TC’nin Tırnak Problemine Deva Arayan Manikürcü Sosyalistler -1

0

TKP sol akımlar arasında  “antiemperyalizm” kılıfı altında süregiden devletçilik milliyetçilik yarışında birinciliği açık ara elinde tutuyor. TKP’nin yayın organı olan Komünist dergisinin “Etle Tırnağı Ayıramayacaklar İZİN VERMEYECEĞİZ!” başlıklı 132. sayısında yer alan yazılar söz konusu milliyetçilik oldu mu TKP’nin birinciliği bileğinin hakkıyla kazandığını kanıtlıyor.

Bu yazıda TKP’nin Kürt sorununa ilişkin milliyetçi ve gerici görüşlerini inceleyecek, TKP’nin söz konusu görüşlerini gerekçelendirmek için Marksizmi nasıl tahrif ettiğini göstereceğiz. TKP’nin görüşlerinin yakından incelenmesi aynı zamanda Türkiye’de Kürt sorunu ve Kürdistan sorununun birbirine karıştırılmasından kaynaklanan yaygın kafa karışıklığının nedenlerini daha iyi anlamamızı sağlayacak. Son olarak bu tahrifatların ve kafa karışıklıklarının pratikteki sonuçlarını ele alacağız.

Yazıda savunulan tezleri şöyle özetlemek mümkün:

  1. TKP komünist siyasetin olmazsa olmaz ilkelerinden birini, ulusların kendi kaderini tayin hakkının kayıtsız şartsız savunulması gerektiğini reddetmektedir.
  2. TKP kendi kaderini tayin hakkını tanımakla bir ulusal kurtuluş hareketine destek vermek arasındaki ayrımları bulandırıyor.
  3. TKP Kürdistan sorununu Kürt sorununa indirgeyerek ulusal sorunda liberal demokratların tezlerini savunuyor.
  4. Kendi kaderini tayin hakkını reddetmesi, Kürt sorunuyla Kürdistan sorununu birbiriyle karıştırması sonunda TKP güncel gelişmeler karşısında Kürt ulusuna düşman devletçi milliyetçi bir cepheye savruluyor.

İşe önce TKP’nin Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı’nı hangi gerekçelerle reddetmeye çalıştığına bakmakla başlayalım:

Kendi Kaderini Tayin Hakkı ve Marksizm

Bernstein’dan beri Marksist teoriyi tahrif etmek isteyen tüm revizyonistler işe “yeni bir dönem” tespitiyle başlarlar. Bunda şaşılacak bir şey yok; zira komünist bir siyasi hat, devrimcilikten vazgeçmek isteyen hareketlere hep ağır gelir. Geçmişin bu ağır yükünden kurtulmaya can atan bu hareketler sürekli el çabukluğuyla koşulların değiştiğini ilan edip devrimci teoriyi tarihe gömmenin yolunu arar. TKP’nin izlediği yol da bundan farklı değil.

TKP bağımsız bir Kürdistan fikrini reddediyor. Bağımsız Kürdistan fikrini reddeden TKP’nin altında ezildiği kavram “ulusların kendi kaderini tayin hakkının tanınması”. TKP kendi kaderini tayin hakkından kurtulmadığı sürece Bağımsız Kürdistan fikrini açıkça karşına alamayacağını biliyor. Ancak kendi kaderini tayin hakkının tanınması özellikle Lenin’in açık seçik bir şekilde savunduğu bir tutum olduğu için TKP’nin işi hiç de kolay değil. Bu yüzden tüm revizyonist akımlar gibi TKP de “kendi kaderini tayin hakkını” reddetmek için aradığı gerekçeyi dönüp dolaşıp koşulların değişmesinde buluyor; SSCB’nin yıkılmasıyla “yeni bir dönem”in başladığını, bu yeni dönemde ulusal soruna ilişkin eski belirlemelerin anlamlarını yitirdiklerini iddia ediyor. Gazetenin söz konusu sayısında yer alan “Teoride ve Siyasette Ulusal Sorunun Yeri” başlıklı imzasız yazının bu amaçla yazıldığı belli oluyor. Kendi kaderini tayin hakkı kavramının anlamını yitirdiğini ileri süren yazar öncelik bu kavramın eski dönemde ne işe yaradığını gösteriyor:

“20. yüzyılın bu erken döneminde, emperyalizm eski imparatorlukları, başta Osmanlı topraklarını parçalamaya yönelirken aynı kavramı [kendi kaderini tayin hakkı-KöZ] ortaya atmış bulunuyordu. Bugün nasıl ABD’nin Ortadoğu’ya istikrar ve demokrasi getireceğini işleyen bir ideoloji gündemdeyse, o dönemde de emperyalist paylaşım ulusların özgürleşmesi yalanı ile örtülmek isteniyordu. Komünistlerin bu saldırıyı püskürtmekte son derece işlevli bir araçları da “ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesi” olmuştur.

Ancak yazarımıza göre içinde bulunduğumuz bu yeni dönemde ulusların kendi kaderini tayin hakkı sloganına devrimci bir işlev yüklemek mümkün değil:

“Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı kavramına geri dönersek, reel sosyalizm sonrası için yukarıda hatırlatılan tarihsel ortamdan bağımsızlaştırılacak ve bu anlamda evrenselleştirilecek bir ilkeden söz etmenin olanaksızlığı açıkça ortaya konmalıdır.”

Yazarımız 1990 sonrasında ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesinin anlamını yitirdiğini söylemekle yetinmiyor. Bu yeni dönemde bu ilkeye açıktan karşı çıkmak gerektiğini de iddia ediyor:

“Özetle bugün genel olarak ülke sınırlarını yeniden çizme yönelimi emperyalizme aittir ve komünistler buna da karşı bir konum almaktadırlar.”

Yazarın tezlerini ele almadan önce işe kimi bilgi hatalarını düzeltmekle başlayalım. Ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesi komünistlerin gündemine emperyalizm çağıyla birlikte girmedi. Polonya’nın bağımsızlığının savunulduğu Komünist Manifesto’dan beri ulusal hareketler komünistlerin gündeminde. Ancak elbette kendi kaderini tayin hakkı hep bugünkü netliğiyle savunulmadı. İrlanda sorununun baş köşede olduğu 1. Enternasyonal’de başkasını ezen bir ulus özgür olamaz belgisi netleştirildi. Ulusların kendi kaderini tayin hakkı Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi RSDİP’in programında yer aldı. Üstelik bu dönemde ulusal sorunlar da kış uykusuna yatmış değildi. İrlanda ve Polonya’nın bağımsızlığı sorunları sürekli İkinci Enternasyonal partilerinin gündemine girdi. Kısacası ulusal sorun ve komünistlerin bu sorun karşısında geliştirdikleri stratejiler Ekim Devrimi’nden önce de vardı.

Elbette Ekim Devrimi ulusal kurtuluş hareketlerinde büyük bir sarsıntı yarattı. Halklar hapishanesi Rus Çarlığı’nın yıkılması çarlığın demir yumruğu altında ezilen halklarda dalga dalga özgürlük hareketlerinin başlamasına yol açtı.

Ancak komünist hareketin ulusal kurtuluş üzerinde hegemonya kurmasını Ekim Devrimi’ne bağlamak doğru değildir. Komünist hareketin ulusal kurtuluş hareketleri üzerinde kurduğu hegemonyanın birinci nedeni bolşeviklerin Birinci Paylaşım Savaşı patlak verir vermez tereddütsüz bir biçimde İkinci Enternasyonal oportünizmininden kopması ve İkinci Enternasyonal’in Avrupa merkezci ve sosyal şovenist kusurlarından arınmış yeni bir enternasyonal yaratmak için uzlaşmaz bir mücadele vermeye koyulmasıydı. Bu hegemonyanın sağlanmasının ikinci nedeniyse bolşeviklerin bu çabalarının 1919 yılında nihayet Üçüncü Enternasyonal’in kuruluşuyla taçlanması ve Komünist Enternasyonal’in doğudaki kurtuluş hareketlerine destek sunmak için Üçüncü Enternasyonal’e bağlı Doğu Halkları Kurultayı’nı düzenlemesiydi. Dolayısıyla bu hegemonyanın kurulması esas olarak Ekim Devrimi’nden değil ulusal kurtuluş mücadelesi veren uluslara siyasi rehberlik etme kapasitesine sahip devrimci bir dünya partisinin varlığından kaynaklanmaktadır. Bu yüzden Komünist yazarı komünistlerin ezilen ulusların hareketiyle ulusların kendi kaderini tayin hakkı üzerinden bir ilişki kurmak istiyorsa ya bu ilişkiyi 1848 Komünist Parti Manifestosu’ndan başlatmalı ya İkinci Enternasyonal’den kopuşun gerçekleştiği 1914 yılının altı çizilmeli ya da komünist bir dünya partisinin kurulduğu 1919 yılından başlatmalıdır.

Yazarımızın Kendi Kaderini Tayin Hakkı’nın tarihini unutması bir kalem sürçmesi değil yazarın utangaç revizyonizmini gerekçelendirmesi için gerekli bir tahrifattır. Yazarımızın açıkça söyleyemediği tezi şudur: Ulusal kurtuluş mücadelelerinin başarıya kavuşması için öncelikle sosyalist bir devrim gerekir. Ancak dünya üzerindeki diğer sosyalist hareketlere çeki düzen verecek sosyalist bir devlet ortaya çıktığında ulusal kurtuluş hareketleri devrim kampında yer alır. Böyle bir devlet olmadığı sürece ulusal kurtuluş mücadeleleri işçi sınıfına kazanılamaz. Bu yüzden SSCB’nin çöküşünden beri ulusların kendi kaderini tayin hakkı tezi emperyalistlerin elinde oyuncak olmuştur. Bu sloganı bugün sahiplenmek emperyalistlere hizmet edeceği için bugün yapılması gereken bu sloganı kullanarak ulus devletleri parçalamaya çalışan emperyalistlere karşı çıkmaktır.

Böylelikle SSCB’nin çöküşüyle birlikte ta yeni bir SSCB ortaya çıkana dek ulusların kendi kaderini tayin hakkına elveda deme zamanı gelmiş oluyor. Tam da bu yüzden yazarın bu tezlerini gerekçelendirmesi için ulusal kurtuluş hareketleriyle komünizm arasındaki ilişkiyi Ekim Devrimi’yle başlatması, yani sosyalist hareketin tarihini tahrif etmesi gerekiyor.

Ama sınıf mücadelesinin tarihinde yapılan bu tahrifat bile yazarın tezinin kendi iç tutarsızlıklarını ortadan kaldırmaya yetmiyor. Yazar bir yandan Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı öncesi dönemle bugün arasında benzerlikler kuruyor. Ancak yazara göre her nedense Birinci Paylaşım Savaşı sırasında  komünistlerin emperyalistleri püskürtmek için kullandıkları ulusların kendi kaderini tayin hakkı bugün için işçi hareketini zayıflatan bir slogan haline gelmiş. Yazarın söylediklerini tekrar hatırlayalım: “Özetle bugün genel olarak ülke sınırlarını yeniden çizme yönelimi emperyalizme aittir ve komünistler buna da karşı bir konum almaktadırlar.” Bugün genel olarak ülke sınırlarını yeniden çizme yönelimi emperyalizme aittir… Sanki başka türlü olabilirmiş gibi! Emperyalizm çağında yaşamıyor muyuz? Bu çağın temel özelliği emperyalistlerin dünyayı kendi aralarında yeniden yeniden paylaşmaları değil mi? Öyleyse emperyalistlerin ülke sınırlarını yeniden çizme yöneliminde olmasında yeni olan ne? Aynı durum Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı öncesinde de söz konusu değil miydi?  Eğer öyleyse o zaman kullanılan kendi kaderini tayin hakkı sloganı bugün niye terk edilmek isteniyor?

TKP yazarının bu sorulara verecek yanıtı yok. Bu soruları yanıtlaması için önce yüzyılın başında bolşevikler tarafından yapılmış emperyalizm, proleter devrimler ve ulusal kurtuluş hareketleri çağı belirlemesinin üstünü örtmesi gerekiyor. Yazar tam da bu yüzden tahrifatlara dayanan yeni bir dönemleme yapıyor. Emperyalizm çağı yerine “reel sosyalizm çağı” belirlemesi yapıyor. Belirleme emperyalizme göre değil “reel sosyalizme” göre yapılınca “yeni dönemin” başladığını iddia etmek, geçmişte lafzen benimsenen devrimci kavramlardan tamamen kurtulmak mümkün oluyor.

Komünist yazarının açıkça reddedemediği, belirsiz ifadelerle bulandırmaya çalıştığı gerçeği biz açık seçik yineleyelim: Emperyalizm çağında yaşıyoruz. Emperyalist burjuvazinin kökü dünya çapında kurulacak bir proletarya diktatörlüğü tarafından kazınmadığı sürece bu çağda yaşamaya devam edeceğiz. Bu çağın ayırt edici özelliği emperyalistlerin dünyayı kendi aralarında yeniden yeniden paylaşmalarıdır. Emperyalizm çağı proleter devrimler çağıdır ama aynı zamanda ulusal kurtuluş hareketleri çağıdır. Emperyalistler dünyayı yeniden paylaşmak için ulusal sorunları kaşır hatta kimi zaman bu sorunları kendileri yaratırlar. Bu yüzden ulusların kendi kaderini tayin hakkı sloganının iki açıdan önemi büyüktür. Bu slogan bir yandan ulusal ayrımları öne çıkararak emekçileri birbirlerini düşürmek isteyen emperyalistlerin planlarını boşa çıkaracak diğer yandan da ulusal hareketlerin proleter devrimci bir zeminde hareket etmesinin ön koşullarını yaratacaktır. Kısacası emekçiler arasındaki ulusal düşmanlıkları ortadan kaldırmak için ulusların kendi kaderini tayin hakkını kayıtsız şartsız desteklemek anlamına gelir. Kendi kaderini tayin hakkını desteklemek hiçbir koşula bağlanamaz…

Komünistler ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını kayıtsız şartsız desteklerler. Bu hareketin önderliğini kimin yaptığının bu koşullar altında hiçbir önemi yoktur. Kimi asilzadeler, toprak beyleri, korumacı eğilimleri olan bir milli burjuvazi ya da topraksız köylüler hareketi de ulusal kurtuluş hareketinin önderliğini yapıyor olabilir. Hareketi emperyalistler kışkırtmış olabilir ya da emperyalizme karşı gerçekleşen bir kurtuluş hareketi de söz konusu olabilir. Bunların hiçbir önemi yoktur.

Ezilen ulusların devletleşme isteğine kayıt ve şart konamaz. Zira devleti olmayan bir ezilen ulusun karşısında her zaman için bir ezen ulus devleti vardır. Ezilen ulusun devletleşme talebine hangi gerekçeyle olursa olsun kayıt ve şart koşmak ezen ulus devletini ve ezen ulus şovenizmini güçlendireceği için komünistler hiçbir koşul altında ezilen ulusun devletleşme talebine kayıt ve şart koşmazlar.

Emperyalizm çağında ezilen ulusun devletleşmesinin emperyalistlerin işine geleceğini iddia etmek anlamsızdır. Emperyalistlerin yerküreyi paylaşmak için barışçıl ya da barışçıl olmayan yollarla rekabet ettikleri emperyalizm çağında devletleşme talebinde bulunan bir ezilen ulusun emperyalist güç merkezlerinden birisinden destek alması elbette mümkündür. Üstelik emperyalistler arasındaki çelişkiler keskinleştikçe bu olasılık daha da artacaktır. Dolayısıyla emperyalizm çağında kendi kaderini tayin hakkına ama bunun arkasında emperyalistler var diye çıkanlar bütün ulusal kurtuluş mücadelelerine daha baştan karşı çıkmış olacaklardır.

Oysa anlaşıldığı kadarıyla TKP tam da bunu yapıyor. Bugün için kendi kaderini tayin hakkını tartışırken kayıtlar ve şartlar koyuyor:

“Kendi kaderini tayin. Bu sloganın Marksist teori ve siyasetin evrensel bölmelerinde yer aldığını düşünmek mümkün değildir. Nasıl olabilir ki? Örneğin bir ulusun kendi kaderini tayin etme mekanizması nedir? Her verili topluluk, beğenin beğenmeyin temsilcilerine sahip olacaktır. Temsilcilerin meşruiyeti halk oyu ile de ölçülebilir. Peki bu temsilciler uluslarının kaderini emperyalizme kölelik, karşı-devrim, emekçilerin insanlık dışı sömürüsü vb. yönlerde kullanırlarsa ne olacaktır? Kendi kaderini tayin hakkı işçi sınıfının sosyalizm mücadelesini devre dışına mı atacaktır? Aslında bu durum dünyada en yaygın durumdur. Her bir milliyetçi ve gerici burjuvazi, eylemini ulusunun kaderini tayin kavramıyla meşrulaştırabilir. Ya da sosyalizme sırtını dönen bir ulusal hareket de, doğal olarak bu kavramı bayrağına yazabilir.”

Görünüşte TKP yazarı makul sorular soruyor. Ya emperyalistler emekçileri kandırırsa? Ya gericiler ezilen ulus hareket önderliğini ele geçirirlerse? Elbette bunlar haklı kaygılar. Ancak TKP’nin önerdiği çözüm yani ulusların kendi kaderini reddedilmesi bu sorunları çözmeyecek emperyalistlerin ulusal hareketleri kendi güdümlerine sokma, gericilerin ulusal hareketlerin önderliğini ele geçirme çabası bitmeyecektir. Aksine komünistler ezilen ulusun kendi kaderini tayin hakkını reddettiği için ezilen ulus emekçileriyle sosyalistler arasındaki açı daha da büyüyecek, ezilen ulusun emekçileri gericilerin emperyalistlerin kucağına gittikçe daha fazla itilecektir.

Bugün Kürdistan’ın güneyinde ve kuzeyinde yaşananlar bu belirlemeyi doğrulamaktadır. Ezen ulus sosyalistleri tarafından yalnız bırakılan Kürt ulusu güneyde ve kuzeyde gittikçe daha gerici bir siyasi hatta kaymakta, emperyalistlerin güdümüne girmektedir. Bunun sorumluluğu herhalde ezen ulus sosyalistlerinin kendi kaderini tayin hakkını kayıtsız şartsız tanıması olmasa gerekir. Doğru olan tam tersidir. Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı hiçbir zaman kayıtsız şartsız kabul edilmemiş; bunun üzerine Kürt ulusu yenilgiden yenilgiye uğramış, yenildikçe umutsuzlaşmış, umutsuzlaştıkça düzen içi çözümlerden emperyalistlerin rüşvetlerinden medet umar hale gelmişlerdir.

TKP’nin büyük yanlışı ulusların kendi kaderini tayin hakkını desteklemekle bir ulusun ayrı devlet kurmasını desteklemek arasındaki ayrımı belirsizleştirmesidir.

(Bu konuyu başlıbaşına bir sorun olarak gelecek sayımızda ele alacağız)

Paylaş