Tahrir’den Taksim’e ABD’nin Ortadoğu’da Bozulan Planları ve Beliren İmkânlar

0

[Gezi Ayaklanması 2013’te meydana geldi. Devrimci bir partinin yakıcı eksikliğinin derinden hissedildiği bu başkaldırı sürerken AKP ve ABD arasındaki anlaşmazlıklar yalnız Türkiye’de değil, Kürdistan’da ve Ortadoğu’daki diğer bölgelerde de belirginleşmekteydi. AKP’nin zamanla ‘çözüm masası’nı devireceğini, şöven bir tutum takınıp popülizme daha fazla kayacağını o zaman belirtmiştik; nitekim böyle de oldu. Aşağıdaki yazıyı KöZ gazetesinin Temmuz 2013 sayısından paylaşıyoruz.]

Tahrir’den Taksim’e ABD’nin Orta Doğu’da Bozulan Planları ve Beliren İmkânlar

Türkiye tarihinin en kitlesel ve uzun süreli ayaklanması olan Gezi Ayaklanması’nın emekçi hareketi açısından olduğu kadar, burjuva siyaseti açısından da kısa ve orta vadede sonuçları olacak. Tıpkı Mısır’da darbeyle ve İhvan’ın direnişiyle daha da karmaşık bir hal alan süreç gibi Gezi de Orta Doğu’da AKP’nin olduğu kadar ABD’nin planlarını da zora sokmuştur.

ABD’nin Ortadoğu Planları Ve AKP

AKP de İhvan’ın Özgürlük ve Adalet Partisi de, Amerika Birleşik Devletleri açısından Orta Doğu’ya yaptığı müdahalelerin istenmeyen evlatlarıdır. AKP, 28 Şubat’ın gayrimeşru çocuğu ise İhvan da Arap Ayaklanmalarının gayrimeşru çocuğudur. ABD’nin destek verdiği 28 Şubat, Türkiye’de siyasal sahnede özellikle yeşil sermayeyi hizaya çekmeyi ve İslamcı partilerin pençelerini sökmeyi amaçlıyordu. TSK ve TÜSİAD ortaklığında yürütülen bu büyük restorasyon, amacına ulaştı ulaşmasına ama Türkiye’deki tüm burjuva partilerin daha da erimesi ve istikrarlı bir hükümet kurmanın daha da zorlaşması bedeli karşılığında. 1999-2002 sürecinde, aynı kesimler zayıf DSP-MHP-ANAP koalisyonuna daha da fazla müdahale edince kriz gittikçe büyüdü. Kriz içinde girilen 2002 seçimlerinden ise ABD’nin aktif olarak müdahale ettiği partiler değil, AKP ezici bir zaferle çıktı. Elbette AKP de seçimlere gitmeden çok önce ABD’den onay almıştı, hatta böyle bir onay olmaksızın AKP’nin 2002’deki gibi bir seçim zaferinden söz etmek mümkün olmazdı. Ancak yine de AKP hem ABD hem de ABD ile iş tutan Türkiye burjuvazisi açısından güvenilir ve ilk tercih değil zoraki ittifak yapılacak bir güçtü.

2002-2007 sürecini ABD’nin AKP’ye bağlı olduğu bir süreçten çok, AKP’nin hükümette kalabilmek için tümüyle ABD’ye bağlı olduğu, bu nedenle ABD’nin bir dediğini iki etmediği bir süreç olarak değerlendirmek gerekir. ABD’nin AKP’den beklentileri Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne bir Truva atı olarak adım atması, Ortadoğu’da Amerika’nın daha aktif bir şekilde taşeronluğunu yapmasıydı. Bu doğrultuda elbette AB’ye girmenin bir ön koşulu olarak TSK’nın siyasal ve ekonomik yaşamda geriletilmesi gerekiyordu. AKP bu görevin üstesinden fazlasıyla geldiği için -doğrudan ABD’nin tasarımı olarak üretilmemiş olsa da- ABD’nin tam desteğine mazhar oldu. ABD’nin o sıralar Ortadoğu’da Fransa’yla -tam da bu nedenle Türkiye için de TSK ile- uğraşıyor olması Erdoğan’ın ABD’den haddinden fazla kredi almasına da yol açtı. TÜSİAD da elbette tüm bu çekişmelerde AKP’nin yanında saf tuttu.

Fransa, emperyalistler arası mücadelede bükemediği bileği öpünce, Silahlı Kuvvetler de aynı yolu seçmek zorunda kaldı. Kof 27 Nisan muhtırasının ve fos çıkan Cumhuriyet mitinglerinin ardından AKP açısından 22 Temmuz seçimleriyle perçinlenen bir zafer süreci başladı. 2007’den itibaren AKP devlet içindeki yerini sağlamlaştırmak için hamle üstüne hamle yapmaya başladı. Ancak çoğu büyük zafer gibi bu zafer de AKP’nin gerileyişinin başlangıç noktası oldu.

Gerileyişi başlatan bir yönüyle AKP’nin başarısıydı. AKP başarılarıyla kendini gereksiz kıldı. Devlet aygıtında tüm köşeleri tutmuş TSK’yı, ekonomide “Çanakkale ruhuyla ilerleyen” OYAK’ı geriletme; Türkiye’yi AB rotasında ilerletme; Türk dış politikasını Ortadoğu’da ABD’nin taşeronu olarak tanımlanabilecek bir rotaya oturtmasıyla birlikte AKP, ABD açısından misyonunu tamamladı. Vazgeçilmez değil, dengelenmesi gereken bir güç olarak algılanmaya başlandı.

Ancak bu algının kuvvetlenmesinde AKP’nin başarıları kadar başarısızlıkları da belirleyici oldu. Zira ABD’nin Ortadoğu’daki planının bir diğer boyutu da bir toprak sorunu olan Kürdistan sorununun, bir kimlik sorunu olan Kürt sorununa indirgenerek gerici bir şekilde çözülmesi idi. Bunun için Kürt meselesinde reformlar yapılması ve PKK’nin silahlı varlığına son verilmesi gerekiyordu. AKP üzerine düşen bu görevleri yerine getiremedi. Başlangıçta sınırlı da olsa attığı adımların PKK’yi güçlendirdiğini-yani havuç ve sopa taktiğini kullanarak ilerleyemediğini- görünce bu yönde adım atmada gittikçe daha mesafeli davranmaya başladı. AKP’nin, Kürt meselesinde liberalizm ve şovenizm arasında yaptığı zikzaklar sıklaşmaya, şoven hatta kaldığı süre uzamaya başladı. Bu beceriksizlik AKP’yi dengeleme ihtiyaçlarını arttırdı. Türkiye’deki “muhalefet boşluğu”nun giderilmesi ABD açısından daha yakıcı bir ihtiyaç haline geldi. Kılıçdaroğlu’nun siyaset sahnesinde önce çıkarıldığı 2009 yerel seçimleri bu doğrultuda atılmış ilk somut adım oldu.

AKP ise ABD ile arası açıldıkça hükümette durmanın garantisini ABD ile olan iyi ilişkilerde değil, artan seçmen desteğinde aramaya başladı. Bu da AKP’yi ABD’nin öncelikleriyle daha fazla çelişen bir pozisyona düşürdü elbette. Kürt meselesinde saldırganlaştı, 2011 seçimlerinde meydanda ip salladı. Vatan, millet, ezan edebiyatı yapmakla kalmadı, Roboski’de ölüm emrini verdi. Aynı zamanda dış politikada da ABD’nin taşeronu değil de bölgenin bağımsız bir aktörüymüş afra tafrasıyla hareket etmeye başladı. “One Minute” çıkışı, Mısır, Tunus, Libya ayaklanmalarında takındığı pozisyon, İsrail ile yaşadığı Mavi Marmara gerilimi hep Erdoğan’ın bu tercihinin daha doğrusu savunma stratejisinin bir sonucu oldu. Ancak bu tutumlar aynı zamanda ABD’nin, AKP’yle olan ilişkisinin daha da gerginleşmesine ve onu frenleyecek güçleri destekleme arayışını kuvvetlendirmesine yol açtı.

Türkiye içinde bu süreç devam ettikçe AKP sadece TÜSİAD ile değil, aynı zamanda Gülen cemaatiyle arasındaki köprüleri de atmaya başladı. Bugün Gezi Ayaklanması sırasında TÜSİAD basınının ayaklanma sırasındaki manipülatif gayretkeşliği de, Gülen’in çığırtkanlığı ve kontra haberleriyle meşhur gazetelerinin kibirden uzak durmayı tavsiye eden manidar sessizliği de AKP ile söz konusu kesimlerin bu süreçte vardığı son noktayı göstermektedir.

Ancak tüm bu süreç boyunca ABD, AKP’yi kendi kaderine terk etmiş de değildi. Bilakis özellikle Ortadoğu’daki denetimini koruyabilmek, Arap Ayaklanmaları ile başlayan süreci kendi lehine çevirmek için AKP’nin işbirliğine ihtiyacı vardı. Bu işbirliği elbette rızayla değil, baskıyla sağlanıyordu. Türkiye ile İsrail’in zorla barıştırılması bu yönde bir hamle idi. Aynı şekilde Kürdistan sorununun varlığı Türkiye’yi Ortadoğu’da Amerika’nın istediğinden daha agresif bir hatta sokuyordu. ABD’nin, BAAS’lı fakat Esad’sız Suriye planını hayata geçirebilmesi için Suriye’deki Kürtlerin bu plana dahil olması, bunun için de Türkiye’nin PKK ile anlaşması, en azından aktif olarak savaşmaması şarttı.

2012 sonundaki açlık grevi sürecine kadar manzara az çok böyle idi. Tam da bu noktada Kürtlerin artan eylemlerini kontrol edemeyeceğini gören AKP, Amerika’nın planlarını kabullenmek zorunda kaldı. Kürtlerin artan ve boyun eğmeyen muhalefetini ve ABD’nin Suriye konusundaki baskılarını görmeden “çözüm süreci”nin birden bire zuhur etmesini anlamak mümkün değildir.

Elbette AKP bu sürece pasif bir şekilde boyun eğmeyi değil aynı zamanda bu süreçten güçlenerek çıkmayı hedefliyordu. Yani Erdoğan bir yandan Kürt sorununu çözen lider olmak, diğer yandan asayişi sağlayan lider olmak, ‘çözümü bozmayın’ şantajıyla BDP’yi rehin alarak Başkanlık sistemini yahut en azından güçlendirilmiş bir Cumhurbaşkanlığı’nı meclisten geçirip, Köşke çıkmayı amaçlı- yordu. Erdoğan’ın Kürt sorunu ve Suriye konusundaki tutumları elbette ABD’den de destek gördü.

Mısır-Türkiye, AKP-İhvan Benzerliği

Aslına bakılırsa Mübarek rejimiyle ABD’nin doğrudan doğruya bir alıp veremediği yoktu. Hatta Mısır, Ortadoğu’da diğer ülkelere göre ABD’nin daha önemli ve kendisine daha bağımlı bir ileri karakoluydu. Bu nedenle de Mısır, Ortadoğu’nun onyıllardır en fazla ABD yardımı alan ülkesi durumunda. Mısır’ın önemi, Filistin sorununda ABD’nin çıkarlarını gözeten bir tutum takınmasından, aynı zamanda Arap devletleri içinde İsrail ile en iyi ilişkileri kurarak bölgede İsrail’e karşı bir blok kurulmasını engelleyen devlet olmasından kaynaklanıyordu.

Silahlı Kuvvetler Mısır’da Türkiye’de olduğundan daha belirleyici bir role sahip. Türkiye’de ordunun siyasete girişini sağlayan şey 27 Mayıs darbesi ise, Mısır’da aynı duruma Albay Nasır’ın 1952’deki subaylar darbesi yol açtı. Doğrusu o zamanlar ABD, Mısır’daki darbeci subaylar üzerin de Türkiye’deki türden bir etkiyi kuramadı. Hatta yapılan darbe Mısır’ı önce İngiliz yörüngesinden çıkarıp bağımsızlar bloğuna soktu; sonrasında da giderek Sovyet yörüngesine yaklaştırdı. Bu bakımdan Mısır’daki albaylar darbesi Irak’ta 1956 yılında gerçekleşen Albay Kasım’ın darbesiyle aynı güzergahtadır. Hatta ABD’nin bu iki darbeden ders çıkardığını ve 27 Mayıs’tan sonra Türkiye’ye farklı şekilde yaklaştığını söylemek de mümkündür. 27 Mayıs’tan sonra “aşırı subaylar” derhal tasfiye edilmiş, ABD’nin tavsiyesiyle ordunun kapitalist sisteme entegre olması için OYAK kurulmuştur. Bu noktadan sonra adım adım ordu tümüyle Amerikancı bir çizgiye eklemlenmiştir.

Mısır’da ise Nasır darbesinden sonra ordu, devlet yönetimini tümüyle ele almış, Sovyet tipi kalkınmacılığa uygun olarak millileştirmeler yapmış, Kamu İktisadi Teşebbüsleri oluşturmuş ve bunların hepsinin denetimini orduya bırakmıştır. Bu bakımdan silahlı kuvvetlerin ekonomideki gücü Türkiye’de çimento, demir çelik, otomobil, bisküvi fabrikalarına sermayedar olarak hükmeden, banka alan banka satan bir kapitalist olmasından kaynaklanırken, Mısır’daki hâkimiyeti bürokrasinin devlet işletmeleri üzerindeki hâkimiyetinden kaynaklanmaktadır. Nasır’dan sonra Enver Sedat döneminde yavaş yavaş, Mübarek döneminde tümüyle Amerikan kampına geçen Mısır ordusunun bu şekilde işlemesi ABD açısından ciddi bir sorun teşkil etmemektedir. Avrupa Birliği süreci olmasa, generaller Irak’a müdahaleye direnmese Türkiye’de de ordunun siyaset ve ekonomideki yeri ABD açısından sorun teşkil etmezdi.

ABD’nin Mısır’da orduyu geriletmek gibi bir hedefi olmadığından, Mursi’yle Türkiye’de AKP ile kurduğu türden bir ilişki kurmasına gerek yoktu. Zaten onyıllar boyunca da ABD Müslüman Kardeşler’i ezerek kontrol altında tutmayı hedefleyen orduyu destekledi. Bu bakımdan doksanlı yılların sonundan itibaren Mısır’la aktif olarak uğraşan ABD, oradaki siyasal yaşamdaki dengeleri sarsma gibi bir hedefe sahip değildi. Mübarek’in kademeli reformları ABD’yi tatmin etmeye yetiyordu.

Tunus ve Mısır’daki ayaklanmalar da ABD’nin tasarlayıp hayata geçirdiği ayaklanmalar değildi, hatta ABD’yi hazırlıksız yakalayan ayaklanmalardı. Bu bakımdan ABD bu ayaklanmaları tasarlamaktan ziyade bu ayaklanmaların ardından kendi pozisyonunu güçlendirecek tutumlar almaya baktı. Fransa’nın nüfuz alanı içindeki Tunus’a müdahalesi nispeten sorunsuz oldu. Ancak ABD kendi müttefiki Mübarek’i harcarken daha tereddütlü davrandı. Nihayetinde bir yandan “Tahrir’deki devrimi selamlamayı” diğer yandan da ordu vesilesiyle yeni bir hükümeti işbaşına getirmeye ve böylelikle devrimci kitle hareketini kendi planları doğrultusunda hareket ettirmeye dikkat etti. Ama bu sürecin sonunda hükümet, Genelkurmay’a da, ayaklanmada başı çeken muhalif yapılara da yâr olmadı. Muhaliflerin boykot ettiği seçimleri 2011’de alanlara sen son inen İhvan aldı. Mursi cumhurbaşkanı oldu, ABD’nin desteklediği Nobel ödüllü Baradey ise kazanamayacağını anladığı için aday bile olmadı. ABD’nin sürecin gayrimeşru çocuğu Mursi ile zournlu işbirliği bu noktada başladı. Zira bölgede Mursi’ye tavır almak hem Mısır’daki türlü devrimci sonuçlara gebe istikrarsızlığı büyütmek hem de Türkiye Mısır rekabetinden faydalanıp Mısır’ı Türkiye karşısında dengeleyici bir faktör olarak kullanmak yerine, Mısır’ı daha fazla Türkiye’nin yanına itmek anlamına gelecekti. ABD bu nedenle Mursi’yle çalışmayı ama alttan alta da tüm ipleri elinde tutmayı, zaman içerisinde Mursi’nin altını oyup Baradeygiller’in önünü açmayı hedefledi.

Kısacası ABD hem Türkiye’de hem Mısır’da siyasal krizlerin gayrimeşru çocuklarını geriletip dengelemek istiyordu. Bu bakımdan aslında Gezi’deki muhalif hareket ve Mısır’daki Musri karşıtı kampanya ABD’nin gökte ararken yerde bulduğu fırsatlardı. Ancak her iki sürecin sürprizli ve patlamalı gelişimi ABD’nin bölgedeki hesaplarının bozulmasına yol açmıştır.

Gezi ve Tahrir Ayaklanmalarıyla ABD’nin Ortadoğu’da Zora Giren Planları

Mısır’daki Mursi karşıtı ayaklanma ve sonrasında ordunun darbe ile geçici bir teknokrat hükümeti kurdurması elbette Mısır’ı Hamas’tan uzaklaştırıp İsrail’e yakınlaştıracağı için ABD’nin planlarına uygun bir gelişmedir. Aynı şekilde Suriye’de BAASlı fakat Esad’sız bir çözümü benimseyen ABD’nin çıkarlarıyla Müslüman Kardeşler’siz bir Mısır, yani Suriye’deki ÖSO’ya doğrudan destek sunmayan bir Mısır daha uyumludur. Zaten Türkiye’yle İsrail’in barışması ve aynı zamanda Erdoğan’ın ABD ziyaretinden sonra hizaya çekilmiş olması da bu planla uyumludur. Ama bu gelişmenin hayat bulması için Mısır’da siyasal bir istikrarın sağlanması gereklidir, fakat müdahalenin kendisi Mısır’ı ikiye parçalayacak bir gelişmenin tohumlarını atmışa benzemektedir. Doğrusu ABD’nin Tahrir’deki güçlerden yana bir sıkıntısı yoktur. Zira bu kesimler darbeden sonra pasifize edilmiş gibi görünmektedir. Ancak İhvan, oyunun dışında kalmayı kabul etmeyerek kendisini hükümete getiremese de kendisi dışındaki bütün burjuva odakların da bu süreçte zarar görmesini, kendisi batarken herkesin batmasını sağlamaya çalışmaktadır. Dahası Tahrir alanında toplanan benzemezlerin pamuk ipliğine bağlı birliği de şimdiden kopmaya başlamış, darbecilerin teknokrat hükümetinin meşruiyeti hızla aşınmaya başlamıştır. Mübarek’in güçlü hükümetinden dolayı Mursi’nin zayıf hükümetine razı olan ABD, bu sefer Mursi’ni hükümetinden de zayıf bir hükümetle çalışmak zorunda kalacaktır. Üstüne üstlük bir de devrilmesine seyirci kaldığı İhvan kendisine tümüyle karşı bir hatta konumlanmak üzeredir.

Tahrir’deki ayaklanmanın hesaplayamadığı şiddeti, sonrasında İhvan’ın sürprizli tutumu ABD’nin Mursi’yle birlikte çalışıp altını oyma planını boşa çıkarmış, kendi kontrolünde olmayan ve kısa süre içinde de kontrol altına alamayacağı gelişmelere yol açmıştır. Böyle bir durumda da ABD’nin kısa vadede bir çözüm planı geliştirmesi elbette mümkün değildir. Mısır’daki hükümet değişikliğine darbe demek için bir hafta bekleyip sonrasında serbest bırakılmasını talep ederek aynı zamanda Mısır’a ekonomik yardımı azaltmak, hatta Mısır’a savaş gemilerini yollamak bozulan planların ardından günü kurtarmaya çalışan tutumların sonuçlarıdır.

Benzer bir şekilde Gezi Ayaklanması da ABD’nin Erdoğan’ı bir yandan masaya oturtup diğer yandan AKP muhaliflerine kredi açmasını zorlaştıracaktır. Zira Gezi’deki patlamayı sadece AKP değil aynı zamanda ABD de görememiştir. ABD’nin Gezi’ye fikir hürriyetleri çerçevesinde verdiği destek AKP’yi daha saldırgan hale getirmiş fakat CHP’yi daha güçlendirmemiştir. Böylelikle AKP’nin zaten zorla oturtulduğu müzakere masasındaki pozisyonu daha kırılgan hale gelmiştir. Zira AKP, Gezi’de olduğu gibi karşısındaki güçleri gördükçe bu masada oturmanın götürüsünün getirisinden daha fazla olduğunu iyiden iyiye fark etmektedir. Erdoğan’ın yıpranması ve AKP’nin gerilemesi elbette ABD’nin planlarının bir parçasıdır. Ama uluslararası zeminde tecrit olan AKP’nin daha milliyetçi bir çizgiye kayması aynı zamanda ABD’nin halihazırda istemediği bir durumdur. Zira bugün Türkiye’de de ABD’nin, AKP’nin yerine koyacak bir alternatifi yoktur. Bu da önümüzdeki süreçte AKP’nin ısrarla bastırdığı “çözüm süreci”nin daha da ağırdan alınacağı, aynı zamanda Suriye’de çözümsüzlüğün sürmeye devam edeceği anlamına gelmektedir.

AKP’nin Açmazı Derinleşiyor

Ancak süreçte hesapları bozulan asıl gücün AKP olduğuna şüphe yoktur. AKP’nin son beş yıllık açmazı giderek derinleşmektedir. Bu açmazı şöyle özetlemek mümkün: ABD’nin Türkiye üzerindeki planlarının hepsini gerçekleştirmeye talip olmuş AKP, bu planları yerine getirdiği oranda gereksizleşmekte, bir yanda Kürdistan’da BDP’ye karşı kan kaybetmekte diğer yanda da Türkiye’de altı TÜSİAD ve ABD tarafından oyulmaktadır. AKP’nin altını oyanlara karşı çıkması ancak ABD karşıtı ve şovenist bir hatta ilerlemesi, ekonomik anlamda ise finans kapitalin merkezlerinin dayattığı politikaların karşısına popülist politikalarla çıkması ile mümkündür. Ortadoğu’da İsrail karşıtlığı, Hamas dostluğu, Türkiye’yi bölge lideri yapma yönündeki hayaller, çılgın projeler, düşük faiz ve gevşek para politikaları popülist paketin olmazsa olmazlarıdır. Ancak “Lider Türkiye” gazıyla bu politikalar izlendiği zaman bu sefer de Erdoğan’ı on yıldır ayakta tutan uluslararası finans kapitalin desteğinin kesileceği, aynı zamanda kendisini destekleyen yerli sermaye gruplarının da desteğini keseceği açıktır. Kısacası ABD’nin tutumu Erdoğan’ı giderek daha fazla geçtiğimiz onyılın meşhur siyasi figürlerinden Chavez ya da Ahmedinejat gibi davranmaya itmektedir. Gelgelelim, Erdoğan’ın Venezuela ya da İran gibi rantını yiyebileceği petrol kaynakları yoktur, yaslanabileceği bağımsız bir “milli burjuvazisi” de yoktur. Bu açmaz içerisinde Erdoğan ABDye biat etmekle, milliyetçi popülist politikalar benimsemek arasında gidip gelmekte, “çözüm masası”nda hop oturup hop kalkmaktadır. Ancak yalpalayan ve zikzaklı siyaset sermaye çevrelerinden kimseyi memnun etmediği gibi, bu kararsız tutumuyla en büyük silahı olan ‘evde tutulan yüzde elli’yi oluşturan seçmenlerin desteğini koruması da mümkün görünmemektedir. Kısacası Erdoğan her durumda kaybetmektedir, kaybedecektir.

Erdoğan’ın açmazı Kürt sorunu özelinde şöyle özetlenebilir: Yarattığı çözüm havasını haklı olarak istismar eden Kürtleri bastırmak için Erdoğan’ın şiddet uygulamaya ihtiyacı vardır. Ancak uygulanmasına dahil olduğu plan nedeniyle de Erdoğan 90’ların şiddetini uygulayamamaktadır. Bu durum, 90’lardaki saldırı karşısında geri adım atmamış Kürtlerin özgüvenini ve AKP’ye karşı düşmanlığını arttırmaktan başka bir sonuç üretmemektedir. Sonuç Roboski’deki, Lice’deki provokasyonlar, Kürtlere karşı kof kabadayılıklar, ken-disine daha fazla itibar kaybettiren tutuklamalar, tüm bunlara karşın Kürt meselesinde diklene diklene atılan geri adımlardır. Erdoğan’ın Kürt sorununa dair göz boyamak için yaptığı reformlar kendisine olan desteği arttırmamakta, hatta MHP’nin güçlü olduğu yerlerde bu desteği azaltmaktadır; ama aynı reformlar ve reform vaatleri sadece kitlelerin beklentilerini ve çözüm eşiklerini yükseltmemekte aynı zamanda Kürtlerin AKP’ye yönelik tahammülsüzlüğünü arttırmaktadır.

Benzer bir durum Gezi’de de yaşanmaktadır. AKP, oturduğu “çözüm masası”ndan kalkmak istediği için sertlik uygulamakta, bu sertliğin bir sonucu olarak Türkiye’nin dört bir yanında eylemcileri öldürüp, felç etmektedir ama hâlihazırda “çözüm süreci” içinde olduğundan gösterileri sona erdirecek şiddeti uygulayamamaktadır. Dahası bu süreçte AKP’nin tüm hareketleri “çözüm süreci”nin beklentileriyle değerlendirilmekte ve AKP attığı her adımda sınıfta kalmaktadır. Dört ölü, yüzlerce yaralı AKP’yi 12 Eylül döneminin partileriyle aynı zeminde buluşturmuş ama AKP’nin bu hareketleri eylemleri bitirememiştir. Alışveriş merkezi, cami ve kışla yapmak için yola koyulmuşken Gezi Parkı’nı ağaçlandırmak zorunda kalmış ama yine de kimseye yaranamamıştır.

Önümüzdeki dönemin AKP’nin bu açmazının daha da büyüyeceği bir dönem olacağına şüphe yok. Cevabı henüz verilmemiş olan soru, bu gerileyiş sonunda oluşacak boşluğun kim tarafından doldurulacağı: Ezilenlerin ve emekçilerin hareketi tarafından mı yoksa ABD’nin bir türlü derleyip toparlayamadığı CHP tarafından mı?

Paylaş