Seçimlerde Üç Yanlış Bir Doğru

0

[Bu yazı Komünist KöZ Gazetesinin Nisan 2019 tarihli 20. (115) sayısında yayımlanmıştır.]

KöZ’ün Sözü: Seçimlerde Üç Yanlış Bir Doğru

Genel seçimlerin hemen ardından, KöZ sayfalarında Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci turunun 2019 yerel seçimlerine ertelendiğini ifade etmiştik. Geçen zaman bu tespitimizi doğruladı, yerel seçimlerin hiç de bir yerel seçim karakteri taşımadığı ayan beyan ortada. Özellikle büyükşehir belediye başkanlığı seçimlerinde oylar adayın kimliği, yerel sorunlar gibi sorunlara bağlı olarak verilmeyecek, oy tercihleri asıl olarak “Erdoğan’ın yanında mısın karşısında mısın?” sorusunun yanıtına bağlı olarak şekillenecektir.

Buna karşın toplumda artan politikleşmeye, gerileyen Erdoğan’a karşı büyüyen öfkeye inat tarihin en ruhsuz, apolitik seçim kampanyalarına tanık oluyoruz. Gerçek durumun en fazla bilincinde olanlar Erdoğan’ın kendisi ve onunla birlikte Cumhur İttifakını oluşturanlar elbette. Nitekim, Erdoğan’ın siyasi akıbeti ile 12 Eylül Rejimi’nin akıbeti ayırt edilemez denli iç içe geçmiş olsa da, bu ittifak 31 Mart’ta ana bileşeninin ve bilhassa Erdoğan’ın bekasının oylanacağının farkındadır. Nitekim AKP cephesinde bir kez daha yeni parti hazırlıklarının başlaması da bu ihtimali teyit eden bir gelişmedir. Daha önce Ecevit başkanlığındaki koalisyonu bozup Ecevit’e “kendi kendimizi intihar ettik” dedirten Bahçeli’nin de AKP’nin dikkat çekici bir gerilemesi karşısında benzer bir manevra yapmaya hazırlıklı olduğundan da kuşku duymamak gerekir.

Öte yandan Amerikancı muhalefetin borazanlarının da, aksini söyleseler de, seçimlerin sonucunda referandumda ve genel seçimlerde yapamadıklarını yapmaya hazırlandıklarını görmek de zor değildir.

Bu tablo yaklaşan yerel seçimlerin Erdoğan için bir hayat memat meselesi olduğunun resmidir. Bununla birlikte herkes durumun ciddiyetinin farkında olduğu halde buna uygun bir davranış içinde bulunmayanların başında solun muhtelif kesimleri gelmektedir.

Solun 31 Mart seçimlerine ilişkin yanlış tutumları üç ayrı öbeğe ayrılabilir. En başta “AKP’yi geriletmek için CHP’yi destekleme” tutumu var. İkincisi bir tür sivil toplumcu belediyecilik çizgisi çerçevesinde kendi adaylarını çıkaranların tutumudur. Üçüncüsü iyice seyrelmiş de olsa hala varlığını sürdüren boykot eğilimidir.

Bunların hepsinden ayrı olarak KöZ’ün, bağımsız adaylar etrafında, gerileyip güç kaybeden Erdoğan’a karşı ve Amerikancı muhalefet CHP’ye yol vermeden bir kitle seferberliği yaratarak seçimlere girme,  seçimlerin ardından bu seferberliği boyutlandırma çizgisi ve bunu öyle ya da böyle destekleme eğiliminde olanların duruşu gelmektedir.

Sırasıyla bu üç yanlışa ışık tutup onların biricik alternatifi olarak KöZ’ün savunduğu devrimci tutumu açalım.

CHP Kuyrukçuluğu ve 31 Mart Seçimlerindeki Anlamı

CHP kuyrukçuluğu yapmak solun bazı kesimleri bakımından bir yenilik değildir. Bununla birlikte yaklaşan seçimlerde CHP kuyrukçuluğu hem yeni bir mahiyet kazanmıştır hem de önceden böyle bir adeti olmayanlar da CHP kuyrukçuluğu yapmaya girişmiştir.

KöZ ise neredeyse AKP’nin iktidar oluşundan beri her yıl önümüze gelen seçim imtihanlarında sistematik biçimde iktidarı hedef tahtasına koyan ve “AKP’yi geriletme” yahut daha ziyade “gerileyen AKP’yi iktidardan indirme” temasıyla öne çıkarılan bir tutumu savundu. Ne var ki hiçbir aşamada bunu “ne pahasına ve nasıl olursa olsun AKP’yi geriletme” biçiminde ifade etmedi. Bunun ardında yatan temel fikir ise “CHP’nin AKP’nin yedek lastiği olduğu” ve aslında “ABD emperyalizminin hali hazırdaki temel müdahale enstrümanı” olduğu fikri yatmaktaydı. Bu nedenle “AKP’ye Kanma!” derken mutlaka “CHP’ye Yol Verme!” fikri ilave edildi. Emekçilerin ve ezilenlerin lehine olacak tarzda AKP’nin geriletilmesinin ancak ve mutlaka ağırlık merkezinde HDP ve/veya öncellerinin olduğu eylemli bir kitle seferberliği ile mümkün olacağına işaret edildi.

ABD’nin Türkiye’ye dair hesabının ne olduğu, bu hesapların niye olmayacak duaya âmin demek anlamına geldiği KöZ sayfalarında ifade edildi. Erdoğan’ın “ABD ile aramızı düzelttik!” türünden tüm mesajlarına karşın, son S-400 krizinde görüldüğü üzere ABD’nin Erdoğan ile olan problemleri ortadan kalkmadı. ABD’nin temel açmazı Erdoğan’dan kurtulurken Türkiye’deki düzen karşıtı, parlamento dışı dinamiklerin güç kazanmasını istememesidir. Bu nedenle ABD, sokağa çıkmaya neredeyse hükümetten fazla karşı çıkan, merkezinde CHP’nin olduğu bir muhalefete bel bağlamaktadır. Bu da Erdoğan’ın gönderilmesini neredeyse imkansız hale getirmektedir. O halde bugün CHP’nin peşinden gidenler sadece niyetlerinden bağımsız bir şekilde Amerikan emperyalizminin projelerine dahil olmuyorlar. Aynı zamanda asla gerçekleşmeyecek bir değişimin gerçekleşebileceği, Erdoğan’ın parlamenter yollarla geriletilebileceği hayallerini yayıyorlar.

Halihazırdaki CHP kuyrukçuluğunu kısmen Rojava’daki gelişmelerle açıklamak mümkündür elbette. Rojava’da ABD’den destek alarak onun yedek gücü haline gelenlerin Türkiye siyasal tablosunda da ABD’nin politikalarına uyumlu bir rol üstlenmeleri kendi içinde anlaşılabilir. HDP’nin bu noktada kaçınılmaz olarak Amerika’nın muhalefete biçtiği role uygun hareket ettiği söylenebilir. Ama HDK/HDP projesinin kökenleri Rojava’daki gelişmelerden çok önceye dayanmaktadır. Benzer şekilde enternasyonalist mülahazalarla Rojava’ya sefer düzenleyen sol akımların Rojava’da ve Türkiye’de Amerikan planlarının dışına çıkamayıp zor bir duruma düştükleri doğrudur. Ancak şimdi Rojava isminin bile ortadan kalktığı koşullarda ABD emperyalizmi tarafından donatılmakla kalmayıp onunla şartlı bir ilişki içinde olan SDG ile iç içe geçmesinin ve dayanışma içinde olmasının izahı güçtür. İzahı daha da güç olan bu kesimlerin HDP/HDK’nın seçim tutumunun peşinde sürüklenmesidir.

Gelgelelim, HDP ve HDK’nın peşinde sürüklenenler şu ya da bu taktik mülahazanın kaçınılmaz sonucu olarak değil, esas olarak kendi parlamentarist siyasi yapıları ve örgütsel sorunlara tasfiyeci yaklaşımları nedeniyle bugünkü konumlarındadırlar. Zira ne kendilerinin ne de HDP ve öncellerinin sürüklenmesi yeni başlamıştır. Bu kesimler tıpkı HDP ve öncelleri gibi Türkiye’nin devrim olmaksızın demokratikleşebileceğini düşündükleri ve bu reformist mücadeleye uygun bir örgütsel yapıyı uzun zamandır benimsedikleri için bugün de CHP ittifakına mahcupça destek vermektedirler.

Oysa KöZ’ün önerdiği mücadele çizgisiyle bugün “AKP’yi geriletme” fikriyle hareket edenlerin tutumu birbirinden tamamen farklı idi.

Ama yine de bugün gönüllü olarak yahut kerhen veyahut “mecburen” CHP kuyruğuna takılanların bu seçimlerde içinde bulundukları durumun özgünlüklerine ve çelişkilerine işaret etmeksizin olmaz. Hepsinden önce, daha baskın Haziran seçimleri gündemde yokken, oldukça erken bir zamanda solun tüm kesimlerine “CHP, AKP ve HDP dışında ortak bir seçim çalışması yapma” çağrısı yükselten Haziran Hareketi ve bileşenlerine değinmek gerekir herhalde. KöZ bu çağrıya icabet ederken bilhassa nasıl bir seçim kampanyası yapılacağını ve HDP’yi içine alacak tarzda nasıl hareket edileceği sorusunu öne çıkarmıştı. Neticede bu girişim hedeflerinin muğlaklığı ve bir cazibe merkezi haline gelmesi mümkün olmadığı için sönüp gitti. Ne var ki bugün bu girişimin başını çeken figürlerin en önde geleni olan Alper Taş’ı CHP belediye başkan adayı olarak görüyoruz. Hiç kuşkusuz bu sadece Beyoğlu’nu ve Alper Taş’ı ilgilendiren bir durum değil. Bu sembolik adaylık besbelli kendini bütün seçim bölgelerine öyle ya da böyle gösterecektir. Dahası sadece Alper Taş’ın aday olması bile Haziran Hareketi’nin pek uzağında durmayan pek çok kimse ve kesimi de bu mecraya çekme potansiyeli taşımaktadır.

Seçim çalışmalarından göründüğü üzere Alper Taş da meseleyi Erdoğan ve AKP’yi devirme çizgisinde değil, “doğru ve halkçı belediyecilik nasıl yapılır?” çerçevesinde ele almakta, yani apolitik ve sivil toplumcu bir kampanya yürütmektedir. Zaten CHP’nin çizgisi de bu çerçevede şekillenmektedir. CHP de meselenin siyaset ve iktidarla ilgili bir seçim olmadığını ve hizmet fikri üzerinden propaganda yapılması gerektiğini vurgulayarak öne çıkarmaktadır. İlginçtir CHP ve etrafındakilerin vaveyla koparması karşısında Binali Yıldırım da bu seçimlerin siyasi faaliyet olmadığını söylememiş miydi!

Bu eğlenceli konu bir yana, oldum olası CHP kuyrukçuluğu yapmalarına alışkın olduğumuz muhtelif akım ve çevrelerin bu seçimlerde aldıkları tutumun daha önceki alışılmış tutumlarından farklı bir boyutu vardır. Bu sefer söz konusu olan sıradan bir CHP kuyrukçuluğu değildir. Söz konusu olan CHP-İP ittifakına kuyrukçuluk ve destek olma durumudur. Hatta Ankara’da AKP’ye karşı ülkücü kimliğini vurgulayarak ve CHP’li olmadığının altını çizerek (zira unutmamak gerekir ki CHP’nin yönetici kademelerinde de bir dizi eski MHP’li olduğu sır değildir) kampanya yürüten Mansur Yavaş’ı desteklemek söz konusudur. Mansur Yavaş HDP’yi terörle arasına mesafe koymaya çağırsa da HDP kendisiyle tüm mesafeleri kaldırarak Ankara’da kendi tabanını Yavaş’a iteklemeye çalışmaktadır. Yavaş’ın HDP’lilerin topluma kazandırılması gerektiğini açıklamasından bir gün sonra EMEP İstanbul ve Ankara’da Millet İttifakı’nı destekleyeceğini açıklamıştır. Pek çok başka ilçe ve beldede de buna benzer örnekler olduğu şüphesizdir.

Demek ki bu seçimlerde CHP’yi destekleyenlerin tutumu öteden beri yaptıklarından farklı bir mahiyet taşımaktadır. Rastgele bir CHP kuyrukçuluğundan ibaret değildir.

CHP kuyrukçuluğu bahsinde asıl kritik ve özgün tutum HDP’nin benimsediği seçim politikasında kendini gösterir. HDP “Kürdistan’da” kendi adaylarını çıkarıp kayyımların elinden bu belediyeleri geri alacağını iddia ederken daha şimdiden yeni kayyımların yolunu açmış bulunmaktadır. Bir çok kentte HDP seçmeninden oy almadan seçim kazanması mümkün olmayan Millet İttifakı’na kayyımlara karşı net bir tutum alma şartını koşmadan koşulsuz destek vaad ederken aslırnda kendi bineceği dalı şimdiden kesmektedir. CHP’nin HDP’ye hiçbir destek sunmadan HDP’den muhtaç olduğu desteği alabilmesinin yolunu kendi elleriyle döşemektedir.

Öte yandan bilhassa Gaziantep’te CHP’nin bir şansının olmadığı koşullarda HDP’den aday olmayı reddeden ve CHP’den de aday olamayan Celal Doğan üzerinden DSP’ye destek vermeye hazırlanmaktadır. Cumhur İttifakı üzerinden zaten sürekli saldırı ve tacize uğrayan HDP, bir de CHP-DSP rekabeti çerçevesinde CHP’nin sataşmalarına dolaylı olarak maruz kalmasına rağmen CHP’ye açık destek vereceğini ilan etmekten geri durmamaktadır. Her ne kadar HDP, CHP’nin İP’e bağışladığı yerlerde kendi adaylarını çıkaracağını ilan etmiş olsa da bunun neye hizmet edeceğini tam olarak seçim sonuçları belli olunca anlayacağız. Ama şimdiden belli ve kesin olan bu ince politikanın emekçilerin ve ezilenlerin çıkarlarına hizmet etmeyeceğidir.

Tam da bu nedenle KöZ, İzmir ve İstanbul’da emekçilerle Kürtlerin çıkar ve taleplerini dile getirmek üzere aday olan bağımsız adayları desteklemektedir.

Sivil Toplumcu “Halkçı Belediyecilik” Çizgisini Savunan Reformistler

CHP’nin kuyruğuna düşmeden seçim politikası sürdürme kaygısıyla hareket eden kimi akımlar da bir ölçüde geçen seçimlerde Ovacık’ta Maçoğlu’nun aldığı sonuçtan da heveslenerek Cumhur İttifakı’nın ve Millet İttifakı’nın karşısına kendi adayları ile çıkma tutumunu benimsemiş durumdadırlar.

Bir bakıma bu tutum KöZ’ün bağımsız devrimci adayları destekleme tutumunu andırır gibi görünse de kampanyalar içeriği ve esas teması bakımından taban tabana zıt bir çizgide şekillenmektedir.

Bu yolu benimseyenler seçim propagandalarını “halkçı belediyecilik”, “katılımcı demokrasi” çizgisine oturtmuş durumdadırlar. Kampanyalarında nasıl bir belediyecilik yapacaklarını öne çıkararak, geçmişteki Fatsa örneğine gönderme yaparak yahut Ovacık Belediyesi’ne özenerek hareket etmektedirler. Ama asıl önemlisi geçen dönem HDP’nin elindeki 100 belediyeye ve uygulamalarına gönderme yapmaktan kaçınmaktadırlar. Zira bu takdirde neden HDP adaylarına karşı aday çıkardıklarını izah etmek mümkün olmayacaktır.

Öte yandan “daha iyi belediyecilik” fikri üzerine oturan bir propagandanın herhangi bir ayırt edici yanı yoktur. Zira istisnasız tüm adaylar daha iyi belediyecilik ve daha katılımcı bir belediye fikrini kendi meşreplerine göre izah etmekle meşguldür. Bu bakımdan bir yandan “tek adam diktatörlüğünden” söz edip bir yandan da bu diktatörlük karşısında ve doğrudan doğruya bu rejimi hedef almadan gönüllerinden geçen bir belediyeciliği sürdürme iddiasında olanların bir inandırıcılığı yoktur. Hele Erdoğan şimdiden kayyım kılıcını sallamaya başlamışken!

Besbelli bu aymazlık dokunulmazlıkların kaldırılmasına “anayasaya aykırı olduğunu bile bile” destek verip kendi milletvekillerinden birinin hapse atılmasına şaşıp kalan CHP’ninkinden beterdir. Üstelik CHP hala kayyım tehditlerine karşı bir tek söz söylemezken!

Bu aymazlığın ardında AKP’nin hiçbir iddiası ve şansı olmayan Ovacık’taki özgün örnek yatmaktadır. Ama bu istisnanın hiçbir açıklayıcı anlamı yoktur; zaten görünen o ki bu deneyim de önümüzdeki seçimlerde harakiri yapma hazırlığındadır.

Tekrar bu sivil toplumcu belediyecilik fikrine dönersek, siyasal iktidara yönelik bir tutum almadan siyasal iktidarın müdahale alanında olduğu tartışmasız olan ve şimdiden tehditlere maruz kalan bir alanda gönlünce “halkçı belediyecilik” yapma iddiasında olanların neylerle nasıl karşılaşacakları önümüzdeki süreçte ibretle izlenecek bir konu olacak.

Sanki dikensiz gül bahçesine girer gibi benimsenen bu çizginin asıl önemli zaafı ise güncel ve acil siyasal ödev ve sorumluluklardan kaçmanın bir yolu olmasından ileri gelmektedir. Bugün belediyecilik propagandası yapanlar aslında Erdoğan’a karşı cepheden bir kitlesel mücadele çağrısı yapamadıkları için –zira bunu yaparsa CHP’yi sahiden karşılarına almaları gerekecektir- kendilerini halkçı belediyecilik çalışmasına vermektedirler. Böylelikle hem şekilsel olarak CHP’den ayrı durmuş hem de zülf-i yâre dokunmamış olmaktadırlar.

Oysa Erdoğan ve ortakları önümüzdeki seçimleri bir beka sorunu olarak gördüklerini devamlı vurgulamaktadır. Bunun kendi gelecekleriyle ilgili bir kaygı olduğu da sır değildir. Tam da bu noktada, bir yandan “tek adam diktatörlüğü,” “faşist diktatörlük” tespitlerini tekrarlayıp bu ahval ve şerait altında nasıl “halkçı belediyecilik” hatta “komünist belediyecilik” yapılacağı bilmecesinin çözümünü bu iddianın sahiplerine bırakalım. Asıl önemli konu olan bu seçimlerin gerileyen Erdoğan ve Cumhur İttifakının nasıl ve hangi güçler tarafından alaşağı edilmesi gerektiği üzerinde bir kez daha duralım.

Önceki seçimlere Erdoğan Afrin harekatıyla girmişti. Bu harekattan seçimlere ilişkin umduğunu elde edemediğini KöZ sayfalarında ayrıntılarıyla defalarca gösterdik. Bu seçimlere de Erdoğan yeni ve daha kapsamlı bir harekat yapma iddiasıyla girmeyi denedi ama bunun olup olamayacağı hala belirsiz. Hatta ABD ve Rusya’nın tutumlarının netleşmesiyle harekatın giderek imkansız hale geleceği de anlaşılmakta. Kaldı ki Beşar Esat çoktan beri TC’nin Suriye’de işgalci konumunda olduğunu resmen ilan etti ve  ve bırakalım yeni alanlar açmayı TC’nin Afrin’deki ve diğer yerlerdeki varlığını sürdürmesinin koşulları da giderek ortadan kalkmakta. Hiç kuşkusuz 31 Mart seçimlerinin sonuçlarının bu süreçte belirleyici bir rolü olacaktır.

Bu bakımdan önümüzdeki seçimlere belediyecilik projeleriyle katılma tutumu bu tabloyu da göz ardı etmiş olur. Cumhur İttifakı’nın beka sorunu olarak gördüğü seçimlere bu ittifakın bekasını önlemek üzere girmemek peşinen başarısızlığı hedeflemek olacaktır. Daha da kötüsü bu gerici ittifakın bekasını asıl tehdit eden unsur olan HDP’nin  seçimlerden daha güçsüz bir biçimde çıkmasına katkı sunacaktır. Zira dikkat edilirse bahis konusu “halkçı belediyeci” adayları öne çıkaranlar söz konusu alanlarda HDP adayları ve kayyım arasında bir mücadele olup olmadığına bakmaksızın hareket etmektedir.

Buna karşılık KöZ bilhassa HDP’nin adeta CHP-İP ittifakına bıraktığı alanlarda emekçilere ve Kürtlere vurgu yapan bağımsız adayları destekleyerek HDP’nin kusurunu öne çıkarmaya hizmet ederken diğer adaylar yüz tane belediye deneyimini arkasına almış ve kayyımla cebelleşen HDP’ye karşı daha iyi belediyecilik yapma iddiasıyla çıkıp alternatif belediyecilik projeleri sunmaktadır. Daha vahimi bu umarsız yarışta terlerken asıl siyasi hedefi de unutmaktadırlar.

Boykot Tutumunun 31 Mart Seçimlerinde Temsil Ettiği Apolitik Çizgi

Türkiye’deki mevcut durum sadece Erdoğan ve destekçilerinin beka sorunu görmelerine neden olmakla kalmamaktadır. Bu durum aynı zamanda Amerikancı muhalefetin açmaz ve tercihlerine de işaret etmektedir.

Erdoğan’ın tüm sıkışmışlığına karşın karşısındaki Amerikancı muhalefet, Maduro’nun karşısındaki Guaido’nun avantajlarına sahip değildir. Zira odağında CHP’nin durduğu blok, beş benzemezin uzlaşması imkansız koalisyonu olduğunu ve AKP seçmenini ürkütmediği takdirde başarı kazanacağını bilmektedir. Bunun yolu ise herhangi bir siyasi konuda Erdoğan ile zıtlaşmamak, Türkiye’nin siyasal ve sosyal kritik sorunları hakkında görüş bildirmemektir. Bununla birlikte HDP’nin bu ittifakta yer almıyor görünerek yer alması da şarttır. HDP’nin tabanında en ufak bir hareketlenmenin bile AKP, İyi Parti ve Saadet Partisi seçmenini ürküteceği kaygısıyla HDP’nin tabanının hiçbir sokak hareketinde yer almaması şarttır. CHP’nin bu hamleyi yürütebilmesi için çantada keklik gördüğü, tıpış tıpış oy vereceklerini düşündükleri Alevilerin ve Kürtlerin hassasiyetlerini yok sayarak tümüyle İyi Parti’nin ve Saadet Partisi’nin önceliklerini göz önünde tutarak hareket etmesi gereklidir.

Gelgelelim parti merkezindeki hesapların çarşıya uyması sürpriz olacaktır. Zira HDP’ye oy veren Kürtlerin fire vermeden mührü CHP’ye basması düşük bir olasılıktır. Sağa açılma taktiğinin de CHP’nin kendi tabanında doğurduğu öfkenin ve küskünlüğün sandıkta bir yansımasının olacağını beklemek gereklidir.

Yerel seçimlerde alacağı mağlubiyet Erdoğan’ı daha zor bir duruma sokacak olsa da 12 Eylül rejiminin son bekçisi Erdoğan’ın seçimlerle gideceğini beklemek hayalciliktir. Erdoğan’ın elinden belediyeleri alarak, AKP’yi parçalayarak onu iyice MHP’nin insafına –ya da ihanetine- terk etmek olmayacak duaya amin demek anlamına gelecektir. Rejim krizi içinde debelenen Türkiye’de Erdoğan’dan kurtulma sorunu bir devrim sorunudur.  Dolayısıyla şu ya da bu seçim sonucuna bağlı olarak Erdoğan’ı değiştirme beklentisi tümüyle yanlıştır. Tam da bu nedenle yönetenlerin eskisi gibi yönetemediği Türkiye’de Erdoğan’ı süpürmenin önkoşulu eskisi gibi yönetilmek istemeyen ezilenlerin kitlesel ve eylemli seferberliğini örmek olmalıdır. Seçimlere katılmak ise ancak bu amaca hizmet ettiği sürece bir anlam taşımaktadır. Devrim sorununu mutlak bir başarıya bağlayıp bunun ufukta görünmeyişine bakarak hareket edenler amaç ve niyetleri ne olursa olsun devrimci bir siyaset izleme yolunu peşinen terk ederler. Daha kötüsü somut durumda bütün meseleyi Erdoğan’ı geriletmek ve seçim yoluyla onu iktidardan indirmek diye tarif edenler bakımından daha da talihsiz bir durum hasıl olur. Böylelikle devrim hedefine ulaşmamak bir yana Erdoğan sultasından kurtulma olasılığı da imkansız hale gelir. Nitekim bunu şimdiden görmek zor değildir.

İçinden geçtiğimiz dönemde emekçiler arasındaki politizasyon ve öfke arttığı halde, kitle eylemlerin önü açılmamakta, aksine kapatılmaktadır. İlk bakışta paradoksal görünen bu durumun nedeni solun güçsüzlüğü değil gücüdür. Türkiye solu güçlü olduğu için kitlelerde parlamentarist yanılsamalar yaratabilmekte, kitleleri sandığa bağlamakta ama aynı zamanda reformizmin ve tasfiyeciliğin etkisi altında olduğu için hükümete karşı cepheden ve eylemli bir muhalefete girişememektedir. Bu CHP kuyrukçuluğu yapanların ve/veya “halkçı belediyecilik” vb. etiketlerle aday gösterenlerin hepsi için geçerlidir. Ama aynı nedenle boykot seçeneğini öne çıkaranlar da yanlış bir çizgidedir.
İçinden geçtiğimiz dönemde boykot elverişli bir seçim taktiği değildir. “O sandığa değil bu sandığa” demenin, kitlesel ve militan eylemleri seçim sandığının alternatifi olarak göstermenin mümkün olmadığı koşullar altında boykot yapanlar sadece kendilerini siyasi mücadeleden tecrit etmiş olacaklardır. Oysa seçimlerde geniş bir sol blok kurarak seçim sonrasında eylemli bir mücadeleyi yükseltmenin önünde sayısız fırsat vardır.

Hele hele seçimleri Binali Yıldırım’ın meclis başkanlığından uzunca bir süre ayrılmamış olması, ölülerin seçmen kütüklerinde yer alması türünden gerekçelerle boykot etmek bir dizi nedenden ötürü yanlıştır. Her şeyden önce ortada Çarlık Rusyası’nda dahi seçimlere katılan bolşeviklerin pratiği vardır. İkincisi yaklaşan seçimleri usulsüz ve adaletsiz olarak nitelemek önceki seçimlerin adil ve meşru olduğu yanılsamasını yaratacaktır. Nihayetinde, bundan sonraki seçimler daha adil ya da usulüne uygun gerçekleşmeyeceğine göre seçimin gerçekleşme biçimini boykot gerekçesi yapanlar, tutarlı davrandıkları takdirde -aslında bir anlamda boykotu ilke düzeyine çıkararak- Erdoğan gidene dek hiçbir seçime katılmayacaklarını ilan etmektedirler.

31 Mart yerel seçimlerinde devrimci tutum Erdoğan’ın “siz beni devirmek istiyorsunuz” iddiasına “evet” yanıtı vermeyi, Türkiye’de siyasi iktidara talip olmayı, bu iktidarı devrimci bir şekilde alabilmek için planlar yapmayı gerektirirdi. Oysa HDP tam aksi istikamette ilerleyen, devrim ve ayaklanma çağının geçtiğini savunan bir parti olduğu için bu süreç boyunca felç oldu ve tümüyle CHP’ye endeksli bir strateji izleyegeldi. Aday çıkarıp, çıkarmayacağına bile CHP’den bağımsız karar veremedi, parti yöneticileri birbiriyle çelişen bir dizi açıklamada bulundu. En sonunda çözümü siyasetten tümüyle kaçmakta, Leyla Güven’in düşmanlarıyla siyasi bir ittifak kurabilmek için Leyla Güven’in açlık grevine ve Öcalan’ın tercit sorununa kilitlenmekte buldu. Bunu yaparken de elbette her türlü kitle eyleminin önüne set olma vazifesini hiç aksatmadı.

Buna karşılık sözümona daha radikal bir çizgide durma iddiasındaki boykotçuların bu alanlara ilişkin hiçbir diyecekleri yoktur.

Bu nedenle 31 Martta boykot tutumu her zamankinden daha apolitik bir tutumdur.

KöZ’ün Savunduğu Devrimci Çizgi

İçinden geçtiğimiz dönemde emekçiler arasındaki politizasyon ve öfke arttığı halde, kitle eylemlerinin önü açılmamaktadır. Aynı zamanda bu politizasyonun Amerikancı muhalefetin tüm zaaflarına karşın emekçileri sandıktan uzaklaştıracağını, oy kullanma oranını düşüreceğini düşünmemek gerekir.

İlk bakışta paradoksal görünen bu durumun nedeni, daha önceden de tespit ettiğimiz gibi, solun güçsüzlüğü değil gücüdür. Türkiye solu güçlü olduğu için kitlelerde parlamentarist yanılsamalar yaratabilmekte kitleleri sandığa bağlamakta ama aynı zamanda reformizmin ve tasfiyeciliğin etkisi altında olduğu için hükümete karşı cepheden ve eylemli bir muhalefete girişememektedir.

Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden bu yana KöZ Erdoğan’a karşı kitlesel bir seferberliğin önünü açacak bir sol blok çağrısında bulunmuş, seçimlere bu blokun adaylarıyla katılma önerisinde bulunmuştu. İçinden geçtiğimiz süreçte solda herkesin karnından konuştuğu, tutumsuz kaldığı, HDP’yi ve CHP’yi eleştiren mızmız ve örtük boykotçu bir tutum sergilediği bir dönemde KöZ’ün genel bir sol blok ve ortak aday çağrısının ötesine geçmesi gerekirdi. KöZ Türkiye’nin batısında büyükşehirlerde emekçi ve ezilenlerden yana olan tüm güçlere bir ortak aday çıkarma çağrısında bulunmakla kalmadı. Bu çağrı karşılıksız kaldığında eleştirmekle sınırlı kalmayarak, Saray’a karşı nasıl bir siyasi çizgiyle mücadele edileceğini göstermek için Saray’a karşı emekçinin, Kürdün sesini yükseltme iddiasını taşıyan adayları desteklemiştir.

KöZ’ün önerdiği seçim ittifakı ideolojik, programatik bir ittifak değil, yerel yönetim yaklaşımında anlaşmak şartına bağlıydı. Kurulacak platformun anlamlı temel bir çerçevesi olması kafiydi. Bu çerçevenin köşe taşları şunlardır:

  • Saray’a karşı cepheden bir karşı duruş
  • Kayyımlara karşı net bir tutum
  • CHP’nin kitlesine hoş görünmek adına Kürtlerin demokratik hak ve özgürlük taleplerini ihmal etmeyen, şu ya da bu hassasiyet nedeniyle sansürlemeyen bir yaklaşım

Seçim sonrasına işçi ve emekçilerin eylemli bir seferberliğini amaçlayan çağrılar ve bu doğrultuda eylemli bir pratik.

Bu çerçevede KöZ tüm sol akımlara ortak aday çıkarma doğrultusunda bir toplantı çağrısında bulunmuş HDP’den TKP’ye tüm akımlara bu çağrıyı iletmiştir. Böylelikle seçim sürecini türlü manevralarla geçiştirmeye çalışanları tutum takınmaya zorlamıştır. Sözümona bağımsız bir tutum takınmayı önemseyenleri ise bu kaygılarının grupçu kaygılar olmadığını göstermeye davet etmiştir.

Herhangi bir ortaklığın mümkün olmadığı anlaşıldığında ise KöZ vakit kaybetmeden İzmir ve İstanbul’da bu perspektiflerle seçim çalışması yürütecek adayları desteklemek üzere harekete geçmiştir.

CHP’ye soldan muhalefet etme heveslisi akımların yarattığı aday enflasyonu KöZ’ün desteklediği adayların anlamını azaltmıyor. Zira KöZ’ün desteklediği adaylar sol adaylardan herhangi biri değildir. Yerel seçimlerde Erdoğan’a karşı cepheden tutum alan, Saray’a karşı emekçilerin ve Kürtlerin mücadelesini yükseltme çağrısında bulunan başka aday yoktur. KöZ Güldes Önkoyun ve Yalçın Yanık’ı bu yerel seçimlerde HDP aday çıkarmadığı için desteklemiyor. Metropollerde Saray’ı hedef göstermediği, CHP ile arasına mesafe koymadığı, Saray’a karşı bir net bir tutum takınmadığı koşullarda, HDP aday göstermiş olsa bile HDP’yi değil, söz konusu bağımsız adayları desteklemek gerekirdi. Oysa bugün kendini sol aday olarak sunan diğer adaylar, geçelim Saray’a kafa tutmayı, CHP’lileri ürkütmekten çekindikleri için Kürdün adını ağızlarına bile alamıyorlar. Tam da bu nedenle KöZ’ün yürüttüğü seçim çalışması sadece Saray’a karşı bir kitle seferberliğinin nasıl yaratılması gerektiğini ortaya koymuyor, aynı zamanda soldaki kuyrukçu, ekonomist, sivil toplumcu ve rekabetçi/grupçu eğilimlere karşı mücadele bayrağını yükseltiyor.

Tüm bunlar KöZ’ün arkasında duran komünistlerin seçimlere ilişkin çalışmalarını değerlendirirken hangi kıstasları kullanacaklarını da ortaya koyuyor. Kıstasımız elbette kaç oy aldığımız, bir kitle seferberliği yaratıp yaratmadığımız olmayacak. Kıstasımız KöZ’ü daha bilinir tanınır kılıp kılmadığımız da olmayacak. 31 Mart süreci içinde ve sonrasında KöZ’ün müdahalesinden bağımsız olarak solun içinde kuyrukçu, ekonomist, tasfiyeci ve rekabetçi tutumların daha fazla tartışılacağı açık. Bu tartışmalara devrimci tutumun ne olduğunu pratikte de göstermiş bir akım olarak etkin bir şekilde dahil olup olmadığımıza bakacağız. Erdoğan’ı kimin devrimle kimin CHP’nin arkasına saklanarak göndermek istediğini ne denli açık sergileyebildiğimizi soracağız kendimize. 31 Mart seçim sürecini ve sonrasını devrimci partiyi yaratma mücadelesinde değerlendirip değerlendirmediğimiz sadece üç yanlışın karşısında sergilediğimiz doğru tutumla değil bu sorulara vereceğimiz yanıtlarla belli olacak.

Paylaş