Nelson Mandela’nın Ardından

0

Bu yazı Ocak 2014 tarihli KöZ gazetesi 34. sayısında yayımlanmıştır.

Genel olarak ve hemen hemen bütün kültürlerde “ölenin arkasından konuşmak” hoş karşılanmaz. Ekseri ölenlerin yaşadıkları dönemdeki amellerinin hesabını gidecekleri varsayılan yerde vereceğine inanılır. Öte yandan bu tutum bir başka ahlaki nedenden ötürü de akil bir tutumdur. Ölenin kendini savunamayacak olması nedeniyle, kendisine sağlığında yapılmayan eleştiri ve/veya ithamları yapmak haksızlık sayılır.

Geçtiğimiz günlerde 100 yaşını göremeden ve yıllarca bedenini çürüten zindandan çıktıktan sonra “Güney Afrika’nın ilk siyah Cumhurbaşkanı” olarak anılan Nelson Mandela oturduğu koltukta son nefesine kadar kalamadı. Uzun hapishane yıllarının yıprattığı bedeninin takatsiz kalması nedeniyle kendi rızasıyla bu koltuğu güvendiği arkadaşlarından birine devrederek, istirahate çekildi ve istirahatte iken gözlerini kapattı.

Lenin burjuvazinin, kimi düşmanlarını öldükten sonra başlarında bir haleyle azizleştirerek kendine mal etmeye çalıştığına işaret etmişti. Mandela onlardan biri olmadı. O daha sağlığından itibaren dünya burjuvazisinin itibarını kazanmıştı. Daha ölmeden dünyanın dört bir yanında burjuvazinin muhtelif kesimlerinin sözcüleri, adeta Mandela’ya sahip çıkan emekçiler ve ezilenlerle yarışırcasına onu kendilerine mal etmek üzere harekete geçmişlerdi bile. Hatta onu hapse tıkan rejimin temellerinin atılmasında başrollerden birini oynayan İngiltere’nin başkenti Londra’da, Mandela’nın heykeli Gandi’ninkinin yakınında yerini almıştı. Onun için yazılan şarkılar sağlığında dünyanın dört köşesinde çalınıyordu. Che Guevara’nın resimleri ancak ölümünden sonra bir süs aksesuarı olarak pazarlanmaya başlamıştı. Mandela, kendi resimleriyle bezeli eşyaları ölmeden önce gördü.

Oysa Mandela’nın uzun yıllar boyu dünyanın belli başlı emperyalist devletleri tarafından desteklenen ırkçı Güney Afrika rejimine karşı mücadelenin bir sembolü olduğu apaçıktır. Hatta bu mücadele içinde Güney Afrika Komünist Partisi’nin de içinde yer aldığı Afrika Ulusal Kongresi’nin (ANC) sembollerinden biri olduğu da doğrudur. Sadece Irkçı rejime ve Apartheid’a (Afrika dilinde ayrılık anlamına gelir) karşı çıktığı için değil, bu rejime karşı Güney Afrikalı siyah emekçilerin seferberliğine önderlik edenlerden biri olduğu da bilinmektedir. Son olarak bu hareketin yükselmesi karşısında baskı tedbirlerini arttıran ırkçı rejime karşı silahlı mücadelenin meşru olduğunu savunanlardan ve buna önderlik edenlerden biri olduğu da vakıadır. Bunun için 28 yıl hapis yatmıştır. Mahkûm olduğu bu davada, savunmasını yaparken “bu dava için ölmeye hazırım” diye savunmasını bitirdiği ve buna uygun hareket ettiği de yanlış değildir.

Sevenlerinin Madiba (kabilesi tarafından verilen onursal bir isim) diye andığı Nelson Mandela, Güney Afrika’daki Thembu halkının kral soyundan bir çocuk olarak Rolihlahla adıyla dünyaya geldiği halde, hayatını bir aristokrat olarak sürmedi. Kabilesinin Kralı olmadı; Güney Afrika Cumhuriyetinin ilk siyah Cumhurbaşkanı oldu. O başkanlık koltuğuna oturuncaya kadar da emekçilerin kavgası içinde bir militan olarak yaşadı. Bu yüzden sadece kendi halkının ve ülkesinin ezilenlerinin değil, sadece siyanların değil, genel olarak dünyanın dört bir yanındaki emekçilerin ve ezilenlerin gönlüne taht kurdu; bu tartışmasızdır. Bu durumun neden ve nasıl olduğunu uzun uzun anlatmaya gerek yoktur. 28 yıl zindanlarda çürümesine varan hayatı ve mücadelesi bunu anlamak için yeterlidir. Bu hayat hikâyesine kısaca göz atıldığında, neden Madiba’nın emekçilerin ve ezilenlerin gönlünde taht kurduğunu anlamak zor değildir. Zaten bunun için kafa yormaya da hacet yoktur.

Asıl önemli olan emperyalistlerin neden onun heykellerini diktiği, neden arkasından el birliği ile yas tuttuğudur. Kuşkusuz bu itibarın nedeni Mandela’nın içinde yer aldığı mücadelenin sermayenin çıkarlarına hizmet eden bir hareket olması değildir. Aksine Mandela’nın hapse girmesine öngelen ve serbest bırakılmasına kadar da dinmeyen mücadele, sadece Güney Afrika’daki egemen ırkçı rejimi değil, tüm sermaye kesimlerini tehdit eden bir emekçi hareketiydi. Uluslararası finans kapitalin tüm kollarıyla desteklediği Irkçı Güney Afrika rejimine karşı mücadele, giderek bir sınıf mücadelesi niteliği kazanmakta ve bir proleter devrimin nesnel dinamikleri giderek olgunlaşmaktaydı.

Hiç kuşkusuz Mandela dünya burjuvazisinin ilgi ve muhabbetini bu nedenle kazanmadı. Nelson Mandela, tüm emperyalist devletlerin var gücüyle desteklediği ve en pervasız şiddet uygulamalarına başvuran ırkçı rejimin önleyemediği bu gelişmeyi, sahip olduğu güç ve itibar sayesinde durdurdu. Aynı zamanda bu yükselen mücadelenin, Apartheid rejimini alaşağı ederken, bu rejimin iç içe geçtiği sermaye egemenliğine dokunmamasını sağladı. Mandela, tam da bu nedenle uluslararası burjuvazinin takdirini kazandı.

Mandela’nın sağlığında yahut ölümünden sonra kimileri, cezaevine girmeden önceki Mandela ile oradan çıkan Mandela’nın farklı olduğunu öne sürerek iki Mandela olduğunu iddia etmeye teşnedir. Oysa oportünizm böyle bir hal değişikliği değildir ve üzerinde ameliyat yapılmasına uygun değildir. Tıpkı 21 Ekim 1916’da Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun başbakanı Stürgh’ü suikastla öldüren Fritz Adler’in önce devrimci iken hapisten çıkınca oportünist olmadığı gibi. Adler, bu savaş karşıtı eylemini gerçekleştirirken de İkinci Enternasyonal oportünizminin merkezci temsilcilerinden biriydi; cezaevinden çıktıktan sonra da aynı misyonunu sürdürmeye devam etmişti. Mandela da farklı değildi.

Mandela, yükselen sınıf mücadelesi nedeniyle Güney Afrika’da sermayenin kamulaştırılması tehlikesi belirdiğinde, sermaye düzenine dokunmadan Apartheid rejiminin tasfiyesini sağlamayı güvence altına almayı sağlayacak bir çizgiyi temsil ettiği için cezaevinden salındı. Ardından bu ırkçı rejimin günbatımında devletin başına geçirildi. Bu misyonu yerine getirebildiği için de dünya burjuvazisinin itibarını kazandı.

Elbette bu misyonunu yerine getirebilmesi sadece kişisel meziyetleri sayesinde değildi. Zira Mandela’nın cezaevinden salıverilmesi, SSCB ve kopyalarının bir bir çöktüğü ve beraberinde tüm dünyada “sosyalizmin iflas ettiğinin” ilan edildiği bir dönüm noktasına rastlar. Bu dönem aynı zamanda bu gerici rejimlerle sosyalizmi özdeşleştiren akımların ufkunun karardığı bir dönemdir. Pek çokları bu dönemeçten itibaren on dokuzuncu ve yirminci yüzyılın sosyalizm anlayışının sona erdiğini söyleyip, yeni dönemde yeni mücadele yolları bulmak gerektiği hakkındaki teorilerin peşine düşmekteydi. ANC içinde ırkçı rejime son vermekle yetinmeyip, beyazların elindeki sermayenin de kamulaştırılması gerektiğini savunan Güney Afrika Komünist Partisi de bunlar arasındaydı. Ama Mandela, Apartheid’e karşı silahlı mücadelenin meşru olduğunu savunduğu zaman bile bu fikirde değildi. 1964 yılında Rivonia davasındaki savunmasını yaparken de bunun altını çizmişti:

“ANC, hiçbir zaman, tarihinin hiçbir döneminde ülkenin ekonomik yapısında devrimci bir dönüşümün gerekliliğini savunmamıştır; hatta hatırladığım kadarıyla hiçbir zaman kapitalist toplumu mahkûm eden bir görüş de ileri sürmemiştir”

Doğrusu Mandela’nın samimi görüşü bu olsa da, bu vurgu tam olarak doğru değildi. Zira ANC’nin 1955 tarihli Özgürlük Şartı’nda bir kamulaştırma programından söz edilmekteydi. Zira o tarihte de sonrasında da Kongre içindeki komünist partiyle ittifakı bozmama kaygısı ve kitle hareketine damgasını vuran işçi delegelerini Kongreye bağlı tutmanın zorunlu bir koşulu bu talebe sahip çıkmaktı.

Ama gerek 1980’lerin sonuna doğru Mandela’yla müzakerelere başlayan De Klerk Hükümeti gerekse de emperyalist hükümetler tam da bu konudan emin olduktan sonra ülkedeki sınıf mücadelesini bastırmak üzere Madiba’nın oynayacağı rolü oynayabilecek başka bir siyasi özne bulunmadığını idrak ettiler. Mandela böylece salıverildi ve bunun için Güney Afrika’nın ilk siyah Cumhurbaşkanı oldu. Başkan Mandela’nın başlıca rolü de zaten tarih sahnesinden çıkmakta olan Apartheid rejiminin cenazesini kaldırırken, ülkenin hâkim sınıfı içinde siyah derili kapitalistlerin yer almasının koşullarını yaratmaya nezaret etti. Kendisi zaten asil ve varlıklı bir aileden geldiği için sosyal statüsünde bir değişiklik olmadı ama o dönemeçten itibaren ANC rejimi altında Güney Afrika’da, Afrika kıtasının en büyük milyarderleri de peydah olmaya başladı. Bunların en ibretlik örneği herhalde Cyril Ramaphosa’dır. Ramaphosa, NUM’un yani Maden İşçileri Sendikasının eski başkanıdır. ANC rejimi altında, merkezi Londra’da bulunan Lonmin Maden Şirketinin en büyük hissedarlarından biri haline gelmiştir. Üstelik bu örnek Mandela’nın başkan olmasından itibaren, emperyalist şirketlerle işbirliği içinde ve ANC hükümetinin yol vermesiyle peydah olan bir dizi milyarderden bir tanesidir sadece. Buna karşılık Güney Afrika’nın artık Apartheid’den muzdarip olmayan siyah nüfusunun ezici çoğunluğu hala ücretli köleler ordusunu oluşturmaktadır. 2010 yılında artık ırk ayrımcılığının olmadığı Güney Afrika Cumhuriyeti’nde işsizlerin yüzde 29,8’ siyah, yüzde 22,3’ü melez, yüzde 8,6’sı Asya kökenli iken beyazlar sadece yüzde 5,1 oranında yer tutuyordu.

Madiba “dalya” diyemeden gözlerini yummadan bir yıl kadar önce, 2012 yılının Ağustos ayında Mandela’nın eski dava arkadaşı sendika bürokratı Ramaphosa’nın hissedarı olduğu Lonmin Şirketinin Marikana’daki platin madeninde 30 bine yakın siyah işçi greve çıktı. Irkçı polisin yerini alan “ırkçı olmayan polis kuvvetleri” tereddüt etmeden grevcilerin üzerine yaylım ateş açtı. Bunlardan 34 tanesi hayatını kaybederken, 78 yaralı olarak hastaneye kaldırıldı. O zaman sağ ve salim olan Mandela’nın sesi çıkmadı bu katliam karşısında. Ama ANC başkanlığını kendisine devrettiği Jacob Zuma “Marikana’da huzur hüküm sürüyor” açıklamasını yaptı. Mandela, Cumhurbaşkanı olduğunda 1991 yılında da altın ve platin madeni işçileri büyük bir greve çıkmışlardı. O zaman bu grevciler kurşuna dizilmedi, zira Madiba’nın “grevi durdurun” çağrısıyla greve son verilmişti. Yine de şimdi cansız bedeni mumyalanıp bir turistik mabede intikal etmişken Madiba’nın arkasından konuşmak uygun olmaz. O nedenle sağlığında ve başkanlık makamında iken hakkında yazılmış bir yazıyı yayınlayarak uğurluyoruz Nelson Mandela’yı.

 (*) Bu yazı 1996 yılında MAYA dergisinde yayınlanmıştır.

ULUSUN MIZRAĞI VE MANDELA

Afrika Ulusal Kongresi (ANC) yöneticisi Mandela, ANC’nin askeri kanadı niteliğindeki Umkhonto we Sizwe’nin (Ulusun Mızrağı) bir binasında silah bulunması üzerine, beş yıllık tutukluluk süresine ömür boyu hapis cezası eklenerek 11 Şubat 1990’a kadar hapishanede kaldı. Bu sürede çeşitli insan hakları ödülleri alan Mandela; bu ödüllere layık olduğunu göstermek üzere hiçbir fırsatı kaçırmadı. Onlarca yıl içerde kalmasına neden olan ulusun mızrağını havada yakalayıp, onu hızla ulusa geri fırlattı.

1991’de tekrar ANC başkanı olan Mandela’nın hükümete yaptığı katkılardan birisi eşitlik anayasası. Bu anayasa, liberal Güney Afrika’nın liberal demokrasiyle idare edilen sosyal bir devlet olduğunu belirtiyor. Mandela, bir yandan da emperyalist sermayeyi bu zenginlik vaat eden ülkeye davet ediyor, bu amaçla Britanya’ya, Fransa’ya geziler düzenliyor. İşte tam bu sırada Güney Afrika’nın zengin altın ve platin madenlerindeki işçiler de greve çıktı. Hapisten çıkmasını ve cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturmasını borçlu olduğu kesimlerin başında gelen maden işçilerine borcunu, bir burjuva cumhurbaşkanına yakışır biçimde verdi Mandela: “grevi durdurun!” Kuşkusuz bu tutumu Mandela’nın Kraliçe huzurunda yaptığı şaklabanlıklardan daha çok ikna edici ve güven verici oldu.

ABD ve Britanya sermayelerinin ortak olduğu platin madeninde çalışan 28 binden fazla maden işçisi, şirketin kendilerinden kestiği, emeklilik, sağlık vergi ve işsizlik yardım fonu primlerini yatırmadığı için paralarını kendilerine geri ödenmesini isteyerek, greve gitmişlerdi. ANC’nin ve Yüksek Mahkeme’nin şirketin yanında yer almaları, şirketi cesaretlendirirken, grevci işçileri işten atmasına neden oldu. İşten atılan madenciler aynı zamanda barındıkları şirket binalarından da atıldılar. Kendilerini desteklemeyen Güney Afrika Maden İşçileri Sendikası’na (NUMSA) karşı, grevi sürdürme kararı alan işçiler, bir komite oluşturarak, bu süreçte esas muhatabın bu komite olduğunu bildirdi. Bu sırada şirket tarafından ikna edilen 1000 grev kırıcıyla, grevciler arasında da gerginlikler yaşandı.

Carletonville bölgesindeki Driefontein madeninde çalışan madenciler de greve gitmişti. Bu madendeki grev kırıcılarla greve giden işçiler arasındaki çatışmada 13 işçi öldü, 29’u da yaralandı.

40 bin işçiyi bir günlük iş bırakma eylemine çağıran Ulusal Maden Sendikası (NUM), altın ve platin madenlerindeki işçileri, %20’lik ücret artışı için harekete geçirmişti. Ancak maden yönetenleri bu eylemi kırmak için, yanına çektiği bazı kabileleri işçilerin üzerine sürdü. Polisler de bu bölgedeki gücünü arttırdı. İşçilerin greve gitme sebeplerinden birisi beyazlarla aralarındaki ücret farkı, bir diğeriyse doğum izninin hem kadınlara hem de erkeklere verilmesiydi.

Mandela, ülkenin demokratikleşmesi için elinden geleni yapıyor. Her yerde olduğu gibi demokrasi geliştikçe, bu gelişkinlik altında ezilenler işçiler oluyor. Mandela Kraliçe Elizabeth’in gönlünü yapıp, emperyalist şirketlerin içini rahatlatırken, onlara verdiği vaatleri yerine getireceğinin güvencesini, onu cumhurbaşkanı yapanları susturarak veriyor. Doğrusu bunu da Güney Afrika’daki işçilere ancak Mandela gibi bir cumhurbaşkanı yaptırabilirdi. Hem onların güvenini almış, hem de içerde kaldığı yıllar “aklını başına getirmiş” birisi. Başka kim bu insanları Afrika’nın altını üstüne getirmekten alıkoyabilirdi.

 

Paylaş