Özel Mülkiyet, Devlet Mülkiyeti, Kamu Mülkiyeti

0

2020 yılı Nisan ayı itibarı ile dünya ekonomisinin krize girdiği, küresel bir resesyonun başladığı burjuva iktisatçılarının da dillendirdiği bir gelişme oldu. Dünyadaki birçok yerde, öncelikle de ABD’de krizin üstesinden gelmek için merkez bankasının ve hazinenin ‘serbest piyasa’ya müdahale etmesi sağlandı. Bu müdahale beraberinde ‘kamulaştırma’ hamlelerini de getirdi, getirmeye devam da edecek. AKP tarafından kurulan Türkiye Varlık Fonu’nun da önümüzdeki günlerde benzer bir amaca hizmet ederek burjuvazi içi mülkiyet değişimine yol açtığını görmek şaşırtıcı olmayacak. Devlet kapitalizminin yaygınlaşması anlamına gelecek bu hamlelere bakarak durumun sosyalizme yöneliş olduğunu sanma hatasına düşülmemesi ve burjuva devleti mülkiyeti ile kamu mülkiyetinin apayrı anlamlar taşıdığını anımsatma amacıyla 2003 Haziranı’nda Köz’de yayımlanan aşağıdaki yazıyı paylaşıyoruz.

“Komünistlerin teorisi şu tek cümleyle özetlenebilir: özel mülkiyete son verilmesi.”

Komünist Manifesto’nun bu sözleri dikkate alındığında özel mülkiyet kavramının komünistler, marksistler açısından ne kadar  önemli bir yer tuttuğu kolaylıkla anlaşılabilir; ve en azından bu konuda komünistlerin açıkça ve tartışmasız bir biçimde hemfikir oldukları düşünülebilir; oysa bu kavramın ne anlama geldiği konusunda bile ortak ve net bir kavrayış bulunmamaktadır. 

Özel mülkiyete son verilmesinden söz ederken komünistler, burjuva mülkiyetini ve yalnızca bunu kasdetmektedirler:

“Komünizmin ayırdedici özelliği, genel olarak mülkiyetin ortadan kaldırılması değil, burjuva mülkiyetinin ortadan kaldırılmasıdır.” (Komünist Manifesto)

Buna karşılık daha en başından itibaren, «komünistler, bir insanın kendi emeğinin semeresi olarak kişisel mülk edinme hakkını kaldırmak istemekle suçlanmış»lardır. Kişisel mülk edinme hakkını temel insan hakları arasında sayan ve bu özgürlüğün her türlü özgürlüğün temeli ve teminatı sayan liberaller, bu demagoji ile komünizmi özgürlük düşmanlığıyla özdeşleştirmeyi adet edinmişlerdir.

Ama kişisel mülkiyet ile üretim araçları üzerindeki burjuva mülkiyeti birbirine karıştıranlar yalnız burjuva demagogları değildir. Kuşkusuz bu demagoglara yanıt verirken, marksizm adına hareket edenler genellikle her türlü mülkiyeti değil, üretim araçlarının mülkiyetini kasdettiklerini vurgulamakta hemfikirdirler. Ne var ki, kaldırılması gereken özel mülkiyetin konusu ve sınırı hakkında bir mutabakat olsa da, burjuva özel mülkiyetin ne olduğu konusunda rivayet muhteliftir.

Bu noktada özel mülkiyet kavramı ile ilgili başlıca bulanıklığa değinmek gerekir: özel mülkiyet ile kişisel mülkiyeti birbirine karıştıranlar yalnızca burjuva demagogları değildir. Marksizm adına hareket edenlerin pek çoğu tarafından da bu iki kavram özdeş, aynı anlama gelen ifadeler olarak kullanılır. Oysa burjuva toplumunda çoğu zaman içiçe geçse de özel mülkiyet ile kişisel mülkiyet aynı şeyler değildir; burjuva toplumuna özgü olan da, genellikle sanıldığı gibi, üretim araçlarının kişilerin elinde toplanması değildir. Çünkü burjuvaziden önce de başlıca üretim araçları kişilerin elindeydi; üstelik kapitalist üretim ilişkileri çerçevesinde üretim araçlarının kolektif biçimde mülk edinilmesi de pek ala mümkündür.

Hatta kapitalist üretim ilişkilerinin ayırdedici özelliği üretim araçlarının bireysel mülk edinilmesinin imkanlarını giderek imkansızlaştırmasıdır. Üretim araçlarının gelişmesi, büyük fabrikalar halinde şekillenmesi bunların bireysel olarak mülk edinilmesini günden güne imkansızlaştırmaktadır. Anonim şirketlerin, büyük ortaklıkların zorunlu hale gelmesi; yahut demiryolları vb.ne ancak kolektif kapitalist olarak devletin sahip çıkabilmesi bu olgunun sonuçlarıdır.

Demek ki, burjuva mülkiyetinin her zaman ve sadece tek tek kişilerin mülkiyeti anlamına gelmediği açıktır. Burjuva mülkiyeti bazan bir tek kişinin, bir ailenin, bazan bir şirket biçiminde, bazan bir kooperatif biçiminde bir araya gelmiş toplulukların, bazan da devletin mülkiyeti olarak somutlanabilir ve bunların hepsi bir arada bulunabilir. Buradan burjuva toplumunda başlıca üretim araçlarının mülkiyetinin ister bireysel, ister kolektif biçimler altında bir tek toplumsal sınıfın elinde toplanmış olduğu sonucuna varılabilir; ki genel olarak bu doğrudur.

“Sermaye sahibi olmak demek, üretimde salt kişisel değil, sosyal bir mevkiye sahip olmak demektir.” (Komünist Manifesto)

Başka sınıflı toplumlarda da başlıca üretim araçları başka sınıfların elinde toplanmaktaydı. Bu durumda burjuvazinin hakim sınıf haline gelmesiyle üretim araçlarını eski hakim sınıfların elinden almakla kendini ayırdettiğini söylemek mümkün müdür? Bu doğru değil; zira örneğin İngiltere’de olduğu gibi, eski hakim sınıfın üretim araçlarının mülkiyetini korumaya devam ettiği koşullarda da kapitalist üretim ilişkilerine ve burjuvazinin hakimiyetine geçildiği açıktır. O halde üretim araçları üzerindeki burjuva mülkiyetini diğer mülkiyet biçimlerinden ayırd eden özelliği nerededir? Doğrusu asıl karışıklık sorunun bu biçimde sorulmasından doğmaktadır. Çünkü burjuva mülkiyetinin ayırdedici yanı üretim araçlarına kimlerin nasıl sahip olacağı noktasında değil kimlerin olamayacağı noktasında öne çıkmaktadır. Burjuva mülkiyetinin ayırdedici yanı üreticilerin üretim araçlarından kopartılıp ücretli emekçi haline getirilmesinde ve kendi imkanlarıyla üretim araçlarının sahibi olma durumuna yükselmelerinin imkansız hale getirilmesinde yatmaktadır.

Emekçi elde ettiği ücretle hiç bir biçimde üretim araçlarını mülk edinebilecek ölçekte bir gelir sağlayamaz; ve burjuva toplumu bunu emekçilerin sermayedar olmasını yasaklayarak değil, üretim araçlarını onların ücret gelirleriyle mülk edinmeyecekleri ölçüde büyük karmaşık ve pahalı hale getirerek sağlar.

Kapitalist üretim ilişkileri içinde ücretli emek iki şeyi birden yaratır: emekçi için kendisini ve kendisi gibi emekçileri yeniden üretebilmesine yetecek kadar ücret; üretim araçlarının sahibi için de artı değer yaratır. Bu artı değer bir yandan mevcut sermayenin büyüyerek yeniden üretimini; öte yandan da bir bütün olarak mevcut toplumsal koşulların (bunun içine devlet kurumları dahil artı değer sayesinde varolan ve varlığını sürdürebilen her türlü kurum ve ilişki girer) yeniden üretimini güvence altına alır. 

“Ücretli emek işçi için bir mülkiyet yaratıyor mu? Ne gezer! Ücretli emek sermaye yaratır, yani ücretli emeği sömüren cinsten bir mülkiyet yaratır; sermaye de bir şartla artar: yeniden sömürmek için yeni ücretli emek arzı yaratmak şartıyla.” (Komünist Manifesto)

Kapitalist üretim ilişkilerinin bu temel özelliğini göz önünde bulundurarak özel mülkiyet kavramına yeniden baktığımızda, neden bu kavramın kişisel mülkiyetle ilgili olmadığı daha net ortaya çıkmaktadır.  Burjuva mülkiyetini ayırdeden üretim araçlarından kopartılmış ve bunlara ulaşması önlenmiş bir üretici sınıf yaratması ve bunu her gün ve dünya çapında genişleyerek yeniden üretmesidir.

“… proletarya, çağdaş sanayinin özel ve asli ürünüdür” (Komünist Manifesto)

Zaten özel mülkiyet derken kullanılan özel sıfatının asıl anlamı da bu noktada öne çıkar. Özel (private, privee = hususi) kişisel anlamına geldiği gibi; bir başka içeriği yansıtır: herkese açık olmayan, kamusal olmayan demektir. Burjuva özel mülkiyeti deyince de, üretim araçlarının mülkiyetinin esas olarak burjuvaziyle başka eski yahut yeni zengin sınıflara açık olabilen, ama kesinlikle doğrudan üretici sınıflara açık olmayan bir nitelik taşıması anlaşılmalıdır. Bu bakımdan örneğin bir şirketin, yahut kooperatifin mülkiyeti, yalnız şirket yahut kooperatif ortaklarına açık olduğu için burjuva mülkiyetinin çerçevesine girer. Hatta söz konusu olan bir üretici kooperatifi olduğu takdirde yalnız o kooperatifin üyelerinin mülk edinebildiği üretim araçları apaçık bir biçimde burjuva mülkiyetinin çerçevesine girer.

Bu durumda bazı üreticilerin (ki bunlar daha çok kendi başlarına varlıklarını sürdürme imkanlarını yitiren küçük burjuvalardır) üretim araçlarının mülkiyetini kollektif biçimde ellerine geçirmiş olması, bir sınıf olarak proletaryanın üretim araçlarından kopartılması ve uzak tutulması durumunu değiştirmemektedir. Bu koşullardaki kolektif mülkiyetin burjuva karakter taşıdığının kabulü konusunda genellikle bir mutabakat vardır. Bununla birlikte, bir başka kolektif söz konusu olduğunda işler karışmaktadır: burjuva devleti.

Devlet mülkiyeti kavramını burjuva ideologları «kamu mülkiyeti» kavramıyla özdeş olarak kullanmaktadırlar. Bu özdeşleştirmenin ardında yatan temel tez ise devletin aslında «kamu»yu yani toplumun tümünü temsil ettiği varsayımıdır. Bununla birlikte, devlet teorisinden söz ederken, devletin sınıfsal karakterini ayırdetme konusunda bir tereddüt geçirmeyen pek çok solcu da devlet mülkiyetini «kamu mülkiyeti» olarak algılamakta, yahut en azından böyle ifade etmekte bir sakınca görmemektedir. Ne var ki, kapitalist işletmelerin özel sektör/kamu sektörü biçiminde ikiye ayrılması, kamu sektörünün yerine devlet sektörü demekle düzeltilebilecek masum bir ifade kusuru değildir.  Çünkü bu ifade biçiminin yarattığı asıl karışıklık devlet sektörünün ne olduğu konusunda bir belirsizliği körüklemesinde yatmamaktadır. Asıl ciddi sorun devlet yahut kamu mülkiyetini kapitalistlerin mülkiyetinden ayırdedip, bunların «halkın malı» olduğunu söylemekle, kapitalistlerin sahip oldukları mülkiyetin onların «babasının malı» olduğu fikrinin desteklenmiş olmasındadır. «KİT’ler halkındır satılamaz!» demekle, kapitalistlerin sahip oldukları üretim araçları kendilerine aittir, istedikleri gibi alıp satabilirler biçimindeki hakim ideolojinin temel tezine kapı aralanmış olduğu açıktır. Yani bir biçimde burjuvazinin artı değeri gasp ederek sahip olduğu «özel mülkiyet» meşrulaştırılmış olmaktadır.

Kuşkusuz pek çok sosyalist KİT’lerin özelleştirilmesine karşı çıkmanın tekelci sermayenin, hatta genel olarak sermayenin kamulaştırılmasından vazgeçmek anlamına gelmediğini ve pekala her ikisinin birden savunulabileceğini söylemektedirler. Ama sorun bu noktada değildir. Zira tartışma konusu olan, kapitalistlere karşı çıkma konusundaki bir zaaf değil, devletin sınıf karakteri ve burjuva mülkiyetinin ayırdedici niteliği hakkında yaratılan yanılsamalardır.

Burjuva mülkiyetinin esasının üreticilerin üretim araçlarından koparılması ve ayrı tutulması olduğu göz önüne alındığında, ister burjuva devletinin, ister tek bir kapitalistin, kapitalist bir şirketin, yahut bir kooperatifin elinde olsun bu mülkiyetin sınıfsal karakterinin değişmeyeceğini vurgulamak gerekir. Bu vurgu yapıldığında, özelleştirmelerle devletleştirmelerin yahut millileştirmelerin aynı zeminde durduğu ve hepsinin tek alternatifinin başlıca üretim araçlarına birleşmiş emekçilerin kolektif olarak el koymasından ibaret olduğu bir kez daha öne çıkar.

Kuşkusuz sosyalist komünist kimliklerle siyaset yapanların hiçbirisinin buna itirazı olamaz. Zaten ayrım noktası da burada değil, bu hedefe giden yol hakkındaki görüş ve tutumlardadır.  Siyasi iktidarın bir proleter devrimi yoluyla ele geçirilmesini asıl misyonu olarak benimseyenlerle, kendilerine bir toplumsal muhalefet misyonu biçenlerin ayrıştığı nokta burasıdır.

Çoğunlukla devletleştirme ve merkezi planlama hedefleri «kapitalist üretim ilişkilerinin anarşik yapısını ortadan kaldırmak için zorunlu rasyonalizasyon tedbirleri» biçiminde algılanır. Oysa, bu biçimde tedbirler, dönem dönem burjuva partilerinin de benimseyip öne çıkardığı tedbirler olabilmektedir. Hatta aynı hükümetin bazan devletleştirme bazan özelleştirme yönünde politikalar benimsediği olmaktadır.

Kuşkusuz rekabet nedeniyle, özellikle paylaşım kagaları sırasında kapitalistlerin birbirlerinin malına ve mülküne göz diktiği ve bunlara el koyduğu olmuştur ve olacaktır. Aynı şekilde kimi zaman da kah tek tek kapitalist grupların sermayesi yetmediği için, yahut karlı olmadığı için veyahut «haksız rekabete» meydan vermemek üzere, kimi sektörlerin «tarafsız hakem» olarak kabul ettikleri devletin elinde toplanmasından yana olabilirler.

Bu durumda özelleştirme, yahut millileştirme/ devletleştirme sorunlarına siyasi iktidarın niteliğinden bağımsız olarak ve bir proleter devrimi eşiğinden geçme zorunluluğunu «unutarak» yaklaşanlar şu ya da bu biçimde bir burjuva akımının kuyruğuna takılmaktadır. Bu konudaki kılavuz Manifesto’da söylenen olmalıdır:

“… komünistler her yerde, kurulu sosyal ve siyasi düzene karşı her türlü devrimci hareketi desteklerler. Bütün bu hareketlerde, o sıradaki gelişme düzeyi ne olursa olsun mülkiyet sorununu hareketin baş sorunu olarak öne çıkarırlar.” (Komünist Manifesto)

Bu saptamanın önemli vurguları «devrimci hareket» ve «mülkiyet sorununun öne çıkarılması» noktasındadır. Özelleştirme devletleştirme çerçevesinde mülkiyet sorununun öne çıkarılmasından kasıt millileştirmesi, devletleştirmesi söz konusu olan işletmelere herhangi bir bedel ödenmemesi gereğidir; devrimci hareketten kasıt ise, bu işletmelere işçiler tarafından el konması gereğidir.

Öte yandan bir başka durumda da, günümüzde olduğu gibi, özelleştirme aynı zamanda özel sektöre devredilen işletmelerde çalışanların işsiz kalması ile sonuçlanabilir. Yahut söz konusu olan emperyalist sermaye ile yerli sermaye arasındaki bir çekişme ile ilgili labilir. Bu durumlarda da elbette sorunu salt işletmelerin bir cepten bir cebe gitmesi olarak görüp, kayıtsız kalmak mümkün değildir. Ancak bu durumda da Komünist Manifesto’nun kılavuzunu elden bırakmamak gerekir:

“Komünistler diğer işçi sınıfı partilerinden yalnız şu noktada ayrılırlar: 1. Değişik ülkelerin proleterlerinin kendi milletleri içinde yürüttükleri mücadelelerde bütün proletaryanın her türlü milliyetten bağımsız, ortak çıkarlarını gösterir, onları öne sürerler. 2. İşçi sınıfının burjuvaziye karşı verdiği mücadelenin geçmek zorunda olduğu çeşitli gelişme aşamalarında, her zaman ve her yerde, hareketin bütün olarak çıkarlarını temsil ederler.”

Bu da üzerinde durduğumuz konuda şu anlama gelir: işsizlik sorununu yalnız özelleştirilmesi söz konusu olan işyerlerindeki işçilerin sorunu olarak değil, bütünün sorunu olarak ele almak gerekir.

Özel sektör/devlet sektörü ayrımı da, özelleştirme/kamulaştırma konusundaki tutumlar da devlet sorununa yaklaşım tarzıyla ilgilidir. Eğer şu ya da bu gerekçeyle, devlet sektörünün özel sektörden «daha iyi», «daha olumlu», «emekçilerin yararına» olduğunu savunmaya başladığınızda bunun ardından gelecek olan adım devlete dair devrimci bir tutumun rafa kalkması olacaktır. Örneğin ÖDP’nin sol kanadı olma iddiasını taşıyan (öyle kuşa böyle kanat yakışıyor doğrusu!) kimilerinin yaptığı gibi, «devlet mülkiyetinin toplumsal mülkiyete doğru yükselen merdivende sadece bir ilk basamak olduğunu» (Bkz. Sungur Savran Sınıf Bilinci sayı 19) yahut «kapitalist devlet mülkiyetinin sosyalizm olmamakla birlikte» «kamusal mülkiyete doğru ileri bir adım» (Bkz. Metin Çulhaoğlu, Sosyalist Politika, sayı 15) olarak tanımlamakla, sadece kamu mülkiyeti ve özel mülkiyet hakkında bir yanılsama yaratılmış olmaz. Bu tutum toplumsal mülkiyete yahut kamu mülkiyetine giden yoldaki ilk adımın ne olduğu konusunda bir yanılsama da yaratır. Çünkü Manifesto ilk adımı başka türlü tarif etmektedir.

“… işçi sınıfının devrimde atacağı ilk adım, proletaryayı hakim sınıf durumuna getirmek, demokrasi savaşını kazanmaktır. Proletarya siyasi üstünlüğünü, bütün sermayeyi kerte kerte burjuvazinin elinden koparıp almak, bütün üretim araçlarını devletin elinde, yani hakim sınıf olarak örgütlenen proletaryanın elinde merkezileştirmek ve üretici güçler toplamını olabildiği kadar hızla arttırmak için kullanacaktır.” (Komünist Manifesto)

Devlet mülkiyetinden toplumsal mülkiyete giden yolda hangi adımların, hangi sırayla atılacağı elbette somut duruma ve koşullara göre geniş bir çeşitlilik gösterecektir. Ama değişmeyen ve değişmeyecek olan şudur bunların hepsinden önce bir «ilk adım» atılmalıdır, o da «egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletarya» ya da öteki adıyla proletarya diktatörlüğü ile taçlanması gereken bir proleter devriminin başarılmasıdır.

“Üretim araçlarının özel mülkiyetine son verilmesi bir iktisadi rasyonalizasyon tedbiri değildir. Madem ki, burjuvazinin siyasal egemenliğinin koşulları üretim sürecinde oluşup pekişmekte ve yeniden üretilmektedir; o halde onun iktidarına son vermek için gerekli siyasal tedbirler de bu düzlemde alınabilmelidir. Demek ki, mülksüzleştirme tedbirleri burjuvazinin hakimiyetinin sona erdirilmesinin sadece ekonomiyle ilgili olmayan zorunlu bir koşuludur.

 Ancak, işçi sınıfı iktidarının bir temeli olarak burjuvazinin mülksüzleştirilmesinin biçimleri de, sovyet demokrasisinin diğer kurumları gibi, devrim sürecinde biçimlenmelidir. Üretimin, fiyatların vb. çalışanlar tarafından denetlenmesine yönelik girişim ve örgütlenmeler bir ikili iktidar döneminde şekillenmeye başlamalıdır.

Bu örgütlenmeler ve tedbirler de tıpkı sovyet tipi örgütlenmeler gibi, burjuvazi iktidardan alaşağı edildikten sonra oluşmaz; burjuvaziyi alaşağı edebilmeleri için devrim esnasında oluşmak zorundadır. Fabrikalarda işçi denetimini sağlayan taban örgütlenmeleri ve bunların tedbirleri burjuvazinin mülksüzleştirilmesi yolunda ilk ve zorunlu adımdır. Sadece burjuvazinin bu türden örgütlenmeler aracılığıyla sağlanacak olan mülksüzleştirilmesi işçi sınıfı iktidarının temelini oluşturacaktır.”

(Komünistler Ne İçin Nasıl Mücadele Etmeli?, MAYA Kitapları -1)

Paylaş