Soykırım Kavramını Emperyalistlere Hediye ve Onların Himayesine Emanet Eden Bir Hukuk Savaşçısı: Raphael Lemkin

0

[Bu yazı Komünist KöZ Gazetesi’nin Mayıs 2016 tarihli 10 (105) no’lu sayısında yayımlanmıştır.]

Raphael Lemkin “Tamamen Gayriresmi” başlığı altında kaleme almaya başladığı ve tamamlayıp yayımlanmasını sağlayamadan öldüğü özgeçmiş hikâyesinin önsözünde hayat hikayesinin çerçevesini çizmek üzere şu sözleri yazdı:

“Okumaya başladığım andan itibaren dini etnik yahut başka azınlıkların ezilmesine dair kitapları yutmaya başladım.”1

Aynı yerde tarihe olan ilgisinin bilhassa tarihteki kitlesel katliamlar üzerinden olduğunu da anlatıyor. Dolayısıyla, her ne kadar soykırım kavramını yarısı Eski Yunancadan, (Genos = doğum, tür, soy) yarısı da Latinceden (Caedere = katletmek öldürmek) iki terimin birleşmesiyle 1944’te yaratmış olsa da, kitlesel katliamlara olan ilgisinin ilk gençlik yıllarından başladığı anlaşılıyor.

Kendi anlatımından onun ilgisini ilk başlarda çeken somut olaylar arasında örneğin Hristiyanların aslanlara yem edilişini keyifle izleyen Roma imparatoru Neron’un hikâyesi var. Kartaca’nın yine Romalılar tarafından yerle bir edilişi de var. Fransa’da Protestanların kitlesel olarak katledilmesinin doruk noktası olan 1572 St. Barthelemy katliamı sırasında Lyon kentinde Protestanların kızdırılmış örslerin üzerine oturtularak diri diri yakılış hikâyeleri var. Bilhassa bu katliamlar sırasında kral 9. Charles’ın Protestanların idam edilişini sarayının balkonundan seyrederken “meydanı daha iyi aydınlatın onların yüz ifadelerini iyi göremiyorum” deyişinin kendisini çok etkilediğini anlatıyor. Cengiz Han ve ordularının yaptığı katliamlardan, Endülüs Emevilerinin İspanyollar tarafından gemilerde çırılçıplak güneşin altında kavrularak öldürülmesinden vb. söz ediyor.

Kuşkusuz Ermenilerin maruz kaldığı katliamların da tarihle bu yönüyle ilgilenen bir gencin dikkatinden kaçmasının ihtimal dâhilinde olması mümkün değildi. Ermenilerin maruz kaldıkları katliamların farkına varması için 1921’de Talat Paşa’nın Soghomon Tehliryan adlı bir Ermeni genci tarafından öldürülmesini beklemesine gerek olmadığı da açık olsa gerek. Mamafih bu olayın, yani Tehliryan’ın yargılanmasının, Lemkin’in hayatında ve jenosid=soykırım kavramının ortaya çıkmasında özel bir yere oturduğu da anlaşılıyor.

Ama ona gelmeden evvel Lemkin’in tarihe bu gözle bakışının doğduğu ve yaşadığı yerle bağlantısını nasıl kurduğunu kendi anlatımından takip etmek ilgi çekici olacak.

RAPHAEL LEMKİN’İN DOĞDUĞU YER VE ÇOCUKLUĞU VE GENÇLİĞİ

Raphael Lemkin hayat hikayesini anlatmaya şu sözlerle başlıyor:

“Polonyalılarla Belarusların ve Yahudilerin yüzyıllar boyunca iç içe yaşadıkları ve tarihsel olarak Litvanya diye adlandırılan bir yeryüzü parçasında dünyaya geldim. Bunlar birbirlerini hiç sevmezlerdi ve birbirleriyle savaşırlardı da. Ama bu hengâmeye rağmen her bir topluluk kentlerine, dağlarına, nehirlerine derin bir aşkla bağlıydı. Bu ortak kader onların birbirlerini tamamen yok etmelerine engel oldu. Bu  ülkenin  batısında Polonya, kuzeyinde doğu Prusya, güneyinde Ukrayna ve doğusunda Büyük Rusya (Belarusya) bulunuyordu.

Polonyalılarla Ruslar bölgenin egemenliğini ele geçirmek için yüzyıllarca birbirleriyle savaştılar. Yahudiler ise sadece hayatta kalabilmek için savaş verdiler. Nitekim bu durumu bölgedeki Yahudilerin anlatmayı sevdikleri bir hikâye iyi tasvir eder: “üç adam tek bir battaniye ile bir yatağa girdiklerinde, sağdaki battaniyeyi kendine  soldaki de kendine çekmek ister böylece ortadaki daima örtülü kalır.”

Bu tasvirle doğduğu yeri anlatmaya başlayan Lemkin, doğduğu çiftliğin Wolkowisk kentine 14 kilometre mesafede olduğunu anlatıyor. Bu kentin hikayesi de ilgi çekici. O yörede bir zamanlar Wolk ve Wisk adlı iki rakip eşkıya varmış ve hem birbirleriyle çarpışır hem de bütün bölgeyi haraca bağlarlarmış. Neden sonra bu iki eşkıya yakalanıp idam edilmiş ve onların hüküm sürdüğü bölgede kurulan kente bu iki eşkıyanın adına ithafen Wolkowisk adı verilmiş. Tarihi boyunca bu kent hem kendi içinde çatışmalara hem de çevreden gelen saldırılara maruz kalmış. Polonyalılarla Rusların ve Litvanyalıların birbirleriyle didişmesi yetmezmiş gibi, bazen İsveç ordusunun, bazen Napolyon ordularının üzerinden geçtiğini, daha eski çağlarda da Moğol ve Tatar akınlarına maruz kaldığını hatırlatıyor Lemkin.

Lemkin’in babası bir çiftçi, annesi de hem ressam hem de oldukça zengin bir kütüphaneye sahip bir aydınmış. Raphael Lemkin’in ve kardeşlerinin eğitimini bizzat anneleri Bella çok küçük yaşlardan itibaren üstlenmiş ve kendi kütüphanesiyle kendi ilgi alanlarından hareketle onların eğitimini sağlamış. Bu eğitim sırasında tarih boyunca bölgelerinde ve dünyada olmuş katliamların önemli ve masalsı kisvelere bürünmüş bir hikayesi olduğu anlaşılıyor.

Bununla birlikte Raphael Lemkin özgeçmiş hikayesinde tarihle ilgisini izah ederken ilk çocukluk aşkından ve onunla ilişkisinden söz etmeyi tercih etmiş. Komşu çiftlikten bir küçük kıza daha okula gitmeden aşık olan küçük Raphael annesiyle aynı adı taşıyan bu küçük kızın da kendisi gibi İbranice okumayı bildiğini fark edince birlikte Kitab-ı Mukaddes’i okumaya başlamışlar. Çevrelerini ve dünyayı o kitaba göre yeniden tarif etmeye dayalı bir ortak oyun geliştirmelerini hatırlatıyor. Böylece insan ilişkilerini bir tarih boyutu ile güncel hayatla ilişkilendirmeye çocukluktan başladığını anlatıyor.

Bu küçük Bella’nın ailesi ile birlikte taşınmasının ardından küçük Raphael bu sefer Lafonten ve Ezop’un fabllarına ve onların Rusça’daki karşılığı olan Krylov’un öykülerine ilgi duymaya başlıyor. O fabllardaki tasvirleri insan ilişkileriyle ve tarihle ilişkilendiren bir zihin oyununu benimsiyor.

Derken Lemkin Wolkowisk’e bir kaç mil mesafedeki Byalistok kentinde 1906 yılında (Raphael Lemkin 6 yaşında!) gerçekleşen büyük pogromun (Rusya’da Yahudi katliamlarına verilen ad) hikâyesi Yahudi şair Bialik’in şiirleriyle kendi köylerine ulaştığını zikrediyor Lemkin. Kurbanların karınlarının yarılıp tüylerle doldurulması dahil, türlü vahşet örnekleriyle tanışan Lemkin artık Lafonten masalındaki leyleğin tilkiye yaptığı eziyet üzerinde düşünmeyi bir kenara bırakacaktır.

Yine de anlaşılan o ki çocukluğunu nispeten eğlenceli bir tarih okumasıyla geçirmiştir Lemkin. Bu okumalarının içinde eğlenceli denemeyecek olanlar da var kuşkusuz: Roma imparatorluğundaki vahşet öykülerini anlatan Henryk Sienkiewicz’in 1905 Nobel ödülünü almasını sağlayan “Quo Vadis” kitabını okuduğunda 12 yaşındadır.

Ama Raphael Lemkin’in ayaklarını yere basmasına neden olacak asıl dönemeç 1913’te gelir. O yıl Beylis adlı yetişkin bir Yahudi’nin, Yahudi paskalyasında kanını almak için bir Hristiyan çocuğunu öldürmesi bütün bölgeyi sarsan bir olay olur. Beylis tutuklanır ama o zamandan itibaren Yahudi çocukları Hristiyan çocukları tarafından Beylis ismiyle aşağılanmaya başlar ve keskin bir ayrımcılık ve baskıya maruz kalırlar; Lemkin de onlardan biridir.

Daha ürkütücü gelişme ise Jürinin Beylis’in tahliyesine karar vereceği duyulunca patlak verir.

Hristiyanlar baltalar ve çekiçlerle sokaklara dökülüp Yahudilere karşı terör estirmeye başlayacaktır. Artık Raphael Lemkin Kitab-ı Mukaddes’ten ve Lafonten masallarından gerçek dünyanın hikayelerine doğru adım atmaya giderek daha fazla yönelecektir.

Nitekim iki yıl sonra Birinci Dünya Savaşı sırasında Wolkowisk Alman ordusunun işgaline uğrar. Bunun ardından Almanların müttefiki olan Osmanlı İmparatorluğu’nda yüz binlerce Hristiyan’ın (Ermenilerin) katledildiğine dair haberler Wolkowisk’e ulaşır. Artık katliamlar ve katliam tehditleri genç Lemkin’in dünyasında iyice somutlaşmaktadır. Bunu takip eden yıllarda Lemkin’in hayatının yönünü belirleyecek gelişmeler birbirini takip edecektir.

Birincisi İngiliz hükümetinin Malta’da 150 Osmanlı yetkilisinin Ermenilere yönelik katliamlar nedeniyle yargılamaya başlamasıdır. Lemkin bunu sevinçle karşılayıp izlemeye koyulur. Beri yandan Ermeni örgütleri de Versay’daki barış konferansına adaletin sağlaması talebiyle başvurmuştur. Ama Lemkin mahkemenin sanıkları salıverme kararının ardından büyük bir hüsrana ve öfkeye kapılır. Artık tarih ve katliamlar konularının yanı sıra hukukla ilgilenmeye karar verecektir.

Raphael Lemkin’in öğrenimi Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’na ön gelen ve takip eden yıllarda sürecektir. Bu hengâmede küçük ülkesi kimi zaman bir ordunun kimi zaman bir başkasının eline geçer; ülkenin egemenliği de sık sık el değiştirir. İlginç olan aynı döneme rastlayan 1917 devrimi Lemkin’in öz geçmiş hikâyesinde yer almaz.

Bu karmaşa içinde Raphael Lemkin öğrenimini değişik kentlerdeki değişik üniversitelerde tamamlar. Bunlar arasında Ukrayna’nın Lwöw kentindeki Jan Kazimierz Üniversitesi vardır. Lemkin orada dilbilim okuyacaktır. Zaten İbranice, Latince ve Eski Yunancayı bilen Lemkin sonuçta 9 dili akıcı biçimde okuyup konuşan, toplam 14 dili okuyabilen bir dil uzmanı haline gelecektir. Ne ilginçtir ki yazdıklarının çoğunu ise kendini en kötü ifade ettiğini söylediği İngilizce dilinde yazmak zorunda kalacaktır.

Lemkin, Jan Kazimierz Üniversitesi’nin ardından bir süre Almanya’daki Heidelberg Üniversitesi’nde felsefe öğrenimi aldıktan sonra 1926’da, bu sefer hukuk diplomasını almak üzere, tekrar Lwöw’e dönecektir.

İKİ EMPERYALİST SAVAŞ ARASINDA SOYKIRIM KAVRAMININ ŞEKİLLENMESİ

Hukuk eğitimi sırasında onu etkileyen önemli gelişmelerden biri 1915’te İttihat Terakki hükümetinin İçişleri Bakanı olan Talat Paşa’nın Soghomon Tehliryan adlı bir ermeni genci tarafından öldürülmesinin ardından açılan davanın sanığın beraat etmesiyle sonuçlanması olacaktır. Tehliryan 1915 katliamından üzerine kapaklanan annesinin cesedi sayesinde kurtulmuş bir gençtir ve savunmasında bunun öcünü almak üzere suikaste karar verdiğini anlatacaktır.

Raphael Lemkin’i etkileyen ikinci ve benzer gelişme ise, 1926 yılında Ukraynalı katliamcı bakan Petliura’nın Paris’te anarşist eğilimli ve yakınlarını 1918’deki katliamda kaybetmiş bir genç olan Samuel Schwartzbard tarafından öldürülmesini takip eden yargılama süreci olacaktır. Bu davada da suikasti kabul eden zanlı, Petliura’nın yakınlarına sembolik tazminatlar ödemeye mahkum edilerek salıverilmiştir.

Teyliryan’ın ve Schwartzbard’ın yargılanmalarından Lemkin’in çıkaracağı ders, bu tür katliamların savaş suçları çerçevesinde ele alınmasının yeterli ve doğru olmadığı olacaktır. Malta yargılamalarının akıbetinden ve Tehliryan davasından sonra Lemkin toplu katliamların hesabının bireysel intikam eylemleriyle halledilmesinin doğru olmayacağı sonucuna varmıştır. Petliura suikastinin ardından da bu kanaati pekişecektir. Bundan sonraki çalışmaları da bu yönde yoğunlaşacaktır.

Lemkin hukuk diplomasını almasının ardından bir süre Varşova’da ve Ukrayna’da savcı yardımcılığı yaptı. Sonra bir süre Varşova’da özel avukat olarak da çalıştı. Ama asıl ilgi alanı hala tarihti ve özel olarak da uluslararası hukuk üzerine yoğunlaşmaya başlamıştı.

Raphael Lemkin’in bu gelgitli eğitim süreci aynı zamanda da ayağını bastığı toprakların bir devletin egemenliğinden bir diğerine geçtiği bir süreçte gerçekleşti.

Lemkin gerici Pilsudsky yönetimi altında bağımsızlaşan Polonya’nın yeni cumhuriyet rejiminin hukuk sisteminin oluşmasında da rol aldı. 1934 yılına kadar süren bu eğitim ve hukukçuluk pratiğinin ardından asıl ilgi alanındaki ilk adımı ise 1933 yılında gerçekleşti.

Bu tarihte Lemkin Madrid’de toplanan “Cemiyeti Akvam Uluslararası Ceza Hukuku Konferansı”na “Uluslararası Hukuka Aykırı Bir Suç Olarak Barbarlık Suçu” başlıklı tezini sundu. Burada Lemkin 1915’te Ermenilerle Süryanilerin maruz kaldığı toplu katliamların yanı sıra, sıcağı sıcağına (1933) İngiliz mandası altındaki Irak’ta gerçekleşen Asuri ve Süryanilere yönelik Simele katliamını örnek olarak ele almaktaydı.

Daha sonra Lemkin aynı dönemde (1932-33) “Avrupa’nın buğday ambarı” olarak da anılan Ukrayna’da yüzbinlerce köylünün açlıktan ölümüyle sonuçlanan trajedinin bilinçli ve planlı bir soykırım eylemi olduğunu öne sürecek ve bu durumun bir soykırım olarak kabul edilmesini savunacaktı2.

Bu faaliyetleri üzerine Polonya dış işleri bakanlığı ile ters düşen Lemkin istifa edip bir süre özel avukatlık ve hukuk danışmanlığı yapmaya başladı. Zaman zaman da Hür Polonya Üniversitesi’nde bazı çalışmalara katılır.

1937 yılında Lemkin Paris’teki 4. Uluslararası Ceza Hukuku Konferansı’na Polonya heyetinin bir üyesi olarak katılır. Bu konferansın ardından uluslararası ticaret hukuku hakkında ilk Fransızca kitabı yayınlanacaktır.

1939’da Polonya’nın yarısının Nazi orduları tarafından işgal edilmesi üzerine Lemkin direniş hareketine katılıp bu esnadaki çatışmalarda kalçasından yaralandı. Yaralanmasıyla birlikte Lemkin’in direniş macerası da sona erecekti. Bunun ardından Lemkin son kez doğduğu ülkeye ayak basarak geçtiği İsveç’e sığınacaktır. Bu arada yakın aile fertleri de dâhil 49 akrabası, kimisi Alman egemenliği altında kimisi de Kızıl Ordu kontrolündeki bölgelerde olmak üzere öldürülmüştür. Aileden tek sağ kalanlar bir SSCB çalışma kampına düşen küçük kardeşi Elias ve ailesidir. Lemkin daha sonra onların topluca Kanada’ya iltica etmesini sağlamıştır (1948).

İsveç’e iltica ettikten sonra bir süre Stokholm Üniversitesi’nde seminerler veren Lemkin, savaş öncesinde birlikte çalıştığı Amerikalı hukuk profesörü Malcolm McDermot’un aracı olmasıyla 1941 yılında ABD’ye iltica edip orada yaşamaya karar verecektir.

ABD’ye yerleştikten sonra, 1941 ve 1942 yıllarında Lemkin, Kuzey Carolina Duke Üniversitesi’nde, Virginia Üniversitesi’nin ordu yönetimi okulunda dersler verdi. 1943’te ABD Ekonomik Savaş Kurulu’nda ve dış ekonomi yönetiminde görev aldı. Bunların ardından da savaş bakanlığında dış işleri özel danışmanlığına getirildi.

LEMKİN SOYKIRIM SÖZLEŞMESİ’Nİ KABUL ETTİRİYOR

1944 yılında Washington’daki uluslararası barış konusundaki bir Think Tank kuruluşu olan Andrew Carnegie Uluslararası Barış Vakfı, Raphael Lemkin’in en önemli kitaplarından sayılan “İşgal Altındaki Avrupa’da Mihver Devletlerinin Düzeni”ni yayınladı.

Soykırım/jenosid kavramını Lemkin ilk kez burada ortaya attı ve açıkladı. Ancak kavramın şekillenmesine varan Ermeniler Asuri ve Süryanilerin toplu katliama uğratılmasından ziyade o sırada gündemde olan Nazi katliamları ve özel olarak da Yahudilere yönelik kırımlar üzerinde duruluyordu. Soykırım kavramının bundan sonraki akıbeti de bu soruna bağlı olarak şekillenecekti.

Nazi savaş suçlularının yargılandığı Nürnberg Mahkemeleri de sanıkları bu esas üzerinden yargılayacaktı. Bu yargılamalar sırasında savaş bakanlığı özel danışmanı olarak ABD’yi temsil eden Raphael Lemkin soykırımı savaş suçlarından ayrı tutulması gereken bir uluslararası suç olarak ele alınmasını savundu. Ama bu görüşü dikkate alınmadı. Bununla birlikte, Nazilerin Yahudilere yönelik uygulamaları onun yıllar boyu geliştirdiği suç tarifinden yararlanılarak ele alındı ve hüküm bunun üzerinden verildi. Bir başka deyişle şunu diyebiliriz ki, Lemkin’in soykırım hakkında yaptığı çalışmalar İkinci Paylaşım Savaşı’nın mağluplarını yargılamak için galip emperyalist devletler tarafından istismar edilmişti.

Bununla birlikte Lemkin öteden beri amaçladığı şeyin gerçekleşmesi için, yani soykırım suçunun BM tarafından kabul edilmesi için çalışmalarını sürdürmekten vazgeçmedi. Bunu sağlayabilmek için ABD nezdindeki mevkiini kullanmak amacıyla üstlendiği görevlerinden ayrılmadı.

Nitekim 1945 Paris Konferansı’nda daha önce 1933 Madrid konferansında yaptığı öneriyi bu kez soykırım olarak somutlayarak bir kez daha gündeme getirdi. Ne var ki bu öneri de kabul görmedi ve ABD’nin de aleyhte tutum alması Lemkin’in maneviyatının iyice bozulmasına yol açtı.

Yine de Lemkin bu yöndeki çabalarını elden bırakmadı. Üstlendiği kimi misyonlar vesilesiyle yakınlaştığı özellikle biri Faslı diğeri Mısırlı iki diplomat arkadaşının desteği ile lobi faaliyetini sürdürdü. Nihayet 1948 yılında ABD’nin de inisiyatif alması sayesinde Lemkin konuyu BM genel kurulu gündemine getirdi. Bu sefer önerisi önceden iki arkadaşıyla birlikte yürüttüğü lobi çalışması sayesinde 20 üye ülkenin3 imzasıyla kabul edildi. Bu sözleşme önerisi 1951 yılında yürürlüğe girmek üzere imzaya açıldı.

1949 yılında 21 ülke daha sözleşmeyi imzaladı4. 1951’de metin imzaya kapandı ve sadece sözleşmeye taraf olma seçeneği kaldı. Böylelikle en son 2014’te Malta ve Filistin’in katılmasıyla bu sözleşmeyi benimseyen, taraf olan veya imzalayan devletlerin sayısı halen 148’dir.

Bununla birlikte, her ne kadar Lemkin’in soykırım kavramını ortaya atmasına 1915’te Osmanlı İmparatorluğu’nun Ermenilere (aynı zamanda Asuri ve Süryanilere) yönelik kitlesel katliamlarının vesile olduğu apaçık olsa da, bu sözleşmenin benimsenmesi ve resmileşmesine varan sürecin hiçbir aşamasında Ermeni soykırımı resmen zikredilmiş değildir. Yine Lemkin’in soykırım kavramını geliştirmesinde önemli bir yeri olan Holodomor yani 1932-33 yılları arasında 4 milyona yakın Ukraynalının açlıktan ölmesinden bahis daha da azdır.

Lemkin’in gayretleriyle BM tarafından kabul edilen Soykırım suçunun önlenmesi ve cezalandırılması hakkındaki BM Sözleşmesi Yaygın olan resmi kavrayış soykırım olgusunu Nazilerin yahudilere dönük kırım hareketi çerçevesinde kabul etmektir. Bunun dışında BM’in resmen Soykırım Sözleşmesi çerçevesinde değerlendirdiği olaylar Ruanda’da 1994 yılında yüz gün içinde bir milyona yakın Tutsi kökenli Ruandalının Hutu kökenlilerin elindeki hükümet tarafından katledilmesi resmen bir soykırım olarak tanınmaktadır5. Keza Sırpların Bosna Hersek’te Müslüman Boşnaklara yönelik katliamları da resmen Soykırım Sözleşmesi çerçevesinde değerlendirilmiştir. Kızıl Khmer’lerin Kamboçya’da muhaliflere uyguladığı katliam ise bu çerçevede ele alınmıştır; ama resmen bağlanmış değildir.

LEMKİN’İN KABULÜ İÇİN UĞRAŞTIĞI SOYKIRIM SÖZLEŞMESİ VE ERMENİ SOYKIRIMI

Görünen o ki soykırım kavramının kökünde olan Ermeni soykırımı hala BM Soykırım Sözleşmesi çerçevesinde görülmemektedir. İlk kez 1965’te Uruguay, 1915’te Ermenilere dönük bir soykırım uygulandığını resmen benimsemiştir. Daha sonra hepsi 1980’li yıllardan sonra çoğu da 2000’li yıllarda olmak üzere 20 BM üyesi daha Ermeni soykırımını resmen tanımıştır. Ama açıktır ki, kavramın kökeninde tayin edici bir yeri olan Ermenilere yönelik soykırım BM’in benimsediği sözleşmenin kapsamına hala resmen girebilmiş değildir.

Bu durumda Lemkin’in hayatı boyunca üzerinde uğraştığı ve kabul edilmesi için çaba sarf ettiği soykırım kavramı ile onun kaleme alıp kabul ettirdiği BM’in benimsediği sözleşmenin aynı şey olduğunu söylemek tarihe karşı olduğu gibi her şeyden önce Lemkin’e haksızlık olur. Ama daha önemlisi soykırıma uğrayan ve çoğu gerçekten tamamen yok edilmiş olan halkların anısına da haksızlık olur.

Bu bakımdan altı çizilmelidir ki, soykırımın önlenmesi ve önceki soykırımların hesabının sorulmasını dünyadaki geçmiş ve  güncel  sömürü ve katliamların baş sorumlularının yönetimi altındaki BM teşkilatına bırakmak daha çok bu suça ortak olmaya varır. Nitekim yeryüzündeki sayısız soykırım eylemlerinin içinde sadece birkaç tanesinin resmen kabul edilmesi adeta geri kalanların üzerinin örtülmesini sağlamak için yapılmış bir perdelemeyi andırmaktadır.

Bu sözleşmenin ve soykırım kavramının Raphael Lemkin’in çabalarıyla ortaya çıkmış olması ise bu kavramı gasp ederek güçlü emperyalist devletlerin çıkarlarına ve aralarındaki kuvvet dengesine göre kullanılmasına zemin sunan BM teşkilatının mahiyetini sorgulamaya engel olmamalıdır.

Aksine bu konuda asıl altı çizilmesi gereken, emekçilerin ve ezilenlerin mücadeleleriyle şekillenen kimi kavram ve anma günlerinin burjuvazi tarafından emekçilerin elinden alınıp çarpıtılmasına bir örneğin de soykırım kavramı ve Lemkin’in mücadelesi olduğudur. Tıpkı Clara Zetkin başta olmak üzere sosyalistlerin çabalarıyla bir mücadele günü olarak gündeme gelen 8 Mart’ın daha sonra BM tarafından Dünya Kadınlar Günü olarak ilan edilmesi gibi.

Üstelik 8 Mart’ın BM tarafından gasp edilmesiyle birlikte sık sık unutulan ve unutturulmak istenen bir olgu daha vardır. 8 Mart’ın bir mücadele günü olarak anılmasına dair referanslar Zetkin’in önerisi ve BM’nin kararıyla sınırlı değildir. 8 Mart 1921’de Sovyet hükümeti adına Lenin 8 Mart’ın, Çar’ın devrilmesine varan 1917 8 Mart Ayaklanması’na (1917 Şubat Devrimi) ithafen Uluslararası Kadınlar Günü olarak kabul edilmesini önermiştir. Bu önerideki vurgu da kadınların 8 Mart günü vesilesiyle tetiklediği ayaklanmaya işaret edilmesidir. Bir başka deyişle kadınların tetiklediği bir devrimin anılmasıdır.

Bu bakımdan BM’in benimsediği 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nün Clara Zetkin’in Sosyalist Enternasyonal’e önerdiği günle ve Lenin’in önerdiği mücadele günüyle akrabalığı ne kadar ise, Lemkin’in soykırım kavramı ile BM Soykırım Sözleşmesi arasında en fazla o kadar akrabalık olsa gerektir. Yahut Lenin’in ve Komünist Enternasyonal’in Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı hakkındaki ilke ve saptamalarıyla sırf isim benzerliği nedeniyle Wilson’ınkileri birbirine karıştırmak gibi olur.

Keza BM’in insan haklarına ilişkin yaklaşımıyla komünistlerin yaklaşımını sırf isim benzerliği nedeniyle birbirine karıştırmak da abestir ve o bildirinin altında başında Stalin’in olduğu SSCB’nin de imzasının olması bu bildirinin niteliğini değiştirmez. Aksine SSCB’nin niteliğinin değiştiği anlamına gelir6.

Kuşkusuz emekçilerin ve komünistlerin bir mevzisinin burjuvazi tarafından kendine mal edilip emekçilerin ve ezilenlerin burjuvaziye bağlanmasının bir aracı haline gelmesinin uluslararası yahut ulusal düzeylerde pek  çok  örneği  vardır ve bunların ayrı ayrı ele alınması gerekir. Elbette bu tür gelişmelerle Lemkin’in soykırım kavramı arasında bir benzerlik kurmak doğru değildir. Çünkü sınıf mücadelesinin yahut ezilen sömürülen yığınların mücadelesiyle ortaya çıkan kimi kavramlar ve kurumlarla Lemkin gibi iyi niyetli bir aydının bireysel çabalarının sonucunda ortaya çıkanlar arasında fark olması gerektiği açıktır. Bu bakımdan benzerlik çalınan şey ve gasp etme fiili bakımından değil hırsızın kimliği bakımındandır.

Tabii ki tek başına bir örgüte ve bir sınıfa dayanmadan üstelik burjuvazinin kurumlarını imkânlarını güya kullanarak burjuvazinin aleyhine bir iş yapmaya soyunan Lemkin’in, bütün hayatını verdiği çalışmanın elinden alınmasına ve çarpıtılmasına engel olması mümkün değildi. Nitekim kendisi de bu hırsızlığa razı olmak durumunda kalmıştır. Ama altını çizmek gerekir ki soykırım kavramının BM elinde çarpıtılması sırasında gümbürtüye giden sadece Ermenilerin maruz kaldığı soykırım değildir.

LEMKİN’İN AMERİKA KITASI’NIN YERLİLERİ HAKKINDAKİ ÇALIŞMALARI VE HAZİN SONU

Lemkin’in Amerika’nın yerlileri hakkındaki çalışmaları ve tespitleri Ermeniler ve Ukraynalılar hakkındaki çalışmalarından daha fazla hasıraltı olmuştur.

Lemkin’in özenle hazırlayıp yayınlanmasını istediği özgeçmiş hikâyesinin el yazma notlarından yararlanılarak Dona-Lee Frieze’in yayınladığı Lemkin otobiyografisi öyle bir biçimde yayına hazırlanmış ki içinde İnka ve Aztekler bir yerde ve tuhaf bir vesileyle zikrediliyor.

Bu “otobiyografiye” göre Lemkin “Cenevre 1948” başlığı altında İsviçre’nin Montrö kentinde geçirdiği bir geceyi anlatıyor. Burada bir genç kadını dansa kaldırdığını ve dans ederken onun yerli asıllı bir Şilili olduğunu öğrendiğini söylüyor. Bunun üzerine İnka ve Azteklerin katledildiğini ve yok edildiğini bilip bilmediğini soruyor. Bunun üzerine genç kadın “kapat şu konuyu” demesine rağmen Aztek ve İnkaların akıbetini konuşmak için ısrar edince, genç kadının “öldükten sonra ünlü biri olacaksın” diyerek kendisini orada bırakıp gittiğini söylüyor.

İşte koca özgeçmiş hikayesinde İnka ve Azteklerin adı bir tek bu pasajda geçiyor7. Kuzey Amerikalı İrokuva kabilesinin adı ise Lemkin’in jenosid kelimesini neden ve  nasıl  formüle  ettiğini anlattığı bölümde “………Aztekler, İrokuva yerlileri, ve genel olarak yerliler ve benzer eski toplumlar da böyle sosyal birimler oluşturur” derken geçiyor8.

İlk gençliğinden itibaren her türlü katliamın ayrıntılarıyla ilgilenen ve 12 dilde okuduğu bilinen Lemkin’in son durağı olarak ABD’ye geldikten sonra oradaki yerlilerin soykırıma uğratılmasıyla ilgilenmemiş olabileceği düşünülebilir mi veya nasıl açıklanabilir?

Nitekim anlaşılan o ki Lemkin bu konu üzerinde de uzun uzun ve ayrıntılarıyla uğraşmış. Bunu Lemkin’in yayınlanmayan el yazısı notları üzerinde çalışan ve buradan hareketle pek çok alıntılar da verdiği “Koloni yerleşimcileri doğuştan soykırımcı mıydı? Lemkin’i yeniden okumak” başlıklı makalesinde Avustralyalı yazar John Docker sayesinde öğreniyoruz9. Docker “ne yazık ki bu çok değerli el yazmaları yayınlanabilmiş değil” derken haklı.

Belki de Raphael Lemkin’in tuhaf biçimde ölümü ve hazin cenaze töreni bu muammayı anlamak için bir ip ucu olarak da görülebilir.

Lemkin 29 Ağustos 1959 günü New York’un 42. Caddesi’ndeki otobüs durağının önünde kalp krizi sonucu yere yığılarak son nefesini verdiğinde kimilerine göre Madison Caddesi’ndeki Curtis Brown yayınevinden geliyordu ya da oraya gitmekteydi. “Tamamen Gayriresmi” başlıklı özgeçmişinin el yazması neredeyse tamamlanmıştı. Önünde yıkıldığı otobüs durağı hem yayınevine hem de polis merkezine yakın bir yerde idi.

Onu tanıyanların anlattıklarına göre, Lemkin NYPD (New York Polis Merkezi) tarafından sorguya alınmıştı. Ama yayınevine giderken mi oradan çıkarken mi alındığı hala muamma.

Onu Bellevue Hastanesi’nin morgunda teş his eden ve yakın dostlarından birinin oğlu olan Abe Bolgatz’ın anlattıklarına göre, Lemkin yere düştükten sonra hala bilinci yerindeydi ve yanına gelenlere bir yayınevi ile görüştüğü ve polisin bu görüşmeden haberdar olduğu anlamına gelen sözler sarf etmişti.

İki yıldır her işi bırakıp özgeçmiş hikâyesiyle uğraşan Lemkin hala elyazması notlarının bütünü bilmediğimiz bu çalışmanın yayınlanmasını belki Soykırım Sözleşmesi’nin BM’de kabul edilmesi kadar arzulamaktaydı.

Nasip olmadı.

Cenaze törenine sadece 7 kişi katıldı.

Dipnotlar

  1. “Totally Unofficial” The Autobiography of Raphael Lemkin, Edited by Dona-Lee Frieze, Yale University Press 2013, s. 18. Bu yayın Raphael Lemkin’in tamamlanmamış el yazısı notlarından hareketle hazırlanmış. Doğrusu alışılmış bir özgeçmiş hikayesinden çok Jenosid’i önleme ve cezalandırma sözleşmesinin hazırlanması ve BM tarafından kabul edilmesine varan sürecin hikayesini anlatan bir kitap olarak kurgulanmış. Lemkin’in bu kavramı tanımlamaya girişmesine vesile olan 1915 Ermeni soykırımından ise neredeyse bahis yok. Amerika’nın yerli halklarının uğratıldığı büyük soykırımdan da …..
  2. Ukrayna dilinde “Holodomor=açlıkla öldürme” diye anılan bu felaket de Ermeni soykırımı konusunda olduğu gibi, Lemkin’in önayak olduğu “Soykırım suçunun önlenmesi ve cezalandırılması sözleşmesini” benimseyen BM örgütüne bağlı ülkelerden sadece 27’si tarafından soykırım olarak kabul edilmektedir. Aztekler, İnkalar ve Kuzey Amerika yerlilerinin maruz kaldığı katliamların bu sözleşme çerçevesinde soykırım olarak kabul eden bir tek BM üyesi ülke olmadığı gibi…..
  1. Bu ülkeler: ABD, Avustralya, Bolivya, Brezilya, Şili, Dominik Cumhuriyeti, Ekvador, Etiyopya, Fransa, Filipinler, Haiti, Liberya, Meksika, Mısır, Norveç, Pakistan, Panama, Paraguay, Peru ve Uruguay’dır.
  2. Bunlar: Belarus, Belçika, Çin, Danimarka, El Salvador, Guatemala, Honduras, Hindistan, İran, İsrail, İsveç, İzlanda Kanada, Kolombiya, Küba, Lübnan, Myanmar, Rusya Federasyonu, Ukrayna, Yeni Zelanda, Yunanistan’dır.
  1. 1994 yılında Hutu kökenlilerin ağırlıkta olduğu hükümet tarafından bir yıl içinde Tutsi kökenli bir milyona yakın Ruandalının katledilmesi olayı sadece soykırımcı hükümetin kendi başına işlediği bir suç değildir. Başta bu hükümeti silahlandırıp destekleyen Fransa ve peşisıra Belçika ardından ABD ve Vatikan olmak üzere, Ruanda’da işlenen suçu soykırım olarak resmen kabul eden BM’nin tamamı bilhassa o zamanki Genel Sekreter Butros Gali de sorumludur. Fransa ve Belçika orada güya katliamı önlemek üzere bulunan ama soykırıma nezaret etmekle yetinen BM barış gücünün ağırlıklı bileşenleriydi.
  1. Daha önce Komünist Enternasyonal ve SSCB, BM’nin önceli olan Milletler Cemiyetini bir emperyalist kuruluş olarak tanımlayıp ona katılmayı reddetmişti. 1936’da ise SSCB önce bu kuruluşa üye oldu ve sonra da buradan atıldı. Buna rağmen ikinci emperyalist savaş sonrasında resmen Milletler Cemiyetinin bir devamı olarak kurulan BM teşkilatının da kurulmasına öncülük etti. Bu durum BM’in MC’den farklı bir nitelik taşıdığını göstermez. MC’ne karşı Komünist Enternasyonal’i çıkaran Bolşeviklerin önderliğindeki SBKP ile Komünist Enternasyonal’in tasfiyesine karar verenler arasında esaslı bir nitelik farkı olduğuna delalet eder.
  1. Aynı yerde Cenevre 1948 başlıklı 9. Bölümün 21. Sayfası.
  1. Aynı yerde “Tekrar Dağa Tırmanış” başlıklı 11. Bölümün 2. Sayfası.
  1. John Docker “Are Settler-Colonies Inherently Genocidal? Re-reading Lemkin”, Dirk Moses’in yayınladığı Soykırım ve Kolonyalizm başlıklı derleme içinde, Berghahn Books, Savaş ve Soykırım dizisi, 2005. Hakkını yememek için zikretmek gerekir ki Docker’ın Aborijinlerle ilgili makaleleri de olduğu anlaşılıyor.
Paylaş