Örnek Değil İbret Alınacak Bir İşçi Önderi: LULA

0

Bu yazı Proleter Devrimci KöZ’ün 2002 Kasım ayında çıkan 3. sayısında yayımlanmıştır.

Garahuns’dan Sao Paulo’ya

Luiz Inácio Lula da Silva 1945 yılında Brezilya’nın kuzeydoğusunda bulunan Pernambucco eyaletinin küçük bir köyünde Garahuns’da doğdu. Bu bölge Brezilya’nın en yoksul ve en çok göç veren bölgelerinden biriydi. Bölgede yoksulluk katlanılmaz hale gelince Lula’nın babası da kendi köylüleri gibi çareyi göç etmekte buldu. Brezilya’nın en büyük sanayi merkezlerinden biri olan Sao Paulo’ya göç etti. Birkaç yıl sonra ailesini de yanına aldı. Lula artık şehirli olmuştu. Sao Paulo’da küçük bir apartman dairesinde annesi ve yedi kardeşiyle birlikte yaşıyordu.

Şehirli Lula ailesini geçindirmek için sokaklarda şeker ve meyve satıyordu. Bu işi yüzünden 10 yaşına kadar okula başlayamadı. İyi bir öğrenci olduğu için ilkokulu kısa bir sürede bitirdi ama 12 yaşında parasızlık nedeniyle okulu bırakıp çamaşırhanede çalışmaya başladı. 14 yaşında tezgahtar olmuştu. 15 yaşındaysa ilk fabrika işine başlamıştı. Tornavida fabrikasında çalışmaya başlayan Lula iş çıkışlarında devletin açtığı metalürji kurslarına gidiyordu.

1960’lı yıllarda Sao Paulo uluslararası sermayenin gözdelerinden biri olmaya başladı. Avrupa’da ve Amerika’da yükselen sınıf mücadelesinden bıkan kapitalistler üretimi emeğin daha ucuz olduğu alanlara kaydırıyordu. İşsizliğin ve yoksulluğun kol gezdiği Brezilya özellikle otomobil üreticilerini cezbeden bir merkez oldu. 1964 yılındaki askeri darbeden sonra işçi örgütleri iyiden iyiye devletin güdümü altına sokulunca Brezilya’nın cazibesi daha da arttı. 60’larda 70’lerde Brezilya’daki yabancı sermaye oranı katlanarak büyüyordu. Artan yabancı sermaye girişi aynı zamanda Brezilya ekonomisini de büyütüyordu. Her yıl çift haneli büyüme rakamlarına ulaşan Brezilya, Dünya Bankası ve IMF ekonomistlerince örnek ülke olarak gösteriliyordu. Bugün Asya Kaplanları’ndan söz eden burjuva ekonomistleri 60’lı ve 70’li yıllarda “Brezilya Mucizesi”ni anlata anlata bitiremiyorlardı.

Lula ise mucizenin ne olduğu yaşayarak görenlerdendi. Askeri darbeden iki yıl sonra henüz 21 yaşındayken otomobillere yedek parça üreten fabrikaların en büyüklerinden olan Villares’de metal işçisi olarak çalışmaya başladı. Bu fabrikada geçirdiği bir iş kazasında bir parmağını yitirdi.

Lula Sendikacı Oluyor

Birkaç yıl içinde Lula sendikal mücadeleye yakınlaşmaya başladı. Brezilya’nın o dönemki sendikal yapısı 40’lı yıllarda Vargas’ın askeri diktatörlük rejimi altında şekillendirilmişti. General Vargas sendikaları Çalışma Bakanlığı’nın denetimi altında kurumsallaştırdı. Bu düzenlemelere göre bir işyerinde sendikanın faaliyet göstermesi için önemli olan işçilerin sendikayı kabul etmeleri değil devletin sendikayı tanımasıydı. 1964 darbesinden sonra militan işçilerin bütün sendikalardan tasfiyesi bu bürokratik yapının iyice pekişmesine yol açtı.

Metal İşçileri Sendikası’ndaki ilk görevine 1972 yılında başlayan Lula 1975 yılında başkan seçildi. Aslında Lula’nın başkanlığa gelişi de sendikaların güdümlü ve bürokratik yapısını ortaya koyuyordu. Lula başkanlığa görevi bırakan eski başkanın ataması sonunda gelmişti. Lula’nın makamı sendika bürokrasisinden aldığı desteğe bağlıydı.

Ancak sendika bürokrasinin Lula’ya verdiği desteği geri çekmesi uzun sürmedi. Brezilya Komünist Partisi’nin aktif bir üyesi olan kardeşinin diktatörlük tarafından tutuklanması Lula’yı daha da radikalleştirdi. Ancak safların netleşmesine yol açan asıl gelişme 1976-79 yılları arasındaki devasa grev dalgasıydı. Brezilyalı otomobil işçilerinin uluslararası sermayenin dayattığı kölelik koşullarına isyanı 1976 yılında patlak verdi. İşçilerin militan mücadelesi çokuluslu şirketleri felç etti. Grev dalgasının büyümesinde önemli rol oynayan Lula artık işçileri uzlaşmaya çağıran sendika bürokrasisinden farklı bir taraftaydı. Şirket temsilcileri grev dalgasını sona erdirmek için Lula’yı ve diğer militan işçi önderlerini satın almaya çalıştı ancak başarısızlığa uğradılar. Bunun üzerine hükümet yüz bini aşkın üyesi bulunan Metal İşçileri Sendikası’nı yasadışı ilan etti ve Lula’yı tutukladı. Ancak Brezilya içindeki ve dışındaki tepkilerin büyümesi sonucunda hükümet Lula’yı serbest bırakmak zorunda kaldı.

 

Lula San Bernardo do Campo’da Metal İşçileri Sendikası mitinginde, 1979.

İşçilerin Oyu İşçilere!

Olaya sadece ücretler açısından bakıldığında 1976-79 dönemi işçiler açısından önemli kazanımlarla sonuçlanmıştı. Ancak bu kazanımlar aslında son derece sınırlıydı. Grevlerin ertesinde hükümetin çıkardığı iş yasaları başta ücret olmak üzere tüm kazanımları işçileri elinden almayı mümkün kılıyordu. Hükümetin bu girişimi işçi hareketine önderlik edenleri işyeri örgütlülüğünün ötesine geçen bir faaliyeti düşünmeye itti. Ayrıca hükümetin ve meclisteki partilerin grevler sırasındaki tutumları da sendikacılara işyeri sendikacılığının sınırlarını gösteriyordu. Hükümet patronlarla bir olup grevleri dağıtmak için elinden geleni ardına koymamıştı. Dahası meclisteki partilerin hiçbiri bu grevleri desteklememişti. Sendikacılar bir partiye ihtiyaç duyuyorlardı. İşçilerin kendi partisini kurma fikri militan sendikacılar giderek daha fazla kabul görüyordu.

1979 yılı sendikacılar açısından bir dönüm noktasıydı. Bir milyondan fazla işçinin temsil edildiği Metal İşçileri, Makineciler ve Elektirikçiler’in dokuzuncu kongresinde bir işçi partisinin kurulması kabul edildi. Karara sadece SSCB yanlısı Brezilya Komünist Partisi itiraz etti. Kongrenin hemen ertesinde Bir Mayıs günü Sao Paulo’nun sokaklarında parti girişimcileri caddelerde “İlkeler Bildirgesi”ni dağıtıyorlardı. Kurulacak yeni partinin temel sloganları şunlardı: “İşçilerin Oyu İşçilere! Patronsuz Bir Parti! Çalışmayı Bildiğimiz Gibi Yönetmeyi De Biliriz!”

Şubat 1980’de Partido dos Trabalhadores (PT), Türkçe adıyla İşçi Partisi, 300 girişimci tarafından kuruldu. İlk yıllarda PT üyelerinin yüzde altmışı aktif sendikacıydı. Genelde tabandan gelme militanlar ya da Lula gibi sendikal örgütlülük içinde önemli konumları olan unsurlardı. Ancak PT’nin kurucuları sadece sendikacılarla sınırlı değildi. Başta troçkistler olmak üzere, devrimci bir parti kurma sorumluluğunu işçilerin özellikle de sendikacıların sırtına yüklemek isteyen, irili ufaklı sosyalist gruplar da PT’nin önemli bileşenleri arasındaydı.

Seçimler ve PT

Başlangıçta seçim çalışmaları PT açısından önemli bir yer tutmuyordu. Ama PT’nin aldığı kitle desteği büyüdükçe seçim çalışmaları giderek partinin yürüttüğü siyasi çalışmanın merkezine yerleşmeye başladı. Bu durum 89 yılındaki başkanlık seçimleri yaklaştıkça iyice açığa çıkmaya başladı. 89 seçimleriyle birlikte Lula ilk kez başkanlığa adaylığını koydu. Lula’nın rakibi Brezilyalı dolar milyarderi Fernando Collor De Melo’ydu. Burjuvazinin desteğini tümüyle arkasına alan Collor 35 milyon oy toplarken Lula 31 milyon oyla seçimleri kaybetti. Lula kaybetse de bu seçimde PT’nin oyları katlanarak artmıştı. PT’nin seçimlerdeki bu başarısının en önemli nedenlerinden biri PT’nin 86-88 grev dalgasında takındığı tutumdu. Grevcilerin yanında olan, onlar için bütün olanaklarını seferber eden tek parti PT’ydi.

”LULA: İstediğimiz Brezilya İçin” Lula’nın 1989 seçim afişi.

89 seçim sonuçlarının verinin zafer sarhoşluğundan olsa gerek, seçimler PT için giderek daha önemli olmaya başladı. Üstelik Brezilya gibi eyalet, belediye ve başkanlık seçimleri farklı tarihlere dağılmış bir ülkede seçim kampanyaları yürütmek partinin başlıca işi haline geldi. Seçimi merkeze alan davranışın ipuçları PT’nin “devrimci” zamanlarındaki tutumunda gizliydi aslında. Örneğin Lula 1985 yılında burjuvazinin hiçbir koşul altında seçim sonuçlarını kabul etmeyeceğini düşünüyor; bu yüzden de seçimleri kaybetmelerine karşın makamlarını terk etmeyen görevlilere karşı silah kullanılması gerektiğini savunuyordu. 1989 yılında PT birçok yerelde “seçim zaferleri” kazanmaya başlayınca PT bu biçimsel devrimciliği bile bırakmıştı. Lula yine zafer sarhoşluğundan olsa gerek açık bir özeleştiri veriyordu. 1990 yılının Lula’sı başka türlü konuşuyordu: “Yakın zamana kadar, işçilerin seçim yoluyla iktidarı alacaklarına asla inanmazdım. Bugün inanıyorum. Biraz daha örgütlenirse işçi sınıfı Brezilya’da iktidarı alabilir ve devrimci programını uygulayabilir.”

Tarihin En Büyük Felaketi

Ancak 89 zaferinden sonra işler PT için iyiye gitmemeye başladı. Bir yıl sonraki seçimlerde PT büyük bir başarısızlıkla karşılaştı. Ufku seçimlerin dışına çıkmayan Lula bu yenilgiyi verdiği demeçlerde “tarihin en büyük felaketi” olarak yo-rum-ladı. PT mer-ke-zi bu “felaket” karşılığında sessiz kalmadı. Hemen yetkili kurulları topladı ve kapsamlı bir özeleştiri verdi. Ancak bu özeleştiri PT’yi işçi sınıfının mücadelesinden da-ha da uzaklaştıracaktı. PT seçimlerdeki başarısızlığının nedenlerini “halkın diğer katmanlarıyla” yeterince bütünleşememekte buldu. Bu özeleştiriden yola çıkarak PT giderek toplumsal ittifaklar oluşturma yolunu seçti. Bir daha böyle büyük bir “felaket” yaşamamak için PT liberal, sosyal demokrat siyasetlerle içli dışlı olmayı seçti. Bu PT’nin ittifak stratejisinin başlangıcıydı. İlerleyen yıllarda PT hızla sağa kaymaya başladı.

Halbuki PT’nin başarısızlığının nedenleri başkaydı. 1986-88 grev dalgası PT’nin gücünü arttırırken 1990 yılındaki grevler PT’nin zayıflamasına ve sahip olduğu seçmen desteğini yitirmesine yol açmıştı. PT grevler karşısında yalpalayan bir tutum takınıyordu. İşçilerin yanında eskisi gibi yer alamıyordu. Bunun birinci nedeni elbette kadro sıkıntısıydı. İşçilerin, yoksul köylülerin, yerlilerin, öğrencilerin ve kadınların hareketine önderlik edenler artık koltuk sahibi olmuşlardı. Kamu görevleri nedeniyle başlarını kaşımaya vakit bulamayan PT’lilerin işçi direnişlerine gerektiği ilgiyi göstermeleri beklenemezdi. 1989 yılında PT’nin 21 yerel mecliste 82 vekili vardı. Ulusal Kongre’de ise 35 vekile bir de senatöre sahiptiler. Bunun dışında birçok yerel yönetimin sorumluluğunu üstlenmişlerdi. Kendilerini yaptıkları hizmetle halka sevdirme kaygısı içinde olan PT’liler burjuva sisteminin aksamaması için canla başla çalışmaya başlamışlardı. Tarihin ironisi bu olsa gerek…

PT’nin zaafları bunlarla bitmiyordu. Tutarlı bir devrimcilikten uzak olan PT burjuva belediyecilik anlayışından kopamamıştı. Bir yandan belediyelerin yapabileceklerini abartıyorlar diğer yandan da halka hizmet sunarak popülerleşmeye çalışıyorlardı. Belediyelerin işçi sınıfından ne denli kopuk olduğu 90’ların başında Sao Paulo’da belli oldu. 88 yılından beri belediye başkanlığı PT’nin elindeydi. PT Sao Paulo belediye başkanlığını son derece önemsiyordu. Öyle ki parti bir yanda işçilerin denetimindeki belediyelerin diğer yanda ise burjuva devlet bulunduğu bir “ikili iktidar” durumundan söz ediyordu. İkili iktidar tezlerinin kofluğu belediyenin temizlik işçilerinin yaptığı grevle ortaya çıktı. PT manen grevcilerin yanındaydı ama hizmetlerin aksaması, caddelerin çöplerle dolması PT’nin prestijinin sarsılması demekti. Bu yüzden belediye başkanı, hizmetleri sürdürmek adına grev kırıcılığına soyundu. Temizlik işçilerinin isyanına rağmen PT halka hizmet vermeye devam etti.

Bunun yanı sıra parti üyeleri arasında ayrıcalıklı bir katman oluşmaya başlamıştı. İdari makamlara seçilen PT üyeleri giderek Brezilya işçilerinden ve topraksız köylülerinden uzaklaşmaya başlamıştı. Dahası bu makamlardaki partililerin emekçileri “satması” seyrek rastlanan bir durum değildi. Benzer bir durum PT’nin temel destekçisi CUT için de geçerliydi. Askeri rejimin “sivilleşmesi” ile birlikte anayasal güvenceye kavuşan CUT üyesi sendika liderlerinin tabanla olan bağları giderek zayıflıyordu.

Özeleştirinin Sonuçları

PT’nin verdiği özeleştirinin pratikteki sonuçları kısa zaman içinde gözlenmeye başlandı. Her şeyden önce Lula ve ekibi PT’nin yerel iktidarlarda oluşturdukları halk meclislerinin işlevli olmadığına ve “sivil toplumu temsil etmek” için başka kurumların gerekli olduğuna karar verdiler. Böylelikle PT doğrudan demokrasiyle, emekçilerin iktidarı kavramlarıyla olan gevşek ilişkilerine de son vermiş oldu.

Eş zamanlı olarak 1990 seçimlerinin sonuçlarından farklı bir muhasebe çıkaran sol muhalefetin önü de kesildi. Demokrasiye pek önem veren PT parti içinde açık eğilimler oluşturmayı ve yayın çıkarmayı yasakladı. Bu süreç aslında parti içindeki sol muhalefetin temsilcisi olan iki önemli örgütün tasfiye operasyonuydu.

Yıllardır süregiden proletarya diktatörlüğü tartışmasının 1991 yılındaki I. Konferans’ta sonuçlanması da tesadüf değildi. Emekçilerin kendi iktidarlarını korumak için silahlı birlikler oluşturması fikri “ayaklanmacı” bulunarak reddedildi. Eş zamanlı olarak proletarya diktatörlüğü de kesin bir biçimde reddedildi.

İçindeki radikal unsurların bir kısımını hazmetmiş kalanlarını kusmuş PT’nin içi rahattı artık. İttifaklar stratejisini gönül rahatlığıyla uygulayabilirlerdi. Gerici sendikalarla ve liberal partilerle koalisyon kurma girişimleri hız kazandı.

Burjuvaziye karşı mü-cadele artık örgütlü emekçiler aracılığıyla değil medyatik yollarla veriliyordu. Silahlı işçi birliklerini reddeden Lula medyanın ve ideolojik mücadelenin gücünü keşfetmişti artık. PT’nin eski düşmanı patronlardı yeni düşman ise “neoliberalizm”di. PT’nin eski dostları sanayi işçileri, topraksız köylüler ve Amazon halkıydı. Yeni dostları ise Seattle’da, Cenova’da ortalığı birbirine katan burjuva sosyalistleriydi. Toprak işgallerini örgütlemekten vazgeçen PT artık Porto Allegre’de “Küreselleşme Karşıtı Forumlar” toplayıp dünyanın dört bir yanından gelen sivil toplum örgütlerini ağırlıyordu.

Lula 2005 Dünya Sosyal Forumu’nda ”yoklulluğa karşı küresel çağrı” konulu konuşmasını yapıyor.

2002 Seçimleri

Ancak tüm bunlar Lula’nın seçimleri kazanması için yeterli değildi. İttifakların faydasına inan Lula “sivil toplumun” bütün kesimlerini kucaklamanın gerekli olduğunu fark ettiği için cüretli bir adım atarak ilk kez ülkenin büyük patronlarından biriyle ittifak yaptı. 2002 seçimlerini kazanmaya kararlı olan PT merkez sağdaki Liberal partiyle bir seçim ittifakına girişti ve bu partinin üyelerinden, tekstil kralı, toplam serveti 500 milyon doları aşan Jose Alencar’ı başkan yardımcılığına aday gösterdi. Alencar’ın varlığı PT’nin iktidara yürüyüşünden rahatsız olan uluslararası finans çevreleri için bir güven kaynağı oldu.

Lula’nın olgunlaştığının tek belirtisi bu değildi. PT’nin ülkenin en önemli devrimci dinamiklerinden biri olan Topraksız Kır İşçileri Hareketiyle (MST) olan ilişkileri de mesafeli bir hale geldi. Tarım arazilerinin ezici bir miktarının tarım oligarşisinin elinde bulunduğu Brezilya’da MST kır işçilerinin toprak işgallerini örgütlüyordu. Bu işgaller hiç de barışçıl bir biçimde gerçekleşmiyordu. 1980-2000 yılları arasında bu işgallerde rol oynamış olan yaklaşık 1500 tarım işçisi devlet tarafından katledildi. MST’nin temsil ettiği toplumsal dinamik elbette Brezilya devleti tarafından kabul edilemezdi. Lula iktidara yaklaştıkça MST’nin işgallerine sunduğu desteği azalttı hatta kayıtsız kalmaya başladı.

Ancak Lula’nın önünde duran asıl sınav Brezilya’nın dış borçlarıydı. Yaklaşık 264 milyar dolar dış borcu olan Brezilya iflasın kıyısında dolaşan bir ülke. Brezilya bugün borçlarının faizlerini bile güçlükle ödeyebiliyor. Bugüne kadarki seçimlerde hep dış borçları kayıtsız şartsız iptal edeceğini söyleyen Lula 2002 seçimlerin başında dış borçlar hakkında kekeme bir tutum takınmaya başladı. Kampanya ilerledikçe tedirginleşen finans çevrelerini rahatlatmak ve paralarını Brezilya’dan çekmelerini engellemek amacıyla teminat üzerine teminat vermeye başladı. Ağustos ayında IMF’nin 30 milyar dolarlık kredi karşılığında borç anlaşmasını yeniden düzenlemesine en olumlu tepkiyi verenlerden biri Lula’ydı. Oysa bu sıralarda toplanan Brezilya Ulusal Psikoposlar Konferansı’nda bile bu borçların ödenmesinin “caiz olmadığı”na karar verilmiş “üçüncü dünya ülkelerine” “Borçları Ödemeyin!” çağrısı yapılmıştı. Lula papazların bile gerisine düşmüştü.

Geriye bir tek silahlı kuvvetler kalmıştı. Bu pürüz de 13 Eylül günü Sao Paulo’da Lula’nın binlerce askeri yetkiliye hitap ettiği konuşmayla çözüldü. Lula generallere zorunlu askerliğin kaldırılmayacağına dair güvence vermekle yetinmedi silah sanayiine daha fazla yatırım vaadinde de bulundu. Konuşmasında 1960’lı yıllarda, yani askeri diktatörlük döneminde, silahlı kuvvetlerin yaptığı yatırımlarının Brezilya ekonomisinin büyümesine yaptığı katkıdan olumlu bir biçimde söz etti. Dahası Brezilya’nın nükleer silahlar yapmasını sınırlayacak uluslararası anlaşmaları imzalamayacağını da belirtti. Lula’ya göre Brezilya “ekonomik, teknolojik ve askeri açıdan” güçlü bir ülke olmalıydı. Lula konuşmasını komutanların şiddetli alkışları arasında bitirdi. İktidar yolu kesin bir biçimde açılmıştı artık.

Lula seçimleri 53 milyon oy alarak ve en yakın rakibine 20 milyon oy fark atarak kazandı. Sonunda büyük bir zafer kazanmıştı. Ama ne zafer! 53 milyon emekçinin oyuyla başkanlık koltuğuna oturan Lula IMF’ye ufak bir itirazda bulunmaya bile cesaret edemiyordu.

Lula seçim galibiyeti ardından Beyaz Saray ziyaretinde, 2002.

Örnek mi İbret mi?

Lula’nın öyküsünü birkaç değişik şekilde okumak mümkün. Bu öykü devrimci bir programa ve örgüte dayanmayan işçi ve emekçi partilerinin uzlaşmacılığa ve bürokratlığa sürüklenişinin öyküsü olarak okunabilir. Aynı öykü “kitlesel sosyalist parti” hayalleriyle devrimci bir parti kurmanın sorumluluğundan kaçıp PT’nin kanatları arasına sığınan sosyalistlerin tasfiye oluşunun hazin bir öyküsü olarak da algılanabilir. Lula’nın hayatına bakıp PT’nin ürettiği “Başka bir dünya mümkün!” sloganının ne anlama geldiği de açıklığa kavuşturulabilir. Benzer bir şekilde Kabe’leri Porto Allegre olan küreselleşme karşıtlarının, Seattle, Cenova, Floransa savunucularının anti-kapitalistliklerinin neye karşılık geldiği de daha net bir biçimde görülebilir. Ayaklanmayı, devlet aygıtını parçalamayı reddeden bir partinin burjuvazinin çöpçülüğünü üstlenmekten başka alternatiflerinin olmadığını da görmek mümkün.

Lula’nın öyküsünü farklı biçimleriyle tekrar tekrar okumak gerekiyor. Brezilya’nın sadece reformistler değil devrimci akımlar tarafından da bir umut ışığı olarak görüldüğü ve gösterildiği bu topraklarda tasfiyeciliğe karşı mücadele etmenin bundan başka yolu yok. Devrimci partiyi kurmak isteyenler Brezilya’yı örnek almak yerine PT’nin deneyiminden ibret almalı.

Paylaş