Bu yazı KöZ yayınları tarafından 2012’de yayımlanmış ve bugün baskısı tükenmiş olan “Ermeni Sorunu Hakkında Söylenmeyenler” broşüründen seçilmiş parçalardan oluşmaktadır.
Bütün bu üstü ekseri örtülen tarihi gerçeklerin yanı sıra, ‘soykırım’ çekişmesi yüzünden farkında olarak yahut olmayarak üstü örtülen bir başka gerçek daha var. Bu muammalı konuya da ışık tutma ihtiyacı var: niçin son zamanlarda daha sık gündeme gelen Ermeni Soykırımı tartışmaları ısrarla 1915’teki uygulama çerçevesinde tutulmaktadır? Asıl soykırım kararının bu tarihte gündeme gelmiş olduğu doğru mudur? Her ne kadar kimi Ermeni grupları ve kimi emperyalist devletler münhasıran 1915 olaylarını soykırım olarak kabul ettirmek istese de, komünistler açısından 1894’ten itibaren başlayan kıyım hareketleri değişik veçheleriyle bir bütündür ve aynı suçu oluşturur. Birinci paylaşım savaşının sona ermesine kalmadan Anadolu’daki Ermeni nüfusunun neredeyse tamamen ortadan kaldırılması bu süreçte olmuştur.
Bu suçun sorumluluğu da Osmanlı devletinin, onun müttefiklerinin ve mirasçılarının sırtındadır. Osmanlı’nın mirasçısı olan TC devleti ile Lozan Anlaşması’na imza atan ve onu meşru kabul edenlerin tamamı da bu sorumluluğa ortaktır.
Ama bu çerçevede azınlık haklarıyla ve iltica koşullarında yaşamanın ayrıcalıklarını kendi kaderlerini tayin hakkına tercih eden hain Ermeniler de bir o kadar sorumludur.
Sevr Anlaşması’yla kendisine bırakılan Batı Ermenistan ve Kuzey Kürdistan’ın bir parçasını TC’ye bırakarak, hem Ermenistan’ın hem de Kürdistan’ın resmen bölünmesine katkı koyan ABD emperyalizmi de suç ortağıdır. SSCB’ye karşı Doğu Anadolu’da bir barikatın oluşturulması uğruna, karşılığında TC’yi bir ileri karakol haline getirmek üzere bu suça ortak olmuştur.
Aslına bakılırsa, 1894-1896 arasında bizzat İkinci Abdülhamit tarafından başlatılıp, özel olarak kurulan Hamidiye Alayları tarafından uygulanan soykırım hareketinde çoğunluğu Ermeni ve Süryaniler olmak üzere yüz binlerce insanın katledildiği hesaplanmaktadır.
Sadece Çukurova’da 1909’daki isyanı bastırma bahanesiyle 30 bin Ermeni iki hafta içinde katledilip, köy ve mahalleleri, tapınak ve binaları yerle bir edilmiştir. Bu katliam da nitelik ve vahşet bakımından 1915’tekinden geri kalmayan bir katliamdır. Hatta 1915’teki gibi tehcir vb. kılıflara gizlenmesine dahi gerek duyulmadan uygulanan ve bu kez ‘tedip’ kılıfına saklanmış bir etnik temizlik harekâtıdır. Dolayısıyla Ermenilere dönük katliam ve kıyımları hiç değilse 1915 öncesindeki bu noktalardan itibaren başlatmak gerekir.
Bu katliamların Balkanlar’da Osmanlı İmparatorluğu’nun neredeyse bütün topraklarını kaybetmesine varan gelişmelerle ve savaşlarla yakın ilişkisi vardır. Osmanlı-Rus Savaşı’nın akabinde imzalanan Berlin Anlaşması’yla birlikte hem Osmanlı topraklarını tehlikeli azınlıklardan uzaklaştırmak hem de Anadolu’yu İslamlaştırmak için bir iskân planı uygulandı. Doğu Trakya, Boğazlar ve Kilikya bu iskân planında en önemli yer tutan coğrafyalardı. Etnik tehcir diye bilinen olay da Ermeni tehciri de bilindik ilk tehcir örneği değildi. 1913-1914 yılları arasında İkinci Balkan Savaşı’ndan hemen sonra 50 bin Rum Osmanlı topraklarını terk etmek zorunda kalmıştı. Benzer bir durum canlarını kurtarmak için Bulgaristan’a geçmek zorunda kalan İmparatorluğun tebaası 40 bin Bulgar için de geçerliydi.
Daha birinci emperyalist paylaşım savaşı başlamadan önce Balkanlarda gelişen ulusal kurtuluş hareketleri ile Osmanlı İmparatorluğu büyük ölçüde toprak kaybetmişti. Bu gelişmelerin ardından, Abdülhamit doğu cephesinde de benzer gelişmelerin patlak vermesinden endişe etmiştir. Buna engel olmak üzere, bir
etnik temizlik başlatma kararı almıştır.
Bir etnik temizlik olarak planlanan ve Hamidiye Alayları’yla başlatılan bu harekât, sadece Ermenilere veya Hristiyanlara yönelik değildi. Hamidiye Alayları’nın hedefleri arasında Süryani ve Asuriler gibi, Ezidiler, Zerdüştler, Alevi Zazalar da vardır. Şu ya da bu nedenle ve Ermenilere kucak açmış olmaları bahanesiyle saldırı ve katliama maruz kalan Kürtler de az değildir. Sadece Muş ovasında 105 köyün bir günde tamamen imha edilmiş olduğu gerçeği göz önüne getirilirse bunu tasavvur etmek zor değildir.
Kanlı anlamında Kızıl Sultan diye de anılan İkinci Abdülhamid, doğu cephesinde de benzeri gelişmelerin olmasına engel olma telaşındaydı.
Bu bakımdan en başta tehdit olarak Ermenilerin görülmesinde de bir tuhaflık yoktu. İlk akla gelenlerin zaten yıllardır örgütlü biçimde ulusal kurtuluş davasının peşinde olan Ermeniler olması doğaldı. Bir biçimde Ermenilerle özdeş kabul edilen diğer Hristiyan azınlıkların da bir ulusal kurtuluş hareketini ifade etmeseler dahi, hedef tahtasında olmaları da anlaşılmaz değildir.
Hristiyanlar bakımından bu harekâtın en büyük mağdurları Ermenilerden çok, neredeyse tamamen kıyıma uğramış olan Asuri-Süryanilerdir. Bu harekât sırasında Asuri-Süryani nüfusun yarısının katledildiği bilinmektedir. Bu rakamın 300 bine ulaştığını söyleyenler de vardır. Bu Ermenilere yönelik olandan daha
büyük bir kıyımı ifade eder. İlk sistematik etnik temizlik katliamı budur.
Ama belki de bu sistematik katliam sadece Ermenilere yönelik olmadığı için, Ermeni milliyetçilerinin pek itibar etmediği bir olaydır. Bununla birlikte onlar ne derlerse desin, Ermenilere yönelik olarak, sonradan icat edilen soykırım kavramına daha rahatlıkla girebilecek ilk kitlesel kıyım ve sürgün hareketi 1915 yılından çok önce olmuştur. Ama temel mantığının bir gereği olarak, bu kıyım sadece Ermenilerle ve Hristiyanlarla da sınırlı kalmamıştır.
Çünkü Balkanlar’da çoğunluğu Müslüman olan Arnavutların bağımsızlık hareketinin anıları hala tazeydi. Osmanlı İmparatorluğu Kürtlerin de benzer bir yönelime girmesinden endişe ediyordu. Bu da boşuna değildi. Zira Hamidiye seferlerine ön gelen süreçte Osmanlı peş peşe gelen ve zorlu Kürt isyanlarıyla yüz yüze kalmıştı. Bunların başlıcaları; 1843-1847’de Hakkâri ve çevresindeki Bedirhan Bey’in başını çektiği hareket,
1855 Bitlis’te Yezdan Şer ayaklanması, 1877-1878’de yine Bedirhanilerin Cizre ve Midyat’taki ayaklanması; 1880’de Hakkâri ve Şemdinli’deki Şeyh Ubeydullah hareketi; nihayet 1889’da yine Bedirhanların bu sefer Erzincan’daki ayaklanmasıdır.
Sonraki tarihsel gelişmeler de bu hareketin geçmişte kalmış bir şey olmadığını gösterdi.
Bu bakımdan Hamidiye Alayları ile ilgili yaygın söylentilerden birinde “giderken ‘zo’ları dönerken ‘lo’ları temizleyeceksiniz” talimatının hatırlatılması boşuna değildir. Bilhassa Alevi Kürtlerin zaten İslam dışı kabul edilmesi ve bunlarla Ermeniler arasında nispeten yakın ilişkiler olması akılda tutulduğunda, Zerdüşt inancına bağlı olanlar, Ezidiler vb. de hatırlandığında, böyle bir talimattan ne anlaşılabileceği ve ne anlaşılmış olduğu artık sır değildir. Koçgiri’den Dersim’e kadar neredeyse 20 yıl kesintisiz biçimde sürdürülen sistematik tutumun ardında bu zihniyetin de bulunduğunu düşünmek zorlama olmaz.
Bununla birlikte, Hamidiye Alayları denen özel birlikler çoğunlukla Kürt aşiretlerinden para ve toprak vaatleri ile devşirilmiş olsa da, kimilerinin yapmaya çalıştığı gibi, söz konusu olan Ermenilerin Kürtler tarafından katledilmesi değildir. Kürtler daha önce defalarca ve başka Osmanlı tebaasındaki halklar gibi Osmanlı İmparatorluğu’nun savaş sermayeleri arasındaydı. Hamidiye Alayları’nda seferber edilenlerin de esasen Yemen için yahut başka cephelerde seferber edilen Kürt kökenli Osmanlı askerlerinden esaslı bir farkı olmasa gerektir.
Zaten bu alaylara komuta edenler de Osmanlı ordusunun rütbeleriyle anılan ve birinci emperyalist savaşta da aynı rütbeyle savaşa katılmış olan askerlerdi.
Bu bakımdan Kürt halkının, bazı Kürtlerin yaptığı gibi bir mahcubiyet içinde olmasını gerektiren bir durum yoktur. Zira bütün neferleri münhasıran Kürtlerden teşkil edilmiş olsaydı bile, Hamidiye Alayları da Osmanlı Devletinin bir askeri birimidir. Çanakkale veya başka cephelerde şovenistler tarafından gurur vesilesi yapılan birlikler, bileşenlerinin ulusal kökenlerine bakmaksızın ne kadar Türk ve Osmanlı sayılıyor ise, bu birlikler de o kadar Osmanlıdır, Kürt birlikleri sayılamaz.
Hamidiye Alayları’nda komutan yahut nefer olan Kürtler, bu konumlarıyla ve Osmanlı’nın pis işlerinde aldıkları unvanlarla değil, kendi ulusal davaları doğrultusundaki rollerle kahraman yahut hain olarak anılmalı ve yargılanmalıdır.
Hamidiye Alayları’nda aktif olarak, hatta bir komutan olarak yer almış olan ünlü Kürtlerin başında Cibranlı Halid Bey gelir. Ama Cibranlı Halid, Azadi hareketinin kurucularından ve Kürdistan’ın bağımsızlığı ve Kürt ulusunun özgürlüğü davasının öncülerinden biri olarak anılır ve öyle anılması da yerindedir. Buna karşılık, Hamidiye Alayları’na hiç bulaşmamış Diyab Ağa gibiler ise, bu nedenle madalya hak etmezler ve ulusal hain olarak anılmalıdırlar.
Hamidiye Alayları’nın Kürt Ulusal Hareketinin Şekillenmesindeki Rolü
Buna karşılık, bazı Kürt aşiretlerinin ve mensuplarının şu ya da bu biçimde ve şu ya da bu saiklerle Hamidiye Alayları’nda yer aldıkları büsbütün unutulması gereken bir vakıa değildir. Zira bu durumun Kürt ulusal hareketinin şekillenmesinde daha doğrusu bir türlü bir şekle şemale kavuşamamasında, hesap dışı tutulması mümkün olma- yan bir rolü olmuştur.
Hamidiye Alayları’na katılan Kürtlerin, Ermenilere ve diğer gayrimüslim topluluklara karşı katliamlara alet olmaları ve bunun sonunda haliyle onların topraklarına ve mallarına el koymuş olmaları da bir gerçektir ve bunu tasavvur etmek de zor değildir. Bu sonraki dönemde Kürt ulusal hareketinin ayağına dolanan önemli bir köstek olacaktır. Kürtlerin bir bölümünün Osmanlı İmparatorluğu’nun bu pis işlerine alet edilmiş olmasının sonraki gelişmeler üzerinde, bilhassa Kürt ulusal hareketinin oluşumu ve gelişimi üzerinde önemli bir olumsuz etkisi olmuştur. Nitekim önce Hamidiye paşalarının hemen hepsinin birinci emperyalist savaşta kendilerini boyunduruk altında tutan Osmanlı İmparatorluğu’nun hizmetinde olduğu görülecektir.
On dokuzuncu yüzyıl boyunca Osmanlı’ya karşı isyanların başını çeken Bedirhanlar ise tersine Rus ordusu saflarında yer alacaklardı. Sonra da aynı Hamidiye paşalarının bir kısmı, başka Osmanlı paşaları gibi, Kuvayı Milliye içinde de yer almışlardır.
1915’te İttihatçılar ve Prusyalılar “Ermeniler geri gelip, intikam alacaklar, mallarınıza mülklerinize el koyacaklar” anlamında bir propagandayı kullanmışlardır.
Böylelikle birçok Kürt aşiretini tarafsız kalmaya veyahut bilfiil Ermenilere yönelik tehcir ve katliam uygulamasına destek olmaya davet etmiş ve başarısız olmamıştırlar.
Daha sonrasında bilhassa Doğu Ermenistan’da bir devletin kurulmakta oluşu ve Erzincan’da bir Ermeni–Kürt Şurası’nın varlığı nedeniyle bu endişe daha da artmıştır. Zira bu şuranın arkasındaki Alevi Kürtler de Ermeniler kadar Hamidiye Alayları’nın saldırı hedefleri arasındaydı. Kuvayı Milliyeciler de tıpkı öncelleri olan İttihatçılar gibi, en kritik aşamalarda aynı suçluluk duygusunu alabildiğine istismar etmişlerdir.
Nitekim Erzurum ve Sivas kongrelerindeki söyleme bakıldığında bunu görmek zor değildir. Burada üzerine basa basa ‘Ermenilik ve Rumluk tesisine karşı hilafet ve sadaret makamını kurtarmak’tan söz edildiği görülür. Ki o zaman Alevilik de en az Ermenilik kadar (hatta bazan daha fazla) kâfirlik olarak kabul edilmekteydi, Yavuz Sultan Selim zamanından beri düşman sayılmaktaydı.
Ne yazık ki, Kürt hareketinin daha çok Alevi Kürtlerin önde olduğu bu şekillenmesi aşamasında söz konusu propaganda büyük ölçüde ve hiç değilse Kuvayı Milliye Koçgiri’ye saldırıncaya kadar tutmuştur. Kuvayı Milliyecilerin Koçgiri’ye saldırarak, bu bölgedeki ulusal bağımsızlık tohumlarını tamamen yok etmek istemeleri üzerine içlerinde kimi eski Hamidiye paşalarının da bulunduğu Kürtlerden birçoğunun gözü açılmıştır.
O noktadan itibaren bu karşı devrimci ve şovenist hareketle bağlarını kesmişlerdir; Cibranlı Halid ve İhsan Nuri Paşa da bunlar arasındadır. Aynı dönemeçte bir Alevi aşiret reisi olan Diyab Ağa gibileri ve başka Alevi aşiretler ise Kuvayı Milliye’nin yanında yer almış yahut aynı anlama gelmek üzere tarafsız kalmıştır.
Bu nedenle, Koçgiri bir dönemeç teşkil eder. İki bakımdan bir dönemeçtir. Esas olarak Alişer Bey’in ve ondan ayrı düşünülmemesi gereken Zarife Hanım’ın damgasını taşıyan bu hareket bir yandan onlar vasıtasıyla Erzincan Şurası ile bağlantılıdır ve onun bir uzantısıdır; bir yandan bir eli Bakü Doğu Halkları Kurultayı’ndadır. Ama beri yanda da Şeyh Ubeydullah’ın oğlu ve Hakkârili bir Nakşibendi şeyhi olan Seyyit Abdülkadir ve onun başkanı olduğu İstanbul’daki Kürt Teali Cemiyeti (Seyyit Abdülkadir bunu tercüme ederken Kürt Ligası [Birliği] diye çevirmektedir) ile temas içindedir.
Daha sonra Seyyit Abdülkadir, Azadi hareketinin bastırılmasının ardından Şeyh Said ile birlikte idam edildi. Koçgiri hareketinin arifesinde, yani Alişer ile temas içinde olduğu sırada, 2 Ekim 1919’da Paris Barış Konferansı’na gönderdiği mektuptaki şu sözleri de dikkat çekicidir:
“Kürdistan’ın Güney ve Kuzey olarak iki farklı bölgeye ayrılmasıyla ilgili söylentiler durmak bilmiyor (…) İttihat Hükümeti’nin baskısı altında olmayan yerlerde Kürtler, Antant güçlerine karşı silah çekmeyi reddettikleri gibi, bu bölgelerde Ermenileri korudular. Şimdi, konferansın adaletinden, bölünmez bir Kürdistan’ı tanınmasını beklemektedirler.”
Bu sözler göz önüne alındığında Koçgiri hareketinin hangi çerçeveye oturduğunu anlamak daha kolaydır.
Bu itibarla, bu çerçeve göz önüne alındığında, Koçgiri hareketi kimilerinin göstermek istediği gibi bir yerel ve bilhassa Alevi hareketi olmaktan uzaktır. Hem Rus devrimiyle hem de Kürdistan’ın birliği ve bağımsızlığı hedefiyle bağlantılıdır; hem de aslında halkların kardeşliği fikri ile Ermenilerle dayanışma ve ittifak arayışı içinde bir hareketi temsil etmektedir.
Erzincan Şurası Taşnakların öncülüğünde kurulurken, Alişer Bey, Zarife Hanım ve yoldaşları derhal onlarla dayanışmaya ve kendi kurtuluşlarını ezilen halkların kardeşliği üzerinden elde etmeye taşımışlardır. Erzincan yenilgiye uğrarken şuranın mirasını Koçgiri’ye oradan da aynı bayrak uğruna can verecekleri Dersim’e yönelmişlerdir.
Dersim’in de o gün bugündür hala bir isyan odağı olması da, pek çoklarının yapmaya çalıştığı gibi, havasından suyundan, mezhepsel ve kültürel özelliklerinden değildir. Çünkü aynı havayı soluyan aynı suyu içip aynı cemleri tutanların içinden Diyab Ağalar, Kamer Gençler ve Kılıçdaroğulları da çıkmaktadır.
O toprakları Dersim yapan, Alişer ve Zarifeler gibi daha nicelerinin kanlarıyla sulanmış olmasıdır. Ama Alişer ve Zarife ile yoldaşları Erzincan şurasının mirasına önce Koçgiri’de bedenlerini siper ederken, bu şuranın kurucuları olan Taşnaklar çoktan onları yalnız bırakıp Çukurova’da Fransız himayesinde bir Beyaz Ermenistan hülyasıyla yola çıkmışlardı. Bu hülyadan pek çoğuna sadece kanları ile ıslatacakları Fransız Yabancı Lejyonunun kirli üniforması kalacaktır.
İşte Ermeni sorununun münhasıran 1915 tehcirine indirgenmesi esasen Ermeni ulusal hareketini bu çok yönlü tarihsel çerçevesinden ve bilhassa en kıymetli müttefiklerinden kopartıp tasfiye edilmesi anlamına gelir. Bunun keskin bir eda ile yapılması ise ekseri Taşnakların, başka Menşeviklerinkinden farklı olmayan
ihanet politikasının üzerini örtme kaygılarından ötürüdür. Ama bütün bu zengin tarihsel çerçevesine rağmen, sanki bir ulusal hareket kendinden ve kendi tarihinin bir kesitinden başka yere bakmamak zorundaymış gibi, Ermeni sorunu dar bir kalıp içine sokularak boğulmaktadır.
Böylelikle asıl boğulan da bütün ulusalcı söylemlere rağmen bir ulusal hareketin kendisidir.
İşte tam da bu nedenle Taşnakların mirasçısı Ermeniler tarafından 1915 dönemeci sadece Ermenilere yönelik bir harekât olarak ısrarla öne çıkarılmaktadır. 1915’in öne çıkarılmasının ardında yatan neden bu olayın daha vahim, diğerlerinin ise kayda değmeyen küçük hadiseler olması değildir besbelli. Osmanlı’nın ve mirasçılarının Ermenilere başka ulusal topluluklardan daha farklı ve daha sert davrandığına hükmetmek de yersizdir. Oysa bu tabii ki doğru değildir.
O nedenle bu muammanın sırrını çözmek için Ermenileri katledenlerin pek değişmeyen tutumlarından ziyade, bilhassa Menşevik Ermenilerin yani Taşnak partisinin zigzaglı ve oportünist siyasi serüveninin özgünlüklerine bakmak gerekir.