Seçimlere Katılmak Bir İlke Sorunu Değildir

0

[Bu yazı Proleter Devrimci KöZ’ün Ağustos 2002 sayısından alınmıştır.]

İlkesel olarak seçimlere katılmaya karşı olmak da her koşul altında seçimlere katılmak gerektiğini savunmak da yanlıştır. Seçimlere katılıp katılmamak bir ilke sorunu değil taktik bir sorundur. Seçimlere katılıp katılmama kararı somut durumun somut tahlili ışığında verilir. Bu yüzden seçimlere katılıp-katılmama meselesi komünist bir partiyi sosyalist hareket içerisindeki akımlardan ayırt edemez. Dahası komünist bir parti içerisinde her somut soruna ilişkin olduğu gibi seçimlerde takınılacak tutuma ilişkin de fikir ayrılığı olabilir. Ancak programatik ayrılıkların aksine bu ayrılıklar bölünme sebebi değildir ve olamaz. Sınıf mücadelesinin farklı evrelerinde izlenecek farklı taktiklerden birini ya da birkaç tanesini ilke düzeyine çıkarmak, dahası hangi taktiğin izleneceğine soyut teorik tartışmalar aracılığıyla varmaya çalışmak ancak doktrinerlerin işidir.

Seçimlere ilişkin tutumun “somut durumun somut tahlili” ışığında belirleneceğini söylemek somut durumun keyfi bir biçimde tahlil edileceği ve izlenecek taktiğin keyfi bir biçimde belirleneceği anlamına gelmez. Aksine bu tahlil ve tahlil sonunda yapılacak belirlemeler komünistleri diğer akımlardan ayırt eden ayrım çizgileri ışığında yapılmalıdır.

Komünistler hiç bir zaman siyasetten kaçmaz

Kitlelerin gündeminde olan siyasi meselelerin tümü komünistlerin de gündeminde olmalıdır. Komünistler hiçbir gündemi “sahte gündem”, “kitleleri oyalıyorlar”, “önerilen çözüm, çözüm değil” gerekçelerini kullanarak küçümseme lüksüne sahip değildir. “Sahte” olsun olmasın kitlelerin ilgi alanına giren her siyasi mesele komünistlerin siyasi gerçekleri açıklamasının ve devrim propagandasının yapılmasının bir aracı olarak değerlendirilmelidir. Seçimler de bu durumun en iyi örneğidir. Seçim dönemleri emekçi yığınların siyasete en açık hale geldiği dönemlerden biridir. Seçime katılma kararı alınsın ya da alınmasın bu dönemin komünistlere sunduğu propaganda ve ajitasyon fırsatları sonuna kadar kullanılmalıdır.

Bir siyasi eylem olanağı ancak yerine daha ileri bir eylem koyma olanağı varsa reddedilmelidir. Esas olan emekçi yığınların siyasallaşmasıdır. Seçimlere de bu gözle bakmak gerekir. Seçimlere katılmak emekçileri belirli sınırlar içerisinde de olsa siyasallaştırır. Ama bu son derece sınırlı, düzenin ihtiyacı olduğu kadar ve genelde burjuvaziyi rahatlatacak düzeyde siyasallaşmadır. Seçimlerde emekçiler oy kullandıklarını ülkenin yönetiminde söz sahibi olduklarını düşünürler. Bu bir yanılsamadan başka bir şey değildir kuşkusuz.

Seçimlerin gerçekten emekçileri söz sahibi yaptığını düşünüp bu doğrultuda bir seçim çalışması yürütmek büyük bir yanlış olacaktır. Ancak seçimlere katılmak isteyen emekçilere “Seçimleri protesto et!” çağrısında bulunmak daha büyük bir yanlış olacaktır. Böyle bir çağrı emekçileri siyasetten uzaklaştırır. Emekçilerin siyasete olan sınırlı ilgisini de köreltir; hayattan bezginliğini arttırır; hiçbir şeyin değişmeyeceğine olan inancını pekiştirir. Böylelikle “sandık başına gitme!” çağrısında bulunan pasif boykotçu tutum kendi niyetinden bağımsız olarak bir küskünler hareketi yaratır.

Devrimciler açısından seçimlere katılmak kitleleri oy kullanmaya çağırmaktan veya alı koymaktan ibaret değildir. Komünistler açısından seçimlere katılmak yahut katılmamak kitleleri sandığa çağırmak yahut sandığa gitmemeleri için çağrı yapmak çerçevesinde ifade edilemez. Seçime katılmak demek seçimlerde aday olmak, aday göstermek, bu adaylar etrafında onların adaylığı vesilesiyle düzeni teşhir eden bir kampanya yürütmek ve kitleleri bu doğrultuda seferber etmek anlamına gelir. Bir başka deyişle her zaman yapılması gereken siyasi teşhirleri seçimler vesilesiyle ve bu kurumu istismar ederek daha da yoğun bir biçimde ve daha yaygın bir ölçekte sürdürmektir bu. Bu teşhir kampanyası gereklidir. Bu çerçevede siyasi bir iddianın sahibi olanlar bakımından, seçimlere katılma kavramı seçme hakkı çerçevesinde değil, seçilme hakkı ve seçim zemininde bağımsız bir biçimde yer alma anlamında kullanılmalıdır.

Kuşkusuz komünist aday(lar) çıkarmak ve bu aday(lar) aracılığıyla düzeni teşhir etmekle yetinmeyip komünizm propagandası yapmak, eğer bunu yapacak örgütsel kapasite varsa, başka bir seçim faaliyetidir. Ve bu kapasite, kitlelerin yalnızca burjuvaziye karşı güvensizliklerinin gelişmesine değil, yarın kendi iktidar odaklarına yönelmesine hizmet etmek için kullanılır.

Seçim sürecinde hangi yolun seçileceği nesnel koşullara ve örgütsel kapasiteye bakarak karar verilebilir. Ancak hangi karar verilirse verilsin alınacak karar pasif boykotçuların tutumundan daha ileri bir siyasal eylemliliği beraberinde getirecektir. Görüldüğü gibi seçim günü sandık başına gitmeyip evde oturma çağrısı yapanlar görünüşte keskin bir boykot çağrısı yapsalar bile aslında kitleleri siyasetsizliğe itmekte, kitlelere sonucu bilinen bir siyasi oyundan başka bir şey olmayan seçim kadar bile siyaset yapma olanağı sunmamaktadırlar. Bu da “bir siyasi eylem olanağından ancak yerine daha ileri düzeyde bir eylem koyma olanağı varsa vazgeçmek” ilkesiyle açıktan çelişmektedir. Komünistler pasif boykotçuluk yerine kitleleri daha üst düzeyde siyasallaştıracak eylemleri seçmelidirler, seçecektir.

Komünistler hiçbir koşulda programatik ilkelerinden taviz vermez

Her seçim dönemi aynı zamanda bir tasfiye ortamının nesnel koşullarını hazırlar. Devrimci bir partinin bulunmadığı, devrimcilerin işçi sınıfıyla bağlarının zayıf olduğu koşullarda bu tehlike daha da büyüktür. Emekçi yığınlardan yalıtık durumda bulunan devrimci akımlar seçimlerin sunduğu “kitleselleşme” fırsatının üzerine balıklama atlarlar. Ancak oportünizmin yaygın etkisinden ötürü devrimci akımlar için devrimciler kitleselleşmek için kitle örgütlerinde istikrarlı bir biçimde çalışıp emekçilerin güvenini kazanmak, yerine siyasi görüşlerini eğip büküp emekçiler açısından kabul edilebilir hale getirmeye, şirin göstermeye çalışırlar. Devrimciliklerini gizleyip hamaset ve işçi dalkavukluğu yapan burjuva siyasetçileri gibi davranırlarsa emekçilerin daha fazla desteğini alabileceklerini umarlar. Oysa en başarılı oldukları durumlarda burjuva siyasetçilerinin karikatürü olurlar. Böylelikle hem kendi programlarını “taktik nedenlerle” gizlemiş olurlar hem de burjuva siyasetine kan taşımış olurlar. Devrimciler bir ayaklanma örgütlemek için düzenin legal olanaklarını istismar edeceklerine, düzen güçleri devrimcileri kullanarak makyajını tazelemiş olur. Bu tasfiyeci oyunu bozabilecek olanlar ancak komünistlerdir çünkü sadece komünistler “amaçlarını gizlemeye tenezzül etmezler”, siyasi gerçekleri ve hedeflerini emekçilere açık açık anlatırlar. Bu yüzden komünistler seçimlerde olsun başka bir siyasal çalışmada olsun programatik ilkelerini gizlemez. Şu ya da bu ittifak uğruna programatik ayrım çizgilerinden taviz vermez.

Aynı zamanda programatik ilkeleri politik duruma uygulamayı da becerebilmelidirler. Programatik ilkeleri işçi sınıfının gündelik yaşam koşullarıyla bağını kurmaksızın tekrarlamak, pek bir iş yapmış olmak anlamına gelmez. Ancak işçilerin taleplerini burjuva partilerin karşılayamayacağını göstermek, bunun için bir devrime ve devrim hükümetine ihtiyaç olduğunu, böyle bir hükümetin oluşabilmesi için ise devrimci partinin bir ihtiyaç olduğunu adımları şaşırmadan anlatabilmek gerekir. Ancak bunu yapabilmek için işçilerin gündelik yaşamına girmek, onların taleplerinin ne olduğunu bilmek şarttır. Aynı zamanda burjuva ve reformist partilerin seçim vaatleri ve bunların yetersizlikleri hakkında da net fikirlere sahip olmak gerekir. Bu bilgiler devrimci bir parti eksikliğini merkeze alan kapsamlı bir propaganda faaliyeti için gereklidir.

Komünistler her koşul altında örgütsel bağımsızlığını korurlar.

Seçim dönemlerinde yükselen tasfiyeciliğe karşı koymak için sadece programatik ilkelerin altını kalınca çizmek yeterli değildir. Komünistler ancak bağımsız bir örgütsel çalışma yürüttükleri sürece bu ilkeler ışığında siyaset yapabilirler. Oysa yaşadığımız topraklarda seçimlere girmek için çatı partileri kurmak sonra da bu partilerde örgütsel yapıyı tasfiye etmek; çeşitli seçim platformlarında “grupçuluk yapmama” adına “örgütlenme yasakları” koymak, reformistlerin koyduğu ajitasyon ve propaganda yasaklarını kabul etmek pek yaygın bir hastalıktır. Bu hastalığa yakalananların akıbeti ise bellidir. Reformist partilerin kadrolarının kayda değer bir bölümü bulundukları konuma bu hastalığa yakalandıktan sonra yerleş(tiril)miştir.

Komünistler ise her türlü seçim çalışmasında örgütsel bağımsızlıklarını titiz bir biçimde korumalı örgütlenme faaliyetini sürdürmelidir. Devrimci bir partinin olmadığı koşullarda örgütsel bağımsızlığı korumanın en temel gereği bağımsız bir politik hat oluşturmak ve bunu takip etme noktasında ısrarcı olmaktır. Bağımsız bir politik hat oluşturamayanlar ise burjuva siyasetinde bir nesne olmaktan çıkıp özne olamazlar.

Komünistler ne zaman seçim çalışmasına girse oportünist kanattan sol sesler yükselir: “Parlamento sizi yozlaştırır! Devrimci kimliğinizi yitirirsiniz! Parlamentoya girmeyin” Tıpkı seçim konusunda olduğu gibi parlamentoda çalışma konusunda da komünistlerin ilkesel bir belirlemesi yoktur. Koşullara bağlı olarak parlamentoda çalışmak kabul edilir ya da reddedilir. Ancak programatik sorunlarda ilkesiz, taktik meselelerde “ilkeli” davranmayı pek seven sol oportünizmin bu konuda bir ilkesi vardır. Parlamento yoz bir kurum olarak görülür ve parlamentoya temsilci göndermek reformizm olarak kınanır.

Sol oportünizmin bu görünüşte radikal tutumu bütün kof radikal tutumlar gibi aslında programa ve örgüte güvensizlikten kaynaklanır. Sol oportünistler kendi programlarına güvenmezler bu programın parlamento ya da seçim çalışması tarafından yozlaştırılabileceğini düşünürler. Aynı şekilde örgütlerine de güvenmezler. Parlamentoya temsilci yollarlarsa örgütlerinin bu temsilci üzerinde denetim kuramayacağından korkarlar. Kısacası sol oportünistlerin programatik ve örgütsel bağımsızlıkları yoktur ya da bunu güvence alacak kapasiteye sahip değildirler. Sol oportünistler bunu açıkça itiraf edip bu eksikliklerini giderecek çareler bulmak yerine, bu eksikliklerini kof sloganlarla örtmeyi yeğlerler.

Oysa kendi örgütsel ve programatik bağımsızlığına güvenen, bu bağımsızlığı korumayı her şeyin üstünde tutan komünist partiler hiçbir kuruma girmekten, hiçbir akımla yanyana durmaktan korkmazlar. Bilirler ki eğer birileri yanlış yerde duruyorsa bu kendileri değil yanlarında bulunan akımdır. Düzenin kurumları örgütsel bağımsızlığını koruyan komünistleri yozlaştıramaz.

Bütün bunlar komünistlerin örgütsel ve programatik bağımsızlıklarını korumalarının niçin önemli olduğunu bir kez daha anlatır. Yoksa “kendine güvenmek” başlı başına bir örgütsel varlığın yerini tutamaz. Örgütsel ve programatik bağımsızlık, emek verilip yaratılacak somut bir şeydir ve ancak bir devrimci parti ile somut ifadesini bulur. Böyle bir parti ise yaşadığımız topraklarda mevcut değildir. Bundan ötürü de yaşadığımız topraklardaki komünistlerin en acil ödevi böyle bir partinin yaratılması olmalıdır.

Paylaş