Stalin Dosyası 1- Stalin’in Öyküsü Bolşeviklerin Öyküsüdür

0

Bu yazı KöZ’ün 2016 Kasım sayısında yayımlanmaya başlayan Stalin Dosyası’nın açılış yazısıdır.

Kasım sayısı ile birlikte Stalin dosyasını açıyoruz. Önümüzdeki aylarda sayılarımızda eleştirel bir yaşam öyküsü ile birlikte Stalin ile ilişkilendirilen ve bir dizi probleme değinen yazılara yer vereceğiz. Aslına bakılırsa bu sunuş yazısında öncelikle “Neden bu kadar geç kaldık?” sorusuna yanıt vermemiz gerekirdi. Fakat 2011-12 arasında yayınladığımız Troçki dosyasına verilen tepkileri göz önünde tuttuğumuz zaman bize sorulacak asıl soruların farklı olacağını biliyoruz. “Sırası mıydı?”, “Artık kimse Stalin’i hatırlamıyorken eski defterleri karıştırmanın kime ne faydası var?”, “21. Yüzyıla girdiğimizde hala niye 20. Yüzyılın sosyalizminin sorunlarına takılıp kalıyorsunuz?”, “Bu konuyu gündeme getirmenin sol içindeki gerilimleri büyütüp birlik ve cephe girişimlerini baltalayacağını bilmiyor musunuz?” Bize sorulacak sorular, yöneltilecek eleştiriler daha çok bu içerikte olacak. Ortak noktası geçmişin üstüne bir perde çekmek olan tüm bu sorular, Türkiye solunun gerçekliğini gözler önüne seriyor. O halde söze bu sorulardan, onların derinleşen tasfiyecilik ile olan ilişkisinden başlayalım.

Stalin ’in Unutulmasının/Unutturulmasının Sebebi Derinleşen Tasfiyeciliktir

Doğru. Bugün artık kimse Stalin’den bahsetmiyor. Düne kadar Stalin’i usta olarak gören akımların yayınlarında Stalin ile ilgili yazı bulmak için büyüteç ile arama yapmak gerekli. Eskiden bir başvuru kaynağı olarak görülen “Marksizm ve Milli Mesele” kitabının son baskısı bundan on bir yıl önce yapılmış ve bu kitabın kendisi hatırlanmaya muhtaç gelmiş durumda. Yine Stalin gözetiminde bir kurul tarafından kaleme alınmış “SBKP Tarihi”- ne kimseler atıfta bulunmuyor. Geçelim Stalin’in yazdıklarından faydalanmayı, Stalin’in kendisi bile hatırlanmıyor artık. “Stalin’i savunmak marksizmi savunmaktır.” “Burjuvazi marksizme saldıracağı zaman Stalin üzerinden saldırır” ifadeleri Türkiye solunun Stalin’e dair ezberinin bir parçası idi. Gelgelelim, bugün bu akımlar tarafından marksizmi savunma, geliştirme iddiası ile çıkan sayısız teorik dergi bulunsa da Stalin bunların hiçbirinde kendisine yer bulamıyor.

Troçkist akımlar da uzunca bir süredir Stalin’i ve kendi terminolojilerini kullanmak gerekirse “stalinizmi” hatırlamıyor. “Stalin’in ihanetlerine” dair yazılar tümüyle tükenmiş olmasa da, sayıca hayli azalmış durumda. Hele mesele “stalinizm”, “Türkiye solunda stalinizmin yarattığı tahribat”, yahut “stalinizme karşı mücadele” gibi konular olunca artık ortada ciddi bir polemik yazısı bulmak imkansız gibidir. “Stalinizm” zaman zaman adeta jakobenizm vb. apolitik bir aşağılama terimi olmaktan başka bir içerikle anılmamaktadır.

Sungur Savran’ın açık sözlü bir şekilde dile getirdiği yönelim tüm troçkist akımların gittiği istikameti özetlemektedir:

“Ama artık, 20. yüzyılda ortaya çıkmış bütün bürokratik işçi devletleri çökmüşken Stalin ve bir ideolojik-politik sistem olarak Stalinizm önemini yitirmiştir. Onun önemi her zaman arkasındaki devletlerin (en başta Sovyetler Birliği, ama aynı zamanda Çin ve diğerleri) büyük gücünden geliyordu. Yoksa fiske vursanız dağılacak koflukta bir ideolojik-politik sistemden söz ediyoruz. Devrimci Marksizmle yarışması mümkün mü?

Öyleyse artık Trotskiy’i Marx, Engels ve Lenin’le birlikte Stalin’siz olarak ele almalıyız. Stalin ve Stalinizm gündemimize ancak geçmişin hesabı yapılırken girmeli. Devrime yeni gelmekte olan gençliğe Trotskiy’i Ekim devriminin iki büyük önderinden biri ve 20. yüzyıl devriminin bürokratik çürümesinin baş düşmanı olarak tanıtmalıyız. Stalinistler ve onların bilinçsiz izleyicileri tartışmayı yine Trotskiy-Stalin zıtlaşmasına çekeceklerdir. Trotskiy’in tarihte neyi temsil ettiğini anlayamayan Trotskistler de buna çanak tutacaklardır. Kapılmayalım.

Stalin, Marksizmin devasa önemi karşısında tarihte bir küçük ayrıntıdan başka bir şey değildir.”

Her iki cenahtaki bu unutkanlığı nasıl açıklamalı? Elbette bu durumun derinleşen tasfiyecilikten başka bir açıklaması yok.

Türkiye’deki örgütlerin şekillendikleri dönem esas itibari ile 12 Mart – 12 Eylül arasındaki döneme rastlar. Bu dönem aynı zamanda solun ezici çoğunluğunun kendi zihinsel evreninde Stalin’e merkezi bir yer verdiği dönemdir. Bu dönemdeki tartışmaların etkisi ile Stalin adı Türkiye solundaki akımlar ve onların militanları açısından hep devrimci örgüt, devrimci şiddet, militanlık, adanmışlık gibi bir dizi olumlu hasletlerle anıldı. Dolayısıyla Stalin’den söz etmek aynı zamanda tüm bu değerlerden söz etmek anlamına geldi. Kruşçev’in revizyonist çizgisinden yürüyenler de onun ünlü XX. Kongredeki gizli oturumda yaptığı açıklamalar doğrultusunda bir «Stalin eleştirisi» ile yetindiler.

12 Eylül sonrasında önce Bahar Eylemleri, ardından Sovyetler Birliği’nin çöküşü ile tetiklenen tasfiyeci dalgalar sonucunda sol akımların proletarya diktatörlüğü, devrimci parti ve militanlık kavramları ile arası açılmaya başladı. Devrimci parti gitti yerine işçi kitle partisi geldi. Proletarya diktatörlüğü yerine demokratikleşmeden söz etmek revaçta oldu. Emperyalizm sözcüğü lügatlerden silinirken globalizm geçer akçe olmaya başladı.

Hal böyle olunca Stalin’in kendisi tam da temsil ettiği değerler nedeniyle sol açısından bir kambura dönüşmeye başladı. Ancak doksanlı yıllar boyunca gerek varoşlardaki dinamizm, gerekse de PKK’nin gerilla savaşının etkisi nedeniyle tasfiyecilik tümüyle etkisini gösteremedi. Dolayısıyla bu yıllarda dahi Stalin kendisine sol yayınlarda yer bulmaya devam etti. Stalin’e ve Stalin eleştirilerine dair kitaplar yazıldı, Sovyetler Birliği’nden sosyalizmin sorunları Stalin’den de söz ederek ele alındı.

Stalin’in tümden unutulmaya terk edilmesi için tasfiyeciliğin yeni bir aşamaya ulaşması gerekiyordu. Bu da esas olarak Öcalan’ın rehin alınmasından HDP’ye varan süreçti. HDP projesi solun tüm kesimlerinin altındaki toprağı çekip legal ve parlamentarist bir partinin içinde ya da yörüngesinde toplarken elbette Stalin de bayramdan bayrama anılan tarihi bir figüre dönüşecekti. Bu yeni parti de devrim, devrimci diktatörlük, devrimci parti sözcüklerinin lafzına bile yer yoktu, haliyle bu partinin anaforuna kapılanlar adım adım Stalin’i belleklerden silmeye başladılar.

İster içine girsinler ister girmesinler HDP süreci, bir kısmı zaten öncesinde ÖDP’ye girmiş çıkmış troçkist akımları da aynı şekilde etkiliyordu. Programatik ayrımların önemsizleştiği, bayrakların karıştığı, tasfiyeciliğin yaygınlaştığı bir dönemde Stalin ve “Stalinizm” konusunda ısrarcı olmak bir dizi netameli ve yıkıcı sonuçları olabilecek tartışmayı beraberinde getiriyordu. Her şeyden önce “Stalinizm” kavramının kendisi “Stalinizmle mücadele” görevine kopmaz bir şekilde bağlı olduğu için “Stalinizm”den söz edenlerin sol akımların kalan kesimi ile tasfiyeci parti ve cephe girişimleri içinde bulunması imkânsızdı. Daha da önemlisi “Stalinizmle mücadeleyi” öncelikli görev olarak görmek troçkist akımların sol içi mücadeleyi öncelikli görev olarak görmesine yol açıyordu. Halbuki seksenlerin sonundan itibaren yükselen tasfiyecilik dalgası troçkist akımların da sınıf örgütleme, işçi partileri kurma ya da bu partilere katılma hülyaları kurmalarına yol açmıştı. Dolayısı ile yasal işçi partileri yahut dernekleri kurarak bir sınıf hareketi yaratmak hülyası kuran troçkist akımların “Stalinizme” karşı mücadeleyi öncelikli görev olarak görmeleri elbette mümkün değildi.

Haliyle Stalin Türkiye solunun gündeminden tıpkı Nazım Hikmet’in buram buram revizyonizm kokan şiirinde ifade ettiği gibi ama çok daha yavaş bir şekilde çıkıverdi.

”yok oldu bir sabah!

yok oldu çizmesi meydanlardan,

gölgesi ağaçlarımızın üstünden,

çorbamızdan bıyığı,

odalarımızdan gözleri,

ve kalktı göğsümüzden baskısı binlerce taşın tuncun alçının ve kâadın”

Stalin’in solun gündeminden bu şekilde ve bu türden çağrışımlar yaratarak çıkması elbette hiç de hayırlı sonuçlara yol açmadı ama Stalin’in bu şekilde gündemden çıkışı da derinleşen tasfiyecilik ile ilgiliydi zaten. Tam da bu yüzden geçmişte Stalin’i bir usta yahut Marksizm için bir turnusol kâğıdı olarak görsünler, ister tüm geçmişleri Stalinizme karşı mücadele ile geçmiş olsun, ister kapağı HDP’ye atmış olsunlar, isterseler de kendi başlarına bir işçi partisi ya da derneği kurmuş olsunlar solun ezici çoğunluğu Stalin ve Stalin dönemine ilişkin tartışmaları susuş kumkuması yoluyla geçiştirmeyi tercih ettiler.

Bugün de, Stalin dosyasından söz ettiğimizde aynı kesimlerin “Sırası mıydı?”, “Ne gerek vardı?” benzeri sorular sorması kimse açısından şaşırtıcı olmamalı. Zira bu kesimler açısından Stalin dosyasını açmak bugün hâkim olan liberal uzlaşma iklimini bozacak tartışmalara girmek anlamına gelecekti. Aynı zamanda Stalin’den söz etmek geçmişte taşınan devrimci iddialarla aynı akımların bugünkü gerçekliği arasındaki uçurumu sergileyecektir. O nedenle söze başlarken Stalin konusunu ele almaya yönelik bu dirence şaşırmadığımızı belirtmek isteriz.

Stalin Dosyası Hangi İhtiyacın Ürünü ?

Bugün Stalin’den söz etmek tasfiyecilerin hesaplarını bozuyor. Ama buradan yola çıkarak KöZ’ün Stalin dosyasını açmasının amacının tasfiyecileri rahatsız etmek olduğunu söylemek doğru olmaz. Herşeyden önce eğer maksat tasfiyecileri rahatsız etmek olsa idi bunun için illa ki Stalin dosyasını açmaya gerek olmazdı. Zira tasfiyecilik bir yönüyle belleksizliğe dayandığı için geçmişe, geçmişteki siyasi tartışmalara dair her şey onları rahatsız etmektedir. Bugün Küba ile dayanışma etkinliği düzenleyenlere “Sosyal emperyalizmin gurkası Küba” tespitini hatırlatmak da, her sene DİSK önderliğinde Taksim’i fethe çıkan sola “1 Mayıs 1977’yi kana bulayan sosyal faşistlerden” söz etmek de, Türkiye’deki güdük demokratikleşmeden söz edenlere “faşist diktatörlük” tezine ne olduğunu sormak da, bugün Erdoğan’ın diktatörlüğünü adım adım inşa ettiğini savunanlara geçmişte “tırmanan faşizm” tespitini yapanlara neden reformist dendiğini sormak da rahatsız edicidir.

İkincisi tasfiyecilerin Stalin’den rahatsız olması, Stalin’in mirasını hasıraltı edip Stalin’i tarihi bir figür haline getirmeye çalışması Stalin’in zamanında savunmuş olduğu görüşleri doğru da devrimci de kılmaz. KöZ’ün arkasında duran komünistlerin kendilerine neyi referans edindikleri bellidir. Komünist Enternasyonal’in ilk dört kongresi ile Stalin’in temsil ettiği görüşler arasında bir süreklilik yoktur. Bilakis Stalin’in bugün tasfiyecilerin sırtında bir kambur haline gelmiş olması Stalin’in özellikle parti konusunda bayraktarlığını yaptığı görüşlerle yakından ilişkilidir.

KöZ Stalin dosyasını açarken Stalin dönemini bir asr-ı saadet dönemi olarak tanıtmak şöyle dursun, bu dönemle onu takip eden dönemdeki revizyonizm ve tasfiyecilik arasındaki ilişkiyi göstermeyi amaçlıyor. O halde Stalin Dosyası’nı bir “Stalin dönemindeki devrimci ruhu yeniden yakalayalım” çağrısı olarak okumamak gerekir. Ekim Devrimi komünist hareket açısından büyük bir zaferdi.

Ekim Devrimi o güne dek dünyanın hiçbir yerinde insan yerine konmayan işçi ve yoksul köylü yığınların iktidarı alabileceğini, ayaklanmakla kalmayıp aynı zamanda yönetebileceğini gösterdi. Ama komünistler Ekim Devrimi sonrasında tarihlerinin en büyük yenilgisini yaşadılar. Bu yenilginin muhasebesi de bugüne dek tam anlamıyla verilmiş değildir. Açtığımız Stalin dosyası esas olarak bu muhasebe ile ilişkilidir. Zira Bolşevik Partisi’nin bir üyesi olarak Stalin “Neden yenildik?” tartışmalarının odak noktasında yer almalıdır.

Yanlış Yerde Aranan Yenilgi

Kuşkusuz kendini komünist olarak adlandıranlar da Ekim Devrimi’ni sahiplenenler de bizden ibaret değil. Aynı zamanda komünistlerin yenilgisinin muhasebesini ilk kez biz yapmıyoruz. İster geleneksel SBKP çizgisini savunsun, ister Maocu, ister Enver Hocacı, isterse de Troçkist olsun kendini komünist olarak tanımlayan tüm akımlar öyle ya da böyle bir yenilgi muhasebesi yapmışlardır. Üstelik Stalin dönemi tüm bu akımların yenilgiye ilişkin tartışmalarında da bir dönüm noktası olarak kavranır, açıklanmaya çalışılır. Hatta tüm bu akımların ayrı yerlerde konumlanmalarının nedeninin çıkartılan farklı muhasebeler olduğunu söylemek abartma olmaz. Maocu ya da Hocacı akımlar Stalin dönemindeki sosyalist anayurdun nasıl olup da sosyal emperyalist ve karşı devrimci bir odağa dönüştüğünü açıklamaya çalışırken, SBKP çizgisindeki akımlar ise Stalin’in Rusyasından Gorbaçov’un nasıl çıktığını açıklamak sorunuyla boğuşurlar. Buna karşılık Troçkist akımlar ise “Stalinist Karşı Devrim”in nasıl olup da başarılı olduğunu açıklama gayretindedirler. Tam da bu nedenle aslında Stalin dosyasını açmak, Stalin somutunda yenilginin nedenlerini araştırmak aslında komünist adını alan bu akımların muhasebelerini tartışmak ve aslında onların neden bu ismi alamayacaklarını göstermek anlamına gelecektir. Bu yüzden de söz konusu görevi yerine getirmek için söze öncelikle komünist hareketin yenilgisine dair muhasebelerle KöZ’ün Stalin dosyasında sunulacak olan muhasebenin temel farklılıklarını hatırlatarak başlamak gerekli.

Özellikle doksanların başında, Sovyetler Birliği’nin ve Doğu Bloku’nun geri dönüşsüz bir şekilde çöktüğü idrak edildiğinde yenilginin nedenleri hakkında yazmak popüler bir faaliyet haline geldi. Türkiye’de Yalçın Küçük’ün, H.Fırat’ın, Mehmet Yılmazer’in ve Elif Çağlı’nın Sovyetler Birliği’nin çöküşünü ele aldıkları çalışmalar bu dönemde yayınlandı yahut dolaşıma girdi. Bununla birlikte bu dönem çıkan çalışmalar esas olarak SBKP’yi merkez gören akımların ürünleri idi. Yaşanan yenilgiye dair çalışmalar aslına bakılırsa 1930’lardan itibaren Troçki’nin “İhanete Uğrayan Devrim” eseri ile başlamıştı. Bu açıklama girişimleri Troçkist hareket içinde daha Troçki sağken başlayan “Yozlaşmış İşçi Devleti-Devlet Kapitalizmi” tartışmaları ile iyice dallanıp budaklanmaya başlarken 1956’daki XX. Kongre’deki “de-Stalinizasyon” kampanyalarına tepki olarak doğan maocu-hocacı akımlar ise Sovyetler Birliği’nde bir karşı devrimin yaşandığını söyleyerek modern revizyonizm teorisini geliştirdiler.

Doğrusu yenilgiye dair bu açıklamaların arasında ilk bakışta ortak bir nokta bulmak pek güçtür. Zira söz konusu akımlar sadece farklı zamanlarda geliştirilmemiş, aynı zamanda farklı tarihleri karşı devrim açısından bir dönüm noktası olarak görmektedirler. Dolayısıyla kimlerin devrimci, kimlerin karşı devrimci olduğuna dair değerlendirmeler de toptan farklıdır. Benzer şekilde SSCB içindeki gelişmelerden, zorla kolektifleştirmeden, komünizme geçildiğinin ilan edilmesine, SBKP’nin dünya devrimci hareketleri ile ilişkilenişi söz konusu olduğunda SBKP’nin Alman Devrimi’ne, İspanya İç Savaşı’na yahut Çin Devrimi’ne yaklaşımına ilişkin değerlendirmeler de çeşitlilik göstermektedir. Ancak tüm bu çeşitliliğe rağmen bu değerlendirmelerin hepsinde ortak olan birbiriyle bağlantılı iki kusuru teşhis etmek gerekir. Tüm bu açıklamalar kaderciliğe varan bir kaba materyalizm ile temelsiz bir iradecilik arasında savrulmaktadırlar. Bu iki kusuru daha anlaşılır kılmak için öncelikle tüm bu yaklaşımlarda ortak olan bir başka noktanın üzerinde durmak gerekli. Komünist hareketin yenilgisi nedir? Birbirinden farklı geleneklerden tüm bu akımlar sorunun cevabını yanlış yerde aramaktadır.

Komünist hareketin yenilgisi dendiği zaman anlaşılan şey istisnasız bir şekilde Sovyetler Birliği’nin, Çin’in ya da Arnavutluk’un yozlaşması, “karşı-devrimci bir karaktere” bürünmesi yahut çöküşü anlaşılmaktadır. Sonrasında da bu yozlaşmanın nedenleri konusunda açıklamalar yapılmaktadır. Başka bir deyişle yenilgi esas olarak “devlet iktidarının yitirilmesi” ile ilgilidir. Örneğin anti-revizyonist gelenekten gelen MLKP’nin programında yenilgi şu şekilde tanımlanmaktadır.

”1956’da Sovyetler Birliği’nde iktidarı ele geçiren modern revizyonistler, sosyalizmi yıkma, kapitalizmi yeniden kurma sürecini başlattılar. Kruşçev’le başlayıp Brejnev yönetimiyle süren karşı devrim, Sovyetler Birliği’ni, tekelci devlet kapitalizminin egemen olduğu sosyal emperyalist bir ülke haline getirdi. Proletarya diktatörlüğünün yerine bürokrat burjuvazinin diktatörlüğü kuruldu.”

Aynı çizgiye farklı bir güzergâhtan geçerek gelen Bolşevik Parti ise yenilgiyi şu şekilde tanımlamaktadır:

”Ancak Stalin’in ölümünden 3 yıl sonra 1956’da yapılan kötü ünlü SBKP 20. Parti Kongresinde Kruşçev ve kliği karşı devrimci dönüşümü gerçekleştirebildiler. Bu parti kongresi, oluşmuş olan yeni burjuvazinin iktidarı açıkça ele geçirmesi, proletarya diktatörlüğünün ve sosyalist inşanın tasfiyesi, kesin kapitalist restorasyon ve sosyal emperyalizm yoluna girilmesi anlamına geliyordu.”

Kendini troçkist olarak görmeyen ama Troçki’yi bir rehber olarak tanımlayan Marksist Tutum’un yenilgi tanımı farklı değildir. Yenilgi esas olarak iktidarın işçi Sovyetlerinden Sovyet bürokrasisine geçmesi olarak tanımlanıyordu.

”Ekim 1917’de muzaffer bir proleter devrimin ürünü olarak doğan işçi sovyetleri iktidarı, çok kısa bir süre sonra –Alman devriminin yenildiği ve dünya devriminin geri çekildiği bir ortamda– kendisini yalıtılmış ve yalnızlaşmış olarak buldu. Bu yalıtılmışlık koşullarında işçi iktidarı varlığını uzun süre koruyamadı ve bürokrasinin eliyle tasfiye edildi. İşçi sovyetleri iktidarını tasfiye ederek yerine kendi iktidarını geçiren Sovyet bürokrasisi, altmış yılı aşkın bir tarihsel döneme damgasını vurdu. Bu dönem boyunca dünya sosyalist hareketinde bilimsel komünizmin düşüncesi değil, Sovyet bürokrasisinin resmi ideolojisi olan Stalinizm ve onun “ulusal sosyalizm” öğretisi egemen oldu.”

Yenilginin Sovyetler Birliği’nin çökmesi, yozlaşması yahut karşı devrimci güçlerin ele geçmesi nedeniyle maocu-hocacı akımlar esas olarak “sosyalizmden geri dönüş olur mu?” tartışmalarına yoğunlaştılar, “Sovyetler Birliği’nden kapitalizmin restorasyonuna” dair sayısız eser verdiler. Troçkist akımın tutumu da bundan farklı değildi. Onlar da yenilgiyi Sovyetler Birliği’nin akıbetine bakarak tarif ettikleri için “yozlaşmış işçi devleti-devlet kapitalizmi” tartışmalarına gömüldüler.

Asıl Açıklanması Gereken Yenilgi Bolşevik Partinin ve Komünist Enternasyonal’in Yenilgisidir

Bizim yaklaşımımızla diğer tüm akımlar arasındaki birinci temel fark tam da bu noktada ortaya çıkıyor. Hangi gelenekten gelirse gelsin diğer tüm akımlar yenilgi derken esas olarak muzaffer Ekim Devrimi’nin yenilgisini yahut sosyalist inşa sürecinin yenilgisini anlamakta, esas olarak bu yenilgiyi açıklamaya çalışmaktadır. Buna karşılık KöZ asıl yenilgi kaynağının devrimlere önderlik etme iddiasında olan devrimci partilerin tasfiyesinde aranması gerektiğini savunmaktadır.

Kuşkusuz Sovyetler Birliği’nin çöküşü hangi geleneğe bağlı olursa olsun kendini komünist olarak gören herkes açısından politik bir yenilgidir. “Biz Sovyetler Birliği’nin çöküşünün kaçınılmaz olduğunu öngörmüş ve döne döne tekrarlamıştık.” demek kimseyi bu yenilginin ağırlığından kurtaramaz. Zira Sovyetler Birliği işçilerin, emekçilerin devrimci mücadelesi ile değil emperyalistler ve onların uzantıları tarafından çökertilmiş, tarih sahnesinden silinmiştir. Üstelik karşı devrimci güçlerin Sovyetler Birliği’nde hakim oluş tarihi için hangi tarihi seçersek seçelim. Bu dönüm noktalarının hiçbirinde emekçiler karşı devrimci güçlere karşı ayaklanmamıştır. Karşı devrimci güçler emekçileri deyim yerindeyse teslim almışlardır. Bu durum maneviyat bozucu sonuçları olan ağır bir yenilgidir. Ancak komünist hareketin asıl yenilgisi bu değildir. Hatta Sovyetler Birliği’nin karşı devrimci bir karakter kazanması üzerinde yoğunlaşmak tersine asıl yenilginin idrak edilmesini zorlaştırmaktadır.

Devrimler yenilebilirler. Esas olarak Paris’li “külotsuzların” ve kudurmuşların yıkıcı enerjisine dayanan Büyük Fransız Devrimi yenildi. Yerini önce Thermidor gericiliğine, sonra Napolyon’a bıraktı. En sonunda da Kral geri geldi. 1848 Avrupa çapında tüm krallıkları tuzla buz etti ama üç seneye kalmadan tüm Avrupa’da monarşiler yeniden kuruldu. Paris Komünü proletarya diktatörlüğünün ilk örneği oldu ama sadece 72 gün yaşayabildi. 18 Ocak 1918’de, Ekim Devrimi’nin 73. gününde Lenin “Komün’den bir gün fazla yaşadık” diye yazdı. Devrimlerin yenilgisi şaşırtıcı bir durum olmadığı için Marx yerini Louis Bonaparte adlı imparator taslağına bırakan 1848 Devrimi’nin ardından şunları yazdı:

”… proletarya ihtilalleri sürekli olarak özeleştiri yaparlar ve kendi yollarını tekrar tekrar keserler. Göreve yeniden başlamak için, daha önce başarılmış olan işe dönerler. Acımasız bir içtenlikle ilk çabalarının yetersiz, zayıf ve kötü yönleriyle alay ederler. Düşmanlarını yere, topraktan güç kazanıp önlerine eskisinden daha heybetli bir biçimde çıkması için atarlar. Herhangi bir geri çekilmenin mümkün olmayacağı bir durum yaratılana dek kendi amaçlarının belirsiz büyüklüğü karşısında küçülürler ve sonunda koşulların kendisi şöyle bağırır:

Halep oradaysa arşın burada

İşte gül burada, dans burada”

Marx’ın yukarıdaki satırlarını “yapacak bir şey yok. Devrimler zaten yenilirler. Bize düşen koşulların devrimin başarısını kaçınılmaz kılacağı zamanı beklemek” diye yorumlayıp kendi izlenimci tutumlarını gerekçelendirenlerin sayısı az değildir. Halbuki böyle bir yorum Marx’ın devrimci parti konusundaki eksik görüşlerinin kasıtlı bir çarpıtılmasına dayanır. Zira Marx’ın vurgu yaptığı asıl nokta proleter devrimlerin başarısızlıklarının ardından yaptıkları özeleştiridir. Ortada kendi hatalarını irdeleyen, özeleştiri yapan bir devrim olduğuna göre Marx besbelli ki devrimin kendi kendine gerçekleşeceğini, koşulların devrimi zorunlu kılacağını savunmamaktadır. Marx’ın yukarıdaki satırlarında koşullar bir devrimi hediye etmek şöyle dursun devrimci iddia sahiplerine iddialarını gerçekleştirmek için meydan okumakta “Halep Oradaysa Arşın Burada” diye seslenmektedir.

Peki ama kimdir bu iddia sahipleri? Marx “Proletarya ihtilalleri kendi hatalarıyla alay ederler.” dediği zaman alay eden, hatalarından dersler çıkaracak olanlar kimdir? Marx, “proletarya ihtilalleri” derken neyi kast etmektedir? Komünist Parti Manifestosu bu sorunun yanıtını açık bir şekilde vermektedir. Komünistlerin proleterlerle ilişkisinin aslı nedir?

”Komünistlerin öteki proletarya partilerinden tek ayrıldıkları nokta, bir yandan proleterlerin çeşitli ulusal mücadeleleri içinde, tüm proletaryanın ulusallıktan bağımsız ortak çıkarlarını öne getirerek geçerli kılmaları, öbür yandan da burjuvazi ile proletarya arasında yürüyen mücadelede her zaman hareketin bütününün çıkarlarını temsil ediyor olmalarıdır.

Demek ki komünistler pratikte, bütün ülkelerin işçi partilerinin en kararlı, hep ileriye götüren kesimleridir; kuramsal olarak komünistler, proletaryanın öteki kitleleri önünde, proleter hareketin koşullarını, gidişini ve genel sonuçlarını gören bir öncüllüğe sahiptir.”

Demek ki yenilen devrimlerin derslerini çıkaracak olan komünistlerdir. Marx’ın bu konudaki yanıtı açıktır ama tüm belirsizlikleri ortadan kaldırdığı söylenemez. Zira komünistler nasıl olup da proleter hareketin koşullarını, gidişini ve genel sonuçlarını görebilmektedir? Kuşkusuz Komünist Manifesto’da sunulan bakış açısı böyle bir birikimi sağlamak için başlı başına bir kazanımdır. Ama Komünist Manifesto soyut olarak öğrenilip, masa başında geliştirilebilecek akademik bir metin değildir; bir parti programıdır. Dolayısı ile komünistlerin söz konusu tarihsel bakışa sahip olmalarının ön koşulu, komünist bir partinin mevcudiyetidir. Başka bir deyişle örgütsel süreklilik olmadan yenilgiye uğramış devrimlerin derslerini çıkarmak da mümkün olmaz. Ancak devrimci partinin gerekliliği konusunda hiçbir tereddütte yer bırakmayacak kadar net olan Marx’ın devrimci partinin sürekliliği konusundaki aynı derecede net değildir. Hatta politik pratiğine bakıldığında Marx’ın bu konuda düpedüz yanlış bir tutumu olduğunu söylemek mümkündür. Devrimci partinin ancak devrimci bir dönemde anlamlı bir varlığının olacağından yola çıkan Marx 1848 Devrim dalgasının sönmesinin ardından Komünistler Birliği’nin kapatılmasının, 1871’de Paris Komünü’nün yenilgisinin ardından I. Enternasyonal’in New York’a taşınıp tasfiye edilmesinin yolunu döşemiştir.

Marx’ın devrimci partinin sürekliliği konusundaki eksik ve yanlış görüşlerinin aşılması için Lenin’i beklemek gerekiyordu. Bugün komünistlerin kendilerine sadece Marksist değil Marksist Leninist demelerinin nedeni tam da Lenin’in komünist harekete yaptığı bu katkı idi. Lenin sadece kendini diğer işçi örgütlerinden ve sol akımlardan ayırt eden bir partinin varlığını savunmuyordu. Aynı zamanda bu partinin sadece devrimci dönemlerde değil devrimci olmayan dönemlerde de varlığını korumasını gerekiyordu. Hatta devrimci rüzgarların hiç esmediği dönemlerde azimli bir çalışma yürütmeyen devrimci bir partinin devrimci bir durum sırasında hazırlıksız yakalanacağını söylüyordu Lenin.

“Son olarak, doğabilecek bir yanlış anlamayı önlemek için birkaç söz daha edelim. Durmadan sistemli ve planlı hazırlıktan söz ettik; ama asla, istibdadın ancak düzenli bir kuşatmayla ya da örgütlü bir saldırıyla yıkılabileceğini söylemek istemiyoruz. Böyle bir görüş, hem saçma, hem de nazariyatçı bir görüş olur. Tam tersine, istibdadın, kendisini sürekli olarak tehdit eden kendiliğinden patlamaların ya da önceden görülemeyen siyasi karışıklıkların etkisi sonucu çökmesi son derece mümkündür ve böyle ihtimal tarihi olarak çok daha fazladır. Ama maceracı kumarlardan sakınmak niyetinde olan hiçbir siyasi parti, faaliyetlerini, böyle patlamaları ve karışıklıkları beklemeye dayandıramaz. Biz kendi yolumuzda ilerlemeli ve düzenli çalışmamızı sebatla sürdürmeliyiz. Beklenmedik olaylara ne kadar az bel bağlarsak, herhangi bir “tarihi dönemeç” karşısında hazırlıksız yakalanmamız da o kadar imkansızlaşır.” (Nereden Başlamalı)

Zaten Ekim Devrimi’nin muzaffer olmasının sırrı da yukarıdaki satırlarda gizli değil mi? Lenin yukarıdaki satırları yazdıktan dört yıl sonra 1905 Devrimi baş döndürücü bir hızla gelişti ve Lenin’i tersinden doğruladı. Bolşevikler de dahil olmak üzere Rus Sosyal Demokratları hazırlıksız yakalandılar ve devrime önderlik edemediler. Daha da beteri 1905’in yenilgisinin yarattığı moral bozukluğu Rus Marksistleri’nin çoğunu silahlı bir ayaklanma fikrinden ve partili mücadeleden vazgeçirmişti. Devrimci partinin sürekliliğini savunan Lenin ise tersi bir pozisyonu benimseyerek tasfiyecilere savaş açmıştı. Nitekim 1907-1912 yılları arası aslına bakılırsa Lenin’in tasfiyecilere karşı verdiği mücadeleyi mantıksal ve politik sonuçlarına giderek Menşevik ve her türden orta yolcu eğilimden bağımsız Bolşevik bir partinin yaratılmasının tarihidir. 1917 yılında Rusya, bir proleter devrim dalgası ile daha sarsılır iken tam da bu hazırlık nedeniyle Bolşevikler devrime önderlik etmeyi ve onu muzaffer kılmayı bildiler. 1917-20 arasında doğu ve orta Avrupa’da bir dizi devrim gerçekleşirken sadece Rusya’daki devrimin başarılı olmasının nedeni de aynıydı. Sadece Bolşevikler geçmiş yenilgilerin dersleriyle kuşanmış devrimci bir parti yaratıp onu sürekli kılmayı başarmışlardı.

Bu alt bölüme komünist hareketin yenilgisinden söz edenlerin yenilgiyi yanlış yerlerde aradığını belirterek söze girmiştik, “Devrimler Yenilebilirler”. Devrimler yenilebilirler, zira devrimler nesnel ve öznel faktörlerin iç içe girdiği karmaşık süreçlerdir. Devrimler yenilebilirler zira devrim sürecinin başlaması olduğu kadar ilerlemesi de o devrime öncülük iddiasını taşıyanlara bağlı değildir. Savaşlar, ayaklanmalar tümüyle devrimcilerin planlarına uygun olarak şekillenmeyebilirler. Hatta çoğu zaman şekillenmezler. “Her savaş kendi yenilgisinin soyut olasılığını içinde taşır” sözü aslına bakılırsa tam da bu nedenle söylenmiştir. Devrimci mücadele “garantili başarı” arayanların işi değildir, devrime ve ayaklanmaya kalkışanlar aynı zamanda yenilgiye de hazırlıklı olmalıdırlar. Bu yüzden de Paris Komünü’nün, Ekim Devrimi’nin, Bulgar ya da Alman Devrimi’nin yenilgisi komünist hareketin yenilgisi anlamına gelmez.

Şimdi artık asıl yenilginin ne olduğu sorusunu da cevaplayabiliriz. Devrimlerin yenilgisi devrimcilerden bağımsız nesnel koşullara bağlı olsa da devrimlerin zaferi devrimcilere bağlıdır. Sürekliliğini korumuş, geçmişteki başarısızlıkların derslerini çıkarmış devrimci bir parti olmadıkça hiçbir devrim başarılı olamaz. Peki ya devrime önderlik etme iddiasındaki partinin yerinde yeller esiyorsa? Dünya devrimine önderlik etme iddiasıyla kurulmuş Komünist Enternasyonal tasfiye edilirken kimse ses çıkarmamışsa. İlk muzaffer devrimine önderlik eden Bolşevik partisi adı dışında hiçbir şeyi komünist olmayan şovenist ve karşı devrimci bir partiye dönüşmüşse? İşte asıl yenilgi o zaman yaşanmış demektir. Bugün komünist hareketin yenilgisi derken açıklanması gereken de bu tasfiyeden başka bir şey değildir.

KöZ’ün arkasında duran komünistlerin Stalin meselesini ele alışlarındaki birinci farklılık tam da bu noktada ortaya çıkmaktadır. Diğer akımlar Stalin meselesini Sovyetler Birliği’nin yozlaşması, sosyalizmden geri dönüş yahut sosyalizmin çözülüşü sorunu ile ilişkilendirerek ele alırken biz asıl yenilgiyi Komünist Enternasyonal’in ve Bolşevik Partisi’nin tasfiyesi olarak görüyoruz ve Stalin dosyasını bu yenilgiyi açıklamak için açıyoruz.

Bolşevik Partisi’nin Tasfiyesi Mukadder Değildi, Bolşeviklerin Yanlışlarının ve Yetersizliklerinin Ürünüydü

Bununla birlikte KöZ’ün dışında hiçbir akımın bolşevik partisinin tasfiyesinden söz etmediğini söylemek doğru olmaz. Hatta tersi doğrudur. Tüm bu akımlar için karşı devrim esas olarak partinin ele geçirilmesi ile başlar. Troçkist akımlar için SBKP’nin tasfiyesi ve karşı devrimci Stalinist bürokrasinin yükselişi 1924 yılından itibaren başlamıştır. Maocu ve hocacı akımlar SSCB’de kapitalizmin restorasyonu için 1964 yılını esas alsalar da karşı-devrimi revizyonist kliğin partiyi ele geçirdiği 1956 yılındaki XX. Kongre ile başlatırlar. Ancak KöZ’ün yaklaşımı ile bu akımlarınki arasındaki ikinci fark bir başka soruyla birlikte ortaya çıkar: “Nasıl oldu da karşı devrimci hainler partiyi ele geçirdi?”, “Nasıl oldu da devrimlere önderlik eden Bolşevikler hainleri içlerine aldılar? Nasıl oldu da bu hainlere karşı ciddi bir mücadele veremediler?”

Hainlerin partideki zaferinin ister Stalin’in parti içinde hakim olması ile isterse de Stalin’in ölümünün hemen ardından başlatsınlar yukarıdaki soruya verilen yanıtlardaki kadercilik şaşırtıcı ölçüde benzerdir. Hainlerin yükselişi hep nesnel etmenlerle açıklanmıştır. Troçkistlere göre dünya devriminin yayılamaması, içe kapalı olarak sosyalizmi inşa girişimleri kaçınılmaz olarak Sovyetlerin bürokratlaşıp, yozlaşmasını beraberinde getirmiş, bu da aynı zamanda partinin bürokratlaşması anlamına gelmiştir. Stalin de bu bürokrat unsurların bayraktarlığını yapmıştır. Maoist/Hocacı akımlar ise revizyonistlerin partide hakim olmasını esas olarak İkinci Dünya Savaşı’nda milyonlarca komünist kadronun ölmesi ile açıklar. Kuşkusuz Stalin döneminde izlenen yanlış ekonomi politikalarının Sovyet toplumunda yarattığı yıkıcı ve yozlaştırıcı etkilerin de revizyonizm için elverişli bir zemin oluşturduğu da yine yapılan açıklamalar arasındadır. Kısacası savaş, ücret makasının açılması, dünya devriminin duraksaması gibi nesnel gelişmeler partinin ve bilhassa Komünist Enternasyonal’in de tıkanmasına yol açmıştır.

Sovyet Komünist Partisinin yozlaşmasını Sovyet toplumundaki tahribatla açıklamaya çalışan tüm bu açıklamaların açmazı aynıdır. Mal ve hizmetlerin metalaşması, işçiler arası rekabetin artması, her türden işçi örgütünde bürokrasinin kök salması burjuva toplumlarında zaten hâkim eğilimler değil midir? Bu eğilimlerin kendisi devrimci bir partiyi yozlaştırıp, çürüttüğünü söylemek herhangi bir burjuva toplumda devrimci bir partiyi kurmanın imkânsız olduğunu söylemek anlamına gelmez mi? Aslına bakılırsa ortada açmaz falan yoktur. Zira SBKP’nin yozlaşmasını nesnel gelişmelerin bir sonucu olarak açıklayanlar devrimci bir partiyi yaratma ve yaşatma iddiasından peyderpey vazgeçmektedirler.

Leninist parti anlayışını benimseyenler açısından bu tür açıklamalar kabul edilemezdir. Zira Leninist partinin kendisi kendilerini kitlelerden ve onların örgütlenmelerinden ayıran bir örgütlenmedir. Devrimcileri bir partide bir araya getiren şey bir sınıf ya da zümre çıkarı değil komünist bir programda ifadesini bulan politik hedef, ilke ve yöntemlerdir. Bu hedef, ilke ve yöntemler ve onların bağlayıcılıkları sınıf mücadelesinin temposuna göre değişmez. Dahası Leninist parti nesnel koşulların bir hediyesi olarak değil devrimcilerin bilinçli ve dirayetli mücadelesi sonucunda yaratılır ve yaşatılır. Tam da bu nedenle böyle bir örgütlenmenin tasfiye olması ve yahut karşı devrimci bir karakter kazanması da esas olarak nesnel değil öznel etmenlerle açıklanmalıdır. Dolayısı ile solun geri kalanından farklı olarak KöZ, Bolşevik Partisinin yozlaşmasını da nesnel etmenlerle açıklamak yerine Bolşeviklerin kendi yetersizlikleri ve yanlışları ile açıklamaktadır. Stalin dosyasını açarken altı çizilmesi gereken ikinci ayrım noktası burasıdır.

Stalin’in Öyküsü Bolşeviklerin Öyküsüdür

“Bolşeviklerin hangi hataları ve eksiklikleri yüzünden karşı devrimci hainler partinin içine sızıp ona hâkim oldular?” Komünist hareketin yenilgisini anlamak için sorulacak soru buysa Stalin dosyasını neden açmak gerektiği daha da anlaşılır oluyor. Zira yukarıdaki soruyu cevaplamak için karşı devrimci hainlerin kimler olduğunu cevaplamak lazım. Bunun için ise öncelikle Stalin’in pozisyonunun net bir şekilde belirlenmesi şart.

Hainleri nerede aramak gerekli sorusunu yanıtlamak için öncelikle Stalin’in hainlerle olan ilişkisine bakmak gerekir. Stalin bir hain miydi? Yoksa hainler Bolşevik Partisi içerisine Stalin’in ölümünden sonra mı girdiler? Stalin hainlerin parti içine girmesine çanak mı tuttu, yoksa hainlerin partiye girmesi Stalin’e rağmen mi oldu? Öncelikle yine solda bu soruya verilen yanıtları üç kümede toplayalım, sonrasında da KöZ’ün Stalin’i ele alışının bu açıklamalardan nasıl farklı olduğunu görelim.

Geçmişte Türkiye’de Stalin konusu ele alındığında baskın olan eğilime göre Stalin bir hain olmak şöyle dursun hayatı boyunca oportünizmin her türlüsüne karşı savaşmış, bin türlü karşı devrimci hile ve desiseyi boşa çıkarmış bir kahramandı. Bu pozisyonu benimseyen akımların meşrebine göre diyalektik ve tarihsel materyalizmi geliştiren bir usta yahut Marksizm- Leninizmin mütevazı fakat kararlı bir öğrencisi idi. Stalin döneminde tüm politikalar esas olarak doğruydu, bu politikaları Marksizmin- Leninizmin ilkelerine dair eleştirenler aslında hayatın yeşilini göremeyen, somut koşulun somut tahlilini yapmaktan aciz, şabloncu doktrinerlerdir. Hainlere partiye Stalin döneminde girmiş olsalar da Stalin’in varlığı hainlerin partide istedikleri gibi at koşturmalarını engellemiştir. Dolayısıyla bu unsurlar partiye Stalin sonrası dönemde hâkim olmuşlardır.

Bunun tam karşı kutbundaki yaklaşım ise Stalin’i tümüyle bir karşı devrimci olarak yansıtır. Esas olarak troçkist ve ondan etkilenen akımlara göre Stalin’in savunduğu görüşlerin ve politikaların Bolşevizm ile de devrimcilikle de ilgisi yoktur. Bu görüşler Stalinizm olarak adlandırılmalı ve karşı devrimci karakteri tescil edilmelidir. Bu yaklaşımı benimseyenler de meşreplerine göre Stalin’i ya karşı devrimci musibetlerin başı olan şeytani ve sinsi bir figür olarak temsil ederler. Stalin’in savunduğu görüşlerin onun siyasi hayatının başından beri Marksizm karşıtı, reformist ve uzlaşmacı olduğunu örneklerle göstermeye çalışırlar. Bir diğer kol ise Stalin’i etkisiz ve çapsız bir kişilik olarak gösterir. Stalin aslında hayatı boyunca odun kırıcının hınk deyicisi olmanın ötesine geçmemiş, kendine ait hiçbir fikre sahip olmamış, hangi eğilim güçlü ise onun peşinden gitmiştir. Stalin’in karşı devrimciliği de aslında partiye akın eden bürokrasinin bayraktarlığıdır. Doğrusu Troçki’nin Stalin biyografisinde ve ona dair yazılarında her iki kolu da besleyecek görüşleri bulmak mümkündür.

Bu iki kutbun ortasında ise Stalin’in hataları olduğunu inkâr etmeyen, hatta bu hatalı politikaların sonrasında revizyonizme kapı araladığını, maddi zemin yarattığını savunanlar vardır. Ancak günahları ve sevaplarıyla Stalin büyük bir devrimci, Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin inşa sürecinin mimarı sayılmalıdır. Mao Zedung’un “Stalin yüzde yetmiş oranında doğruydu” sözü aslında bu bakış açısını yansıtır ve günümüzde bu yöndeki orta yolcular çoğunluktadır.

Stalin Marksizm-Leninizmin Bir Ustası Yahut Öğrencisi Değildi

Stalin’i Marksizm-Leninizmin bir ustası yahut öğrencisi olarak tanımlamak için herşeyden önce Stalin’in SBKP içinde tartışmasız bir otorite olarak kabul edildiği dönemle Lenin dönemindeki SBKP ve Komünist Enternasyonal’in çizgisi arasında bir süreklilik ilişkisi olması icap ederdi. Böyle bir sürekliliğin olmadığını görmek için Komünist Enternasyonal’in akıbetine bakmak yeterlidir. Komünist Enternasyonal Lenin döneminde dünya devrimine önderlik edecek parti olarak kurulmuş Stalin döneminde önce kongrelerini yapamaz hale gelmiş sonrasında ise dağıtılmıştır. Bununla birlikte gerek SBKP’nin gerekse de Komintern’in Stalin döneminde izlediği politik çizginin Komünist Enternasyonal’in ilk dört kongresinde tanımlanmış ilke ve esaslarla uzaktan yakından ilişkisi yoktur. Örneğin sosyal-pasifizme karşı mücadele ve Cemiyet-i Akvam’ın iç yüzünün teşhiri Komünist Enternasyonal’e katılmanın yirmi bir koşulundan biri idi. Buna karşılık sosyal-pasifizm Stalin dönemindeki SBKP’nin alâmetifarikası haline gelmiş, yine aynı dönemde Sovyetler Birliği Birleşmiş Milletler’in kurucu üyesi olmuştur. Emperyalist savaşları iç savaşa çevirmek Komintern’in temel sloganı iken Stalin döneminde ikinci dünya savaşı bir paylaşım savaşı olarak tanımlanmadığı gibi bu savaş sırasında faşizme karşı diğer emperyalist devletlerle işbirliği yapmakta bir beis görülmemiştir. Yine Stalin 1936 sonrasında “komünizmde devletin varlığını” koruyacağını hatta sönümlenmek şöyle dursun da kurumsallaşacağını söyleyerek Marksist devlet teorisini altüst etmiştir. Tüm bu tezler sonrasında Kruşçev revizyonizmi tarafından sözümona «Stalin eleştirisi» kisvesi altında daha sistematik ve belirtik bir şekilde kullanılmaya başlamıştır. Başka bir deyişle Stalin Marksizmin sadık bir öğrencisi olmak şöyle dursun ürettiği tezlerle, izlediği politikalarla Marksizmden revizyonizme uzanan köprü olmuştur.

‘Stalin Yanlışları Olsa Da Büyük Bir Devrimciydi’ Kalıbı Meselenin Özünü Bulandırır

“Stalin yanlışları olsa da büyük bir devrimciydi.” kabilinden değerlendirmeler ise bilindik bir doğrunun arkasına saklanarak meselenin özünü bulandırmaktadır. Doğrudur hiç hata yapmamak için aslında hiçbir şey yapmamak gerekir. Ama yanlış vardır, yanlış vardır. Devrimciler elbette taktik konulara dair yanlışlar yapabilirler, hatta somut taktik sorunlara dair hiçbir zaman görüş birliğine de varamayabilirler. Örneğin, 7 Kasım’ın öngününde Bolşevikler arasında ayaklanmaya dair bir görüş birliği yoktu. Brest-Litowsk sırasında bir görüş birliği yoktu, sendikalar sorunu tartışılırken bir görüş birliği yoktu. Tuhaf olan komünist bir parti içinde bu tür durumların yaşanması değil yaşanmamasıdır. Ancak devrimci bir partiyi kapatma kararı taktik bir sorun değildir, emperyalist devletlerle birlikte anti-faşist bir mücadele verilebileceğini savunmak da, komünizm de devletin büyüyeceğini ilan etmek de taktik konulardaki farklılık olarak tanımlanamaz. Bunlar programatik bakış açısına, ilkelere dair farklılıklardır. Bu tür konularda ayrı konumları olanların aynı parti içinde bulunmamaları, aynı gelenek içinde değerlendirilmemeleri gerekir.

Mao’nun aşağıdaki ifadeleri ise ilkelerle taktikler arasındaki farkları gözetmeyen bir tutuma işaret eder. Zira ayrılıklar ve yanlışlar esasa ve taktiğe dair konulara ilişkin tasnif edilmemiş, sayıca az ya da çok olmasına göre değerlendirilmiştir.

”Şimdi, yoldaşlar arasındaki ilişkilere geri dönelim. Ben, herhangi bir yanlış anlama olduğu zaman yoldaşların birbirleriyle görüşmelerini öneriyorum. Kanımca bazıları, insanların bir kere komünist partisine girdiler mi, hiç ayrılıkları ya da yanlış anlamaları olmayan evliyalar haline geldiğini, partinin tahlil edilemeyeceğini, yani partinin yekpare, tekdüze bir şey olduğunu ve dolayısıyla görüşme yapmaya gerek olmadığını düşünüyorlar. Sanki partiye giren herkesin yüzde yüz Marksist olması gerekirmiş gibi. Aslında Marksistler de derece derecedir; yüzde 100, 90, 80, 70, 60, 50 Marksist olduğu gibi, sadece yüzde 10 ya da 20 Marksist olanlar da vardır.”

Mao’nun bu konuşmayı 1957’de SBKP’li revizyonistlerin de yer aldığı kardeş komünist partiler toplantısında yapması tesadüf değildir. Böyle bir toplantıda, “kardeş partilerle arayı açmamak için” Stalin’in payına yüzde yetmiş marksistlik düşmesi de manidardır. Ama tüm bunlar Mao’nun ilkelerde anlaşmazlığı bir “Marksizm oranı” sorununa indirgeyen oportünistlerle aynı partide yer alınacağını varsayan görüşlerinin yanında teferruattır. Stalin’in yukarıda sıraladığımız esaslara dair yanlış ve revizyonlarını, “tüm eksiklerine karşın Stalin komünist mirasımızın bir parçasıydı diye geçiştirmeye çalışan yaklaşımlar ise parti konusunda aynı oportünist yolun yolcusu olmaya mahkumdurlar. Dolayısıyla kendilerini Stalin’in komünist geleneğin bir parçası olduğunu kanıtlamaya çalışan özürcü yaklaşımların varıp geleceği son durak ilkesizlik ve partisizlik olacaktır.

Stalin ’in Muhasebesi Aynı Zamanda Bolşevizmin Muhasebesidir

Bununla birlikte kendilerini Stalin’in başından beri etkisiz, iradesiz, edilgen ve güce tapan bir figür olduğunu, başından beri marksizmle bağdaşmayan fikirlere sahip olduğunu kanıtlamaya çalışanlar da Stalin’i sinsi ve hain bir karşı devrimci olarak göstermeye çalışanlar da sonuçsuz bir çaba içindedirler. Zira basit bir tarihsel gerçeği hatırlamak bile Stalin’in baskın ve hâkim fikirlerin peşinden giden bir devrimci olmadığını ortaya koyar. Başta Troçki olmak üzere Rus Sosyal Demokratları’nın çoğunluğu Bolşevik-menşevik ayrışması sırasında Menşeviklerin yanında yer alıp, Bolşevikleri yerden yere vururken Stalin, üstelik Menşeviklerin ezici çoğunlukta olduğu Gürcistan’da, tüm bu kritik aşamaların hepsinde tercihini Bolşeviklerden yana kullanmıştır. Dahası Stalin Lenin’in hınk deyicisi olmak şöyle dursun bir dizi kritik konuda onunla ters düşmüştür. 1906 seçimlerinde boykotu savunduğu gibi toprağın köylülerin işgal komiteleri kurarak aristokratların topraklarını paylaşmaları gerektiğini savunmuştur. Bununla birlikte Stalin Bolşeviklerin içindeki çoğu devrimci gibi Lenin’in yeni önerileri karşısında ayak diremiştir. RSDİP’in isminin Komünist Parti olarak değiştirilmesi, yeni bir enternasyonal kurulması önerisine karşı çıkması bu direncin en çarpıcı örneklerindendir. Ancak tüm bu direnç noktalarında da Stalin yalnız değildir, aslına bakılırsa Bolşevik partisinin çoğunluğunu oluşturan militalanlar gibi hareket etmektedir. Dolayısıyla Stalin adlı devrimci sadık bir öğrencisi olarak kalmayı başaramamış olsa da bir hain değildir. Bilakis siyasi tartışmaların önemli bir kısmında verdği tepkiler Bolşevik partisindeki ortalama bir militanın tepkilerini yansıtmaktadır.

Devrimci tarihi kişilikler içinde Stalin, Troçki ve Lenin’den farklı bir yere oturmaktadır. Troçki’nin bir birey olarak portresini çizmek mümkündür. Troçki Bolşeviklerden önce de sadece Troçki ismiyle değil bugün troçkizmi tanımlayan fikirleriyle vardı. 1917-23 döneminde Bolşevik partisi disiplininde komünist bir militan olarak hareket etse de sonrasında SBKP içinde mücadele ettiği sırada ve SBKP’den ihraç edildikten sonra gerek mücadele ediş biçimiyle gerekse de savunduğu tezlerin içeriği nedeniyle Bolşeviklerden ayrı duran, bir birey olarak duran bir Troçki vardır. Birazdan ele alacağımız üzere tamamen farklı nedenlerden ötürü bağımsız bir siyasi kişilik olarak Lenin’den söz etmek mümkündür. Buna karşılık Bolşeviklerden ayrı bir Stalin’den söz etmek mümkün değildir. Bir birey olarak Stalin’den söz etmek anlamlı değildir.

Papaz okulundan marksizme geçerkenki bir iki sene dışında Stalin’in önce Bolşevik hizbi sonrasında da Bolşevik Partisi dışında bir hayatı yoktur. Kendisine atfedilen tüm görüşleri de esas olarak Bolşevikler içinde aldığı tutumlara bağlı olarak üretmiş yahut benimsemiştir. Bu nedenle Stalin’in öyküsü asıl olarak Bolşeviklerin öyküsü, Stalin’in yanlışları da Bolşeviklerin yanlışları, Stalin’in akıbeti Bolşeviklerin akıbetidir. Bu son tespit KöZ’ün Stalin meselesini ele alışındaki üçüncü noktayı ortaya koymaktadır. Stalin dosyası, nevi şahsına münhasır bir politik şahsiyetin öyküsü değil bolşevizmin neden ve nasıl yenildiğinin öyküsü, Stalin muhasebesi de bolşevizmin muhasebesidir. Bolşevizm kazanacak diyenlerin bu muhasebeyi vermeleri şarttır.

Stalin’i marksizmin ustası olarak gören görüşlerden söz ederken, Stalin dönemini bir bütün olarak komünist hareketin içinde görmemek gerektiğini zira Stalin döneminde benimsenen ilkelerin, izlenen politikaların Komünist Enternasyonal’de ifadesini bulmuş ilke ve esaslarla taban tabana zıt olduğunu, sonrasında gelecek Kruşçev revizyonizminin yolunu döşediğini ifade ettik. Stalin’de ifade bulmuş fikirler ve tutumlar bir birey olarak kendisine değil de Bolşeviklere işaret ettiğine göre bu saptamalar aynı zamanda Stalin dosyasında yanıtlanan temel soruyu da açığa çıkarıyor: “Bolşevik Partisi nasıl oldu da Komünist Enternasyonal’in çizdiği rotadan çıkıp Menşevik politikaların üretim merkezine dönüştü?”. Yanıt bekleyen ve Stalin’i Bolşevik ilkelerin yılmaz savunucusu olarak gören akımların da Bolşevik partiyi tasfiye etmeye kararlı bir hain olarak görenlerin de yanıtlayamadıkları soru budur.

Bolşevik partinin akıbeti hakkında bir dosya olan «Stalin Dosyası»nda Bolşevik partinin ne zaman ve nasıl 1902’de tarif edilen parti olmaktan çıktığı üzerinde durulacak. Komünist Enternasyonal çizgisine SBKP’nin ve Stalin dönemindeki yönetimi yüzünden mi girdiği; yoksa esas olarak Avrupa’da hakim olan İkinci enternasyonal mirasçılarının Komünist Enternasyonal ile birlikte SBKP’yi de kuşatarak rayından çıkardığı konuları ele alınacak.

Bu çerçevede Stalin Menşevizm tarafından kuşatılan Stalin ve diğer SBKP ve Komünist Enternasyonal yöneticilerinin birer hain ve fail olmaktan ziyade, İkinci Enternasyonal çizgisine karşı Zimmerwald solu ile birlikte Lenin’in gösterdiği tavizsiz direnci gösteremeyen bolşeviklerden biri olarak ele alınacak.

Yayınlayacağımız Stalin Dosyasında «Bir Bolşevik Militan Olarak Stalin» portresinin yanısıra Stalin’in Komünist Enternasyonal’in temel Tezlerini ve kararlarını terk edip yerine “İkinci enternasyonal marksizmi”nin terk edilmiş Menşevik görüşlerini nasıl formüle ederek savunduğu ele alınıp gösterilecek.

Paylaş