın hala belleklerde olduğu, AKP’nin seçim hileleri karşısında, CHP’nin
tüm engellemelerine ve sükûnet telkinlerine rağmen kitlelerin sokağa çıkma arzusu görülmektedir. Aynı nedenle Kürdistan’da ortaya çıkan ve sert baskı tedbirleriyle karşılaşan eylemler de bir buluşmanın zeminini oluşturmaktadır. Bu koşullarda seçimlerin yer yer yenilenmesi olasılığı 1 Mayıs’a giden sürecin seçimler sürecindekinden farklı bir iklimde gelişeceğine işaret etmektedir. Böyle bir iklimde böyle bir seferberliğin koşulları her zamankinden fazladır. 1 Mayıs’a ve Haziran ayaklanmasının yaklaşan yıl dönümüne bu bilinçle hazırlanmak gerekir.

VAROŞLARDA BİRLEŞEREK 1 MAYIS MİTİNGLERİNE AKMALI
1 Mayıs eğer sendikacıların yahut Gezi’nin sırtına basarak AKP karşıtlığı yapmak isteyen CHP’lilerin bir gövde gösterisi olmayacaksa Newroz’a ve Gezi’ye ayrı ayrı damarlardan akan kitlelerin buluştuğu bir mücadele günü olmalıdır. Böyle bir mücadeleyi örmenin kalkış noktası elbette varoşlar olmalıdır.

Nitekim Gezi Ayaklanması’nı Erdoğan için ürkütücü kılan sadece Gezi Parkı’yla ve Taksim meydanıyla sınırlı bir ayaklanmanın varlığı değildi. Asıl ürkütücü olan bu ayaklanmanın varoşlara taşarak boyutlanmasıydı. Bunca yıldır hâkim sınıfı Newroz’larda diken üstünde oturtan da yine aynı korkudur. Ayrıca emekçi ve ezilenlerin bu iki kesimi aynı mahallelerde yaşadıkları için birleşik mücadelenin en kolay kurulabileceği zemindir.

Daha da önemlisi grup çıkarlarının değil birleşik mücadele kaygısının damgasını vurduğu Gezi Ayaklanması’nın bu özelliği en çok emekçilerin birleşik bir şekilde varoşlardan Taksim’e aktığı eylemlerde belirginleşmişti. Tam da bu nedenle bugün AKP’nin karşısına Gezi’nin rüzgarıyla dikilmek isteyenler, 1 Mayıs mitinginde varoşlarda birleşerek ortak bir yürüyüşle akmalıdırlar. Bu yürüyüşü gerçekleştirmek için gösterilen irade ne kadar güçlüyse 30 Mart yerel seçimlerinin dersleri o kadar iyi çıkarılmış demektir.

AKP’ye Yüklen CHP’ye Yol Verme!
1 Mayıs için Varoşlarda Birleş
Alanlarda Devleş!

Paylaş