1 Eylül Dünya Barış Günü’nün Perdelediği Gerçekler

0

Bu yazının orijinali Proleter Devrimci KöZ’ün Eylül 2003 tarihli 11. sayısında yayımlanmıştır.

1946 yılının haziranında ikinci emperyalist paylaşım savaşının galip devletlerinin girişimiyle, bu galibiyeti tescil etmek üzere kurulan Birleşmiş Milletler Örgütü kendini şöyle tarif etmişti:

“Biz Birleşmiş Milletler halkları:

Bir insan yaşamı içinde iki kez insanlığa tarif olunmaz acılar getiren savaş felaketinden gelecek kuşakları korumaya, temel insan haklarına, insan kişiliğinin onur ve değerine, erkeklerle kadınların ve büyük uluslarla küçük ulusların hak eşitliğine olan inancımızı yeniden ilan etmeye, adaletin korunması ve antlaşmadan doğan yükümlülüklere saygı gösterilmesi için gerekli koşulları yaratmaya ve daha geniş bir özgürlük içinde daha iyi yaşama koşulları sağlamaya, sosyal bakımdan ilerlemeyi kolaylaştırmaya, ve bu ereklere ulaşmak için :

hoşgörüyle davranmaya ve iyi komşuluk anlayışı içinde birbirimizle barışık yaşamaya, uluslararası barış ve güvenliği korumak için güçlerimizi birleştirmeye, ortak yarar dışında silahlı kuvvet kullanılmamasını sağlayacak ilkeleri kabul etmeye ve yöntemleri benimsemeye, tüm halkların ekonomik ve sosyal bakımdan ilerlemesini kolaylaştırmak için uluslararası kurumlardan yararlanmaya, istekli olarak, bu amaçları gerçekleştirmek için çaba harcamaya karar verdik.

Buna uygun olarak, hükümetlerimiz, San Francisco kentinde toplanan ve yetki belgeleri usulüne uygun görülen temsilcileri aracılığıyla işbu Birleşmiş Milletler Antlaşmasını kabul etmişler ve Birleşmiş Milletler adıyla anılacak bir uluslararası örgüt kurmuşlardır.”(Birleşmiş Milletler Antlaşması’ndan)

Birleşmiş Milletler örgütünün ilk işlerinden biri de 1 Eylül gününü Dünya Barış Günü olarak ilan etmek oldu. O gün bugündür, 1 Eylül, Dünya Barış Günü olarak anılır.

Ama o gün bugündür neredeyse her 1 Eylül günü savaşın gölgesi altında geçti. Bu 1 Eylül de öyle gelip geçiyor.

BM’yi takmadan Irak’ı işgal eden ABD ve müttefikleri bu işgali sürdürürken işgale engel olamayan rakipleri şimdi bu işgale ortak olmanın yollarını arıyorlar ve koç başı olarak da BM teşkilatını kullanıyorlar.

Beri yanda Orta Afrika kaynamaya devam ediyor ve dünyanın dört köşesinde savaş hazırlıkları bazen açıktan açığa bazen alttan alta sürüyor.

1 Eylül’ün Dünya Barış Günü olarak ilan edilmesi ve bu iddianın arkasında BM örgütünün durması adeta kötü bir şaka gibi sırıtıyor.

Yine de Dünya Barış gününün en hararetli taraftarları öteden beri kendini komünist olarak tanımlayanlar oldu; hala öyle.

Çünkü hem İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinde o zaman neredeyse herkesin sosyalizmin kalesi kabul ettiği SSCB’nin belirleyici bir rolü olmuştu, hem de SSCB’nin BM’nin kuruluşuna katkıları tartışmasızdı. Bu nedenle SSCB’ye sahip çıkanların BM’e ve aynı zamanda onun amaç olarak ilan ettiği hedefleri de sahiplenmelerinde şaşılacak bir şey yoktu.

Nitekim, İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda barış hareketi ile komünistlik neredeyse özdeş kabul edilir oldu. Yine sözümona dünya barışı yolunda önemli adımlar olarak kabul edilen AGİK ve Helsinki belgesinin onaylanması da pek çokları tarafından «sosyalist sistemin ve proletaryanın bir zaferi» olarak benimsendi.

Bugün sözümona sosyalist sistemin yerinde yeller esiyor olmasına rağmen, ve BM teşkilatının ve onun sözümona ilkelerinin ipliği çoktan pazara çıkmışken, barışçılıkla komünizm arasındaki ayrım hakkındaki bulanıklık azalmış değil; aksine artmış ve yaygınlaşmış durumda. Çünkü burjuva ideolojisinin işçi hareketi içine sızmasının bir ifadesi olan barışçılığın kökünün kazınması komünist bir siyasetin galebe çalmasına bağlıdır ve dünya işçi sınıfı hareketi uzun yıllardır böyle bir uluslararası önderliğin olmayışının damgasını taşımaktadır.

Neden Birinci Emperyalist Savaştan Sonra Bir Barış Hareketi Doğmadı?

Halbuki birinci emperyalist savaşın ardından da benzer girişimler olmuş ve o zaman emperyalist savaşın sona ermesini sağlayan Rus devriminden doğan Sovyet cumhuriyeti ve onun arkasında duran komünistler aynı zamanda emperyalistlerin kirli barış planlarının tekerine çomak sokan başlıca güç olmuşlardı.

Komünistler neredeyse bir asır önce savaşlardan asıl zararı gören emekçi yığınların ve ezilenlerin haklı ve samimi barış ihtiyaçlarının biricik çözüm yolunu gösterdiler. Bunu yapabilmek için yığınların gözlerini bağlamaya çalışan burjuva pasifistlerinin (yani barış taraftarlarının) ve onların peşinde gezen sosyal-pasifistlerin (yani sözde sosyalist aslında barışçı olanların) karşısına dikilip onların içyüzlerini teşhir etmekle işe başladılar.

Sözümona dünyaya barışı getirmek için kurulmuş olan, gerçekte ise galip emperyalistlerin dünyayı paylaşmalarının aracı olan Milletler Cemiyetini hedef tahtasına oturttular. Bugünkü Birleşmiş Milletler’in atası olan bu «haydutlar çetesi»nin karşısına onun gerçek alternatifi olan Uluslararası Sovyet Cumhuriyetleri hedefini ve bu hedef için mücadelenin öncüsü olarak Komünist Enternasyonal’i çıkardılar. Bu enternasyonale katılma koşulları arasında şu koşul da sayılmaktaydı:

“Komünist Enternasyonal’e katılmak isteyen her parti sadece aleni sosyal-yurtseverliği değil, ikiyüzlü ve uyduruk sosyal-pasifizmi de teşhir etmek zorundadır. Kapitalizm devrim yoluyla yıkılmadıkça hiçbir uluslararası hakem kurumunun, silahsızlanma hakkındaki hiçbir tartışmanın, Milletler Cemiyeti’ni «demokratikleştirmek» üzere yeniden örgütlenmesi yolunda hiçbir girişimin insanlığı emperyalist savaşlardan kurtarmayacağı işçilere sistemli bir biçimde gösterilmelidir.” (Komünist Enternasyonal’e Katılma’nın 21 Koşulu’ndan, bkz. Komünist Enternasyonal Belgeleri)

Bolşevikler Ne Demişti?

Bu fikir, Lenin’in dünya çapındaki ilk emperyalist paylaşım savaşından ve bu savaş karşısında Avrupa işçi aristokrasisinden güç alan II. Enternasyonal örgütlerinin ihanetinden çıkarttığı derslerin bir özetiydi. Daha Ekim Devrimi olmadan ve savaş sona ermeden şunları söylemişti Lenin:

“Proletaryanın bilinçli öncüsü yani devrimci sosyal demokratlar kitlelerin ruh halini dikkatle takip ederler; ama onların büyüyen barış arzusundan, kapitalist rejim altında «demokratik» bir barış hakkındaki kuru ütopyaları destekleyici sonuçlar çıkarmazlar; işçilerin insanseverlere, liderlerine, burjuvaziye bağladıkları umutları pekiştirici bir sonuç çıkarmazlar. Kitlelerin henüz bulanık olan devrimci arzusunu berraklaştırmak için; onların deneyiminden ve ruh halinden destek alarak, onları savaş öncesi siyasetten alınmış binlerce örnek olguyla eğiterek; burjuvaziye ve kendi hükümetlerine karşı devrimci eylemlere girişmeleri gerektiğini ısrarla ve usanmaksızın metodik bir biçimde göstererek, sosyalizm ve demokrasiye giden tek yolun bu olduğunu öne çıkarırlar.” (Lenin, Burjuva İnsanseverler ve Devrimci Sosyal Demokratlar, TE. c. 21, s.195)

Bu bilinç sayesinde Bolşevikler hem emperyalist savaşa son verilmesine hem de ilk uluslararası sovyet cumhuriyetinin kuruluşuna önderlik ettiler. Bu önderlik rolünü Komünist Enternasyonal ile en ileri ve hala aşılamayan bir düzeye çıkardılar.

Komünist Enternasyonal’in Çizgisi Sürdürülmedi

Ne var ki savaş ve barış konusunda Bolşevikler tarafından ortaya konan yaklaşım hemen ve tüm sosyalistler arasında benimsenmediği gibi, Komünist Enternasyonal’e katılanlar tarafından da hızla unutuldu; tedricen hasıraltı edildi.

Önce sosyal-pasifizm kavramı Komünist Enternasyonal tarafından terk edildi; burjuva pasifist akımlarla yakınlaşma arayışları boy gösterdi. Sonra, 1934’te, SSCB Lenin zamanında «haydutlar örgütü» denilen Milletler Cemiyeti’ne girdi. Güya bu örgüt tarafından önleneceği sanılan İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda da SSCB, Milletler Cemiyeti’nin yerine kurulan Birleşmiş Milletler’in kuruluşunda ön saflarda yer aldı.

Bu nedenle Birleşmiş Milletler hakkındaki yanılgı ve yanılsamalar hala yaygındır ve emperyalizm çağında burjuva barışseverliğinin etkisi altında olan devrimcilerin çokluğu da bundandır. Lenin zamanıyla kıyaslandığında bu durum adeta körlükten öte bir karanlığı ifade etmektedir. Gerçekten de hem ikinci emperyalist paylaşım savaşının seyri ve mahiyeti hakkında hem de onun ardından ortaya çıkan gelişmeler hakkında yayılan ve hala benimsenen efsanelerin haddi hesabı yoktur. Daha doğrusu bunların büyük kısmına düpedüz yalan demek yanlış olmaz. Neredeyse yaşayan yaşamayan bütün siyasi güçlerin elbirliği ile takdis ettiği bu yalanın gerçek sayılması gerçeğin görülmesinin en önemli engelidir. İkinci Dünya Savaşı ile ilgili gerçeklerin en çok karanlıkta kalan yanlarından biri de 1 Eylül günü ile ilgilidir.

1 Eylül Neyi İfade Ediyordu?

Dünya Barış Günü olarak 1 Eylül gününün seçilmesinin nedeni, 1 Eylül 1939 tarihinde Polonya’nın Alman orduları tarafından işgal edilmesinin ikinci dünya savaşının başlangıç günü olarak kabul edilmesidir.

1 Eylül 1939 gününde Alman ordularının Polonya’nın bir kısmını işgal ettikleri tamamen doğrudur. Ama Nazi Almanyası’nın Avrupa’daki ilk işgal eyleminin Polonya’ya yönelik olduğu doğru değildir. Bu hiç hatırlanmak bile istenmeyen karmaşık ve başdöndürücü sürecin çarpıcı dönemeçlerini hatırlatmak lazım.

12 Mart 1938’de Almanya Avusturya’yı ilhak etmişti. SSCB hariç hiçbir devletten ses çıkmadı. Peşinden aynı yılın eylül ayında Münih’te toplanan konferansta müttefiki olan İtalya’nın yanı sıra Fransa ve İngiltere’nin de onayını alan Almanya, bu kez Çekoslovakya’yı işgal etmeye koyuldu ve bu işgali 1939 yılının mart ayında tamamladı. Çekoslovakya’nın işgaline de tek itiraz SSCB’den geldi. İngiltere ve Fransa ise, 1938 aralığında peş peşe Almanya ile saldırmazlık paktları imzaladılar.

1939 Martında Almanya bu kez Polonya’dan Danzig’in (Gdansk) kendisine verilmesini talep etti. Bunun üzerine SSCB Fransa ve İngiltere ile saldırmazlık paktı imzalamayı teklif etti. Almanya’yı SSCB’nin üzerine saldırtmaya kararlı olan iki devlet de önce bunu reddettiler sonra oyalamaya giriştiler. Bu arada İngiltere Almanya’ya küçük hediyeler sunmayı (mesela Kongo’yu) ihmal etmiyordu.

SSCB ağustos ayının 17’sinde SSCB dışişleri bakanı Molotov Almanya’ya saldırmazlık paktı imzalamayı teklif etti. 19 Ağustos’ta iki devlet arasında bir ticaret anlaşması imzalandı 23 Ağustos günü de saldırmazlık paktı imzalandı.

1 Eylül günü Alman orduları Polonya’ya girdiler. 3 Eylül’de önce İngiltere birkaç saat sonra Fransa 8 ay önce saldırmazlık paktı imzaladıkları Almanya’ya savaş ilan ettiler. 17 Eylül’de SSCB Polonya’nın doğu kısmını işgal etti ve Alman orduları ile SSCB birlikleri 28 Eylül günü Brest Litovsk’ta karşı karşıya geldiler. Tarihin bir cilvesi gibi 20 yıl önce birinci emperyalist savaş son veren anlaşmanın imzalandığı aynı yerde bir sınır anlaşması imzaladılar. Ama bu kez 1918’dekinin aksine SSCB sınırları 200 km. batıya genişlemişti.

Bu gelişmenin ardından bu kez İkinci Dünya Savaşı ivme kazanacaktı. Tabii bu arada Almanya’yı SSCB’nin üzerine salıp diplomatik manevralarla bu savaştan kaçınacaklarını uman İngiltere ve Fransa hükümetleri de hızla değişecekti. Çünkü pasifist hayallerin peşinde diplomatik manevralarla Hitler’i durdurma ve SSCB üzerine saldırtma planları tersine tepmişti.

SSCB ise, aynı diplomatik oyunu tersine çevirip Almanya ile saldırmazlık paktı imzaladıktan sonra, önce Polonya, bir buçuk ay sonra da Finlandiya’yı işgal etti. Böylece kendisi için sağlam bir güvenlik hattı kurduğunu sanıyordu. 1941 haziranında bu güvenlik çemberini yıldırım hızıyla yaran Alman birlikleri bir çırpıda bir ucundan Stalingrad’a öteki ucundan da Leningrad’a kadar Sovyet Rusya’yı işgal ettiler. Diplomatik manevralarla ve oportünist taktiklerle savaştan kaçınma hesapları orada da tutmamıştı.

Bununla birlikte, SSCB seferi Almanya için sonun başlangıcı oldu. Diplomasinin bittiği yerde özellikle Stalingrad ve Leningrad emekçilerinin direnişi, o güne kadar durdurulamayan Alman ordusunun önünü kesmişti. Bu dönemeç aynı zamanda İkinci Dünya Savaşı’nın da kaderini tayin etti. Müttefiklere katılan SSCB ordusu ABD ve İngilizlerden önce Berlin’e ulaşıp savaşa noktayı koydu.

Genellikle İkinci Dünya Savaşı hakkında gelişmelerin bu son kısmı parlatılarak anlatılır. Stalingrad direnişinden sitayişle söz edilir; SSCB emekçilerinin savaşta en ağır insan zaiyatını (20 milyon!) verdiğinden de söz edilir.

Ama bu arada Komünist Enternasyonal’in kuruluşuna damga vuran ilkelerin nasıl hasıraltı edildiğinden, bu ilkelerle birlikte Komünist Enternasyonal’in nasıl tasfiye olduğundan söz etmek adetten değildir. Komünist Enternasyonal uluslararası işçi hareketini ve komünistleri «anti-Hitler paktı»na dahil olan devletlerin askeri çabalarına destek olmaya» çağırarak varlığına resmen son verdi. Zaten «düşman kendi yurdumuzda; kendi hükümetimizin yenilgisi ehveni şerdir» çığlığıyla kurulan Komünist Enternasyonal’in gölgesinin bile bu siyasetin arkasında durması mümkün değildi.

Ne var ki, komünist hareketin ve işçi sınıfının kayıpları arasında bunlar pek sayılmamaktadır. Bu kayıplar Reichtag’a dikilen orak çekiçli bayrağın gölgesinde unutturulmaktadır.

Bu gölgede unutulanlar arasında İkinci Dünya Savaşı’nın bir emperyalist paylaşım kavgası olduğu ve SSCB ile birlikte dünya komünist hareketinin de bu kavgada taraf olduğu da vardır. Paylaşım savaşının sonunda kurulan emperyalist statükonun SSCB’nin katkısıyla kurulduğu vardır.

1 Eylül’ün Dünya Barış Günü olarak anılması işte bu unutkanlığın bir ifadesidir ve adeta bu unutkanlığın sürmesini sağlayan bir uyuşturucu gibidir. O nedenle bugün emperyalist savaşlar ve kirli barış anlaşmaları karşısındaki ikircikli tutumların egemen olmasına şaşmamak gerekir.

Bolşevizmin Devrimci Çizgisini Unutturmayacağız

Unutulanların başında Bolşeviklerin emperyalist savaş ve barış hakkındaki öğütleri gelmektedir; bugün hakim olan pasifist uyuşturucuların yegane panzehiri odur ve geçen yüzyılın başında pasifizmin ve sosyal pasifizmin hakkından gelen tutum neyse bugün de o tutuma hala ihtiyaç vardır.

Şubat 1917 devrimine iki ay kala, Lenin Zimmerwald Konferansı’nda seçilen Uluslararası Sosyalist Komite’ye ve Bütün Sosyalist Partilere Hitaben Savaş ve Barış Üzerine bazı tezler yazdı. Kautskist bir tutuma kayanların hakim olduğu komite bu tezleri ne ele aldı ne de yayınladı; bu tezler ilk kez 1931 yılında yayınlandı. Söz konusu tezlerin dokuzuncusunun altında Lenin barış konusunda sosyalistlerin tutumunun ne olması gerektiği konusunu açmıştı; bugün hala bu eski nasihata ihtiyaç var:

” 9. İşçileri kandırmayan, aksine onların gözünü açan bir politika şöyle olmalıdır:

  1. a) Barış konusu gündeme geldiğinde, sosyalistlerin yapması gereken kendi burjuvazisinin ve hükümetinin maskesini her zamankinden daha gayretli biçimde indirmek, emperyalist müttefikleri ile yapmış oldukları ya da yapmaya hazırlandıkları gizli anlaşmaları ifşa etmek…tir. …
  2. b) Her ülkede sosyalistlerin ajitasyonları sırasında her şeyden çok üzerinde durmaları gereken şey, yalnız kendi hükümetlerinin her bir siyasal sözcüğüne değil, kendi sosyal-pasifistlerininkilere karşı da tam bir güvensizlik beslemek gerekliliği olmalıdır.
  3. c) Her ülkede sosyalistlerin kitlelere şu açık gerçeği açıklaması gerekir:…gerçekten kalıcı ve gerçekten demokratik (ilhaksız vb.) bir barışın elde edilmesinin tek koşulu bu barışın mevcut hükümetler, yahut genel olarak burjuva hükümetler tarafından değil, burjuva egemenliğini devirmiş ve burjuvaziyi mülksüzleştirmeye başlamış olan proleter hükümetleri tarafından imzalanmasıdır. …
  4. d) Her ülkede sosyalistler şu tartışmasız gerçeği kitlelere açıklamalıdır:…işçilerin böyle bir barışı sahiden ve hemen şimdi elde etmelerinin bir tek yolu vardır o da silahlarını kendi hükümetlerine çevirmektir… …
  5. e) Sosyalistler burjuva fikirleriyle devrimci işçi hareketini her zaman yozlaştıran reformizme karşı mücadeleyi güçlendirmelidir; …özellikle de onun yeni görünümüne karşı: bu reformizm burjuvazinin savaş bittikten sonra yapacağı reformları vaadetmektedir!” (Bkz. TE., c.23, s. 226-234)

Bir başka vesileyle de Lenin, şu net tanımı yapmıştı:

“Hiçbir anlama gelmeyen, hiçbir yükümlülük getirmeyen barışçı dilekleri imanla tekrarlayan biri, demokratik bir barışın gerçek taraftarı değildir; demokratik bir barışın gerçek taraftarı, bugünkü savaşın emperyalist karakterini, bu savaşın hazırladığı emperyalist barışı teşhir eden ve halkları kendi cani hükümetlerine karşı bir devrime çağırandır.” (Lenin, Burjuva Pasifizmi, Sosyalist Pasifizm, TE, c.23, s.205)

Bugün Kürt hareketinin kirli bir barış politikasının kıskacında olduğu, reformistinden devrimcisine sosyalistlerin savaşı önleme adına barışseverliğin kuyruğuna takıldığı koşullarda en çok eksikliği duyulan işte bu tarifteki gibi bir devrimci partidir. Böyle bir partinin yaratılması bir yana bu parti ihtiyacının bilincine varılması için bile evvela 1 Eylül’ün üzerindeki perdeyi kaldırmak gerekiyor.

Paylaş