KöZ’ün Sözü: 1 Kasım’ın Yarattığı İmkanlar ve Parlamentarist Gözbağı

0

Bu yazı KöZ’ün Ocak 2016 tarihli ‘Bin Umut Adaylarından HDP’ye İmkanlar ve Engeller’ broşüründe ‘12 Eylül Rejiminin Krizi, Çözüm Süreci ve Seçimler’ bölümü altında ‘KöZ’ün Sözü: 1 Kasım’ın Yarattığı İmkanlar ve Parlamentarist Gözbağı’ başlığıyla yayınlanmıştı. Yazının orijinali, 1 Kasım seçimlerinden hemen sonra yayınlanan Kasım 2015 tarihli KöZ gazetesinin ‘KöZ’ün Sözü’ bölümündendir. Adı geçen broşür, HDP’nin siyasi arenada takındığı tutumları anlamak amacıyla partinin geçmişine inerek söz konusu tutumun KöZ sayfalarına 2007-2015 yılları arasında nasıl yansıdığını sergilemektedir.Tüm partilerin 2019 seçimlerine hazırlanma dönemine girdiği bu dönemlerde HDP’nin izlediği siyaseti anlamak ve açıklamak adına broşürümüzden yazıları yeniden yayınlamayı uygun gördük.

1 KASIMDAN SONRA KİMLERİN MORALİ NİYE BOZULDU?

7 Haziran seçimleri sonrasında oluşan ayakları yere basmayan iyimser hava bugün de yerini temelsiz bir karamsarlığa bırakmış görünüyor. AKP’nin oyunu yüzde 49’a çıkarması ve mecliste hükümet kurmayı mümkün kılacak koltuk sayısına ulaşması, HDP’nin yüzde 10,7’ye gerileyerek 59 milletvekili çıkarabilmiş olması AKP açısından bir zafer, HDP ve onu destekleyen güçler açısından bir yenilgi olarak kabul edildi. Böylelikle daha 2 Kasım beklenmeden HDP’nin yenilgisinin sebeplerini irdeleyen, özellikle de PKK’ye ve YDG-H’ye kabahat bulan yazılar dolaşıma sokuldu. AKP’nin arkasındaki “sosyolojiyi” anlamaya yönelik bayatlamış tahliller de yeniden ısıtılmaya başlandı. Kuşkusuz “tekerlek kırıldıktan sonra yol gösteren çok olur” misali türeyen bu akıl hocalarının karşısında  “umutsuzluğa yer yok, mücadele etmeye devam edeceğiz” içeriğinde görüşler de dile getirildi. Ama bu kararlılık beyanları da sahici imkan ve fırsatlara değinmediği, solun önünde duran görevlere dikkat çekmediği için iman tazelemenin ötesine geçmedi. Hatta bu soyut nitelikleri nedeniyle adet yerini bulsun diye söylenmiş genel geçer sözler olarak algılandılar ve karamsarlığı yaygınlaştıran ayrı bir etmene dönüştüler.

7 Haziran seçimlerinin sonuçlarına kıyasla 1 Kasım seçimlerinin güçler dengesinde bir geri düşüşe işaret ettiği elbette açıktır. Ancak bunu AKP açısından bir zafer, HDP ve onu destekleyen güçler açısından bir yenilgi olarak tarif etmek doğru değildir. Zira aynı 1 Kasım seçim sonuçları, HDP açısından 2011 ve 2015 Cumhurbaşkanlığı seçimlerine kıyasla hatta 7 Haziran seçimleri önceki duruma kıyasla bir başarıya işaret etmektedir.  Ancak solda yaygın kabul gören bir başka bakış açısına ve projeye göre geride bıraktığımız seçimler kuşkusuz bozulan planlara, hatta bir başka bozguna işaret etmektedir. 1 Kasım seçimlerinin yarattığı karamsar hava da esas olarak bu bozgunla ilişkindir. O halde fırsatların önemini ve karamsarlığın temelsizliğini görmek için öncelikle 1 Kasım’da hangi bakış açısının bozguna uğradığından söz etmekte fayda var.

1 Kasım’da bozguna uğrayan parlamenter legalist hayallerdir. 7 Haziran seçimleri, bu seçimlerin sonunda HDP’nin yaşadığı oy patlaması ve AKP’nin oylarındaki beklenin üstündeki düşüş soldaki parlamentarist hülyaların yaygınlaşmasına yol açmıştı. Bu bakış açısına göre seçimleri kaybedeceğini anladıkça şiddete başvuran Erdoğan HDP’nin barış ve uzlaşma çağrıları karşısında kilitlenmiş iyiden iyiye şiddete başvurmuş ve bindiği dalı kesmişti. Bundan sonraki dönemde HDP barış ve uzlaşma yolundan ilerlediği takdirde, AKP iyice oy kaybedecek, HDP güçlenecek, zayıflayan AKP CHP ile bir koalisyona mecbur kalacaktı. AKP ve CHP’nin kuracağı bu koalisyonun ardından Erdoğan iyice tecrit olacak ve etkisizleştirilecekti. AKP’nin parçalanmasını da içeren bu senaryo, parlamenter yollardan Erdoğan’dan kurtulmayı ve sonrasında sözüm ona “toplumsal mutabakata” –yani esasında CHP, HDP ve AKP içindeki Gül yanlılarının koalisyonuna- dayanan bir Anayasa yapmayı hedefliyordu. Gelgelelim 1 Kasım sonuçları tüm bu planları suya düşürdü. Bugün soldaki yaygın karamsarlığın nedeni işte bu bozgundur.

ASIL SÜRPRİZ 1 KASIM’DA DEĞİL 7 HAZİRAN’DA YAŞANMIŞTI

Esasen sürpriz olan 1 Kasım’daki sonuçlar değil, 7 Haziran’dakilerdir. 7 Haziran seçimlerine gidilerken HDP’nin kıl payı barajı aşması beklentisi hakimdi. Burjuva siyaset arenasındaki dengeler HDP’yi yüzde 13 bandının üzerine taşıyınca bu unutuldu ve 1 Kasım günü kıl payı ile barajın üstüne çıkması adeta bir geri düşüş gibi algılandı. Aslına bakılırsa aynı yanlış algı, yani doğal ve beklenir olanın HDP’nin yüzde 13 civarında bir oy alacağı düşüncesi, 1 Kasım seçimlerine gerektiği gibi güçlü bir biçimde asılmaya ve etkili bir seçim kampanyası yürütmeye de (devletin saldırı ve manipülasyonlarının yanı sıra) engel oldu. Bu nedenle baraja takılma riski 7 Haziran öncesinde beklendiği gibi güçlendi.

Dahası 7 Haziran’daki sonuçları HDP’nin yasal sınırlara ve parlamenter siyaset kanallarının çizgisinde kalmakta ısrar eden tutum sayesinde elde edildiğini düşünen ve yayanlar 1 Kasım seçim döneminde de aynı pasifist ve mutedil tutumu benimsemek gerektiğini salık verdiler. Bu tutum az daha HDP ve destekçilerinin tam bir bozgunla çıkmasına yol açacaktı.

Bununla birlikte parlamentarist olmayan bir siyaset tarzı için geçelim bir bozgunu bir yenilgiden söz etmek için bir neden yoktur. Zira aslına bakılırsa parlamentarist olmayan, koalisyonda alacağı bakanlık sayısını genişletmeyi ummayan bir hareket açısından 60 yahut 80 vekil arasında esaslı bir fark yoktur. HDP’nin meclisteki bugünkü varlığı sokakla meclisi buluşturmak,  kitlesel bir emekçi seferberliği örmek için meclisi bir kaldıraç olarak kullanmak için yeterlidir. Zira geride bıraktığımız süreçte ne rejimin krizi yumuşamış ne de güçler dengesi Erdoğan lehine değişmiştir. Bilakis HDP 7 Haziran öncesine kıyasla çok daha avantajlı bir durumdadır.

LEGALİST PARLAMENTARİZM KADAR GERİLLACILIK DA 1 KASIMI DEĞERLENDİRMEYİ ENGELLİYOR

Ne var ki bu durumun sağladığı avantajları görmeye engel olan yalnız legalist parlamenter hayaller değildir.  Aynı zamanda gerillacı askeri savaş stratejisine dayanan bakış açıları da 1 Kasım seçimlerinin gösterdiği siyasi tabloyu görmeye engeldir. Zaten legalist parlamentarizme savrulmanın ardında bu tür stratejilere bel bağlayanların bu yolun tıkalı olduğunu idrak etmeleri yatmaktadır. Oportünizmin iki seçeneği arasındaki gelgitler aşina olduğumuz bir olgudur. Bu itibarla legalist parlamenter hayallerin bozguna uğramasının ardından da tekrar gerilla savaşını yükseltme gereğine kanaat getirenler çıkacaktır. Esas hatanın bu yolu terk etmiş olmaktan ileri geldiğini öne sürenler çıkacaktır. Bu kısır döngünün asıl nedeni proleter devrimci bir stratejiyi benimsememiş olmakta yatar. Bolşeviklerin gösterdiği bu yol tutulmadıkça da HDP’nin asıl kusurunu görmek ve 7 Haziran’dan 1 Kasım’a giden süreçte AKP’yi geriletmek için asıl izlenmesi gereken tutumu bulmak imkansız hale gelir. Aynı nedenle de devletin bütün baskı aygıtları ve ideolojik aygıtlarıyla kösteklenen bir seçimin sonucunda yeniden tek başına hükümet kurma imkanı bulan AKP’nin bir seçim zaferi kazandığı yanılsaması yayılır ve bundan kaynaklanan karamsarlık pekişir.

AKP’ye karşı seçim sathı mailinde mücadele etmek ile AKP’ye karşı gerillacı yöntemleri benimsemek arasında gidip gelenlerin görmediği şey AKP’yi geriletmek ve demokrasi mücadelesinin önünü açmak için asıl izlenmesi gereken yolun emekçilerin ve ezilenlerin birleşik kitlesel seferberliğinin sağlanması olduğudur. Gerek parlamenter imkanlar gerekse de silahlı mücadele araçları ancak böyle bir seferberliğe tabi taktik unsurlar oldukları takdirde etkili birer yöntem haline gelebilir. Bolşevik devrimin derslerinin başında da bu ders gelir.  Bu dersler akılda tutulmadığı ve gereği yapılmadığı takdirde mevcut durumun sunduğu avantajlardan demokratik haklar mücadelesi doğrultusunda yararlanmak mümkün değildir.

İlgili resim

KöZ 2009 yerel seçimlerinden beri AKP’nin bir gerileyiş içinde olduğunu ifade ediyor. Gezi Ayaklanması’nın ardından ise KöZ bu sefer de bir rejim krizi içinde olduğumuzun altını çizmeye başladı. 1 Kasım seçimlerinin sonuçları her iki tespiti de yanlışlamadı. 1 Kasım ne AKP’nin gerileyişini tersine çevirdi ne de rejim krizini yumuşattı.

AKP GERİLİYOR

AKP’nin gerileyişinden başlayalım. Doğrusu solda hayli yaygın olan parlamentarist zihin yapısına göre bu anlaşılır bir durum değildir. Zira parlamentoyu burjuva devlet aygıtının bir parçası olarak değil de milletin iradesinin tecelli ettiği bir yer olarak görenler siyasi partilerin gücünün de aldıkları oydan kaynaklandığını sanmaktadırlar. Buna göre siyasi partilerin aldıkları oylar artıyorsa halkın bu partilere teveccühü artmakta yani bu partiler güçlenmekte, tersinden bu partilerin kaybettikleri oylar ise bu partilerin zayıflamasına işaret etmektedir. Doğrusu böyle bir bakış açısı bir kez benimsendiğinde Türkiye siyasetine ilişkin uzun ve orta vadeli bir analiz yapmak büsbütün imkansız hale gelir. Zira bu bakış açısına göre AKP önce 2009’da yüzde kırkın altına inerek zayıflamış, bir sene sonraki referandumda ise yüzde altmışlara yaklaşarak tekrardan güç kazanmış, 2011 seçimlerinde bir oy rekoru kırarak iyice güçlenmiş ama 2014 seçimlerinde üç dört puan oy kaybederek tekrar zayıflamış, buna karşılık beş ay sonraki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde oylarını arttırarak tekrardan güçlenmiştir. Bu baş döndürücü zikzakların ardından gelen 7 Haziran seçimlerinde AKP aniden zayıflamış, fakat beş ay sonra da bu sefer yeni bir oy rekoru kırarak gücünün zirvesine oturmuştur. Bu türden bir saçmalık bir kez siyasi analiz diye yuturulduğunda, bundan sonra da zamandan, mekandan, güç dengelerinden bağımsız her şeye kadir,  her şeyi görebilen rasyonel bir seçmenin verdiği mesajlardan söz etmek işten bile değildir. “Seçmen”i ve “Milli İradeyi” bir fetiş haline getiren burjuva ideolojisinin “seçmen bu sefer hangi mesajı verdi” diye analizler yapması şaşırtıcı değildir. Asıl endişe verici olan emekçi ve ezilenlerin mücadelesini yürüttüğünü söyleyenlerin bu bakış açısına sahip olmasıdır. Bunun en son örneği de 1 Kasım gecesi HDP eşbaşkanlarının “seçim sonuçlarına saygımız var” minvalindeki açıklamasıdır. Bu bakış açısıyla AKP’nin gerilediğini görmek elbette mümkün değildir.

Halbuki parlamento burjuva devletinin organlarından biridir ve burjuva partileri nasıl bürokrasi içinde kadrolaşmaya çalışıyorlarsa aynı şekilde seçimlere oylarını arttırmak için değil parlamentodaki ağırlıklarını arttırmak için girerler. Aynı durum yerel seçimler için de geçerlidir. O halde 2009’dan bu yana seçim sonuçlarını değerlendirirken ilk bakılması gereken nokta AKP’nin parlamento ve belediyelerdeki, yani devlet aygıtının bu kesimleri içindeki ağırlığıdır. Seçimlerde alınan oylardaki tüm dalgalara karşın her iki konuda da istikrarlı bir geri çekilme yaşandığı açıktır. AKP 2014 yerel seçimlerinde, özellikle Kürdistan’da, 2009’un gerisine düşmüştür. Vekil sayısı ise 2011 seçimlerinde de 2015 seçimlerinde de azalmıştır. 7 Haziran seçimlerindeki sürpriz gerileme ise emekçi ve ezilen hareketine istisnai fırsatlar sunmuş ancak bunlar değerlendirilemediği için kaçırılmıştır. Gelgelelim 7 Haziran’daki istisnai fırsatların değerlendirilmemiş olması AKP’nin seçimlerde de kendini dışa vuran genel gerileyişini kesinlikle gölgelememelidir.

Bununla birlikte KöZ AKP’nin gerileyişini seçim sonuçlarından yola çıkarak ve onu esas alarak tespit etmiyordu. Esas olarak yürütmenin başı, daha doğrusu 2002 sonrasında Amerika’nın çerçevesini çizdiği orduyu gerileterek Türkiye siyasetini yeniden dizayn etme operasyonun koç başı olan AKP’nin devlet içindeki hakimiyetinin zayıflayacağını, artık gündemindeki plan ve projeleri tereyağından kıl çeker gibi halledemeyeceğini ifade ediyordu. O günden bugüne Hakan Fidan’a yönelik operasyon girişimi, Ergenekon davalarının yürütülüş biçimi, 17-25 Aralık sonrasında saçılan tapeler hep bu yöndeki gelişmeleri tescil etti. Erdoğan’ın bürokrasiyi hallaç pamuğu gibi dağıtan tüm paralel çete operasyonlarına karşın 1 Kasım seçimleri bu durumu da değiştirmiş değildir. Yüksek Seçim Kurulu’nun taşıma oylara ilişkin kararından, Silahlı Kuvvetlerin Kürdistan’da operasyon yapmadaki direncine kadar gelişmeler AKP’nin yürütme gücünün artmadığının azaldığının göstergeleridir. 1 Kasım’dan sonra da bu yöndeki gelişmeler azalmayacaktır.

Daha da önemlisi 2009’da bugüne hatta 2014’ten bugüne artık tek bir AKP’den söz etmek zorlaşmış, kendi içinde hizipleşen bir parti karşımıza çıkmıştır. Bülent Arınç ve Abdullah Gül’ün son altı aylık performansı bu yöndeki girişimlerin arttığını göstermiştir.  Seçim sonuçları Erdoğan’a kayıtsız şartsız itaati savunan kesimlerin elini güçlendirse de, gelişmenin genel seyri AKP’nin içindeki merkezkaç eğilimlerin artması yönündedir. Dahası AKP’nin kendi ummadığı bir başarıyı yakalaması bu gerilimlere AKP içindeki Davutoğlu-Erdoğan gerilimini de ekleyecektir.

12 EYLÜL REJİMİNİN KRİZİ YUMUŞAMADI

Ancak sadece AKP’nin gerileyişinden söz etmek yeterli değildir. İçinden geçtiğimiz rejim krizini hesaba katmadan siyasi tabloyu tam olarak anlamak mümkün olmaz. Olağan koşullar altında, yani bir rejim krizinin söz konusu olmadığı durumlarda burjuva partilerin elbette rejimin içinde, rejimin olağan kanallarıyla güç kazanıp güç kaybetmesi beklenir. Özal’ın ve ANAP’ın 80’li yıllardan 90’ların ortasına uzanan yükseliş ve çöküşü bu durumun tipik bir örneğidir. Benzer şekilde 90’lı yıllar boyunca süren bir kurulup bir dağılan koalisyonlar da yüzeysel anlamda bir siyasi krize denk düşse de, ortada bir rejim krizi söz konusu olmadığından, asıl olarak burjuva partilerinden birinin batıp diğerin çıktığı bir süreçten başka bir şey değildir. Zira tüm bu süreç boyunca 12 Eylül rejiminin temel direği olan Silahlı Kuvvetler bütün organlarıyla rejime hakim olduğu için özellikle de rejimin sinir sistemini oluşturan Cumhurbaşkanlığı ordunun denetiminde olduğu için bu gelişmelerin hiçbiri devletin işleyişine kalıcı bir zarar vermemekteydi. Bu çerçevede 28 Şubat’ta Erbakan-Çiller koalisyonun devrilmesini de rejimin olağan işleyişinin bir parçası olarak görmek gerekir.

Bununla birlikte tam da 28 Şubat’ın ardından, özellikle Öcalan’ın rehin alınmasının ardından Amerikan’ın orduyu gerileterek Türkiye’deki siyasal sistemi Avrupa Birliği üyeliğine müsait hale getirme yönündeki girişimleri Silahlı Kuvvetlerin bu rejim içindeki pozisyonunu zayıflattığı için 12 Eylül rejimi adım adım bir krize doğru ilerlemiştir. 12 Eylül’ün deli gömleğini kabul etmeyen Kürtlerin büyüyen ve kontrol altına alınamayan mücadelesi rejimi iyice yıpratmış, tüm dikişlerini attırmıştır. Böylelikle bir yandan hem yenilik, değişiklik, özellikle de Anayasa değişikliği vaatleri siyasal yaşama hakim olmaya başlamış, diğer yandan ordunun denklem dışına itilmesiyle rejimin diğer tüm aktörleri arasındaki rekabet engellenemez bir biçimde keskinleşmeye başlamıştır. Ancak 12 Eylül’ün ürünü olan tüm bu aktörler tabiatları gereği rejimi değiştiremedikleri gibi krize giren rejim içinde hiçbir aktör birbirini tümüyle siyaset sahnesinin dışına atamamaktadır. Aynı durum bugüne kadar esas olarak parlamenter kanalları kullanarak AKP’yi siyaset sahnesinde kendi istediği çerçeveye yerleştirmek isteyen ABD için de geçerlidir.

İşte tam da bu yüzden AKP’nin gerileyişinden söz etmek başka bir şeydir, bu gerileyişin Erdoğan karşıtı güçlerin Erdoğan’dan ve AKP’den 12 Eylül rejiminin olağan işleyişiyle kurtulmasını mümkün kılacağını söylemek başka bir şey. AKP’den ve Erdoğan’dan parlamenter kanallarla kurtulmanın hesabını yapanlar AKP’nin gerileyişine içinde bulunulan rejim krizini göz önünde tutmayan bir bakış açısıyla yaklaşmaktadırlar. Bilakis bugünkü rejim krizini derinleştiren unsurların başında Erdoğan’ın muhaliflerinin tüm ali-cengiz oyunlarına karşın Erdoğan’dan kurtulamamaları gelmektedir. Buna karşılık Erdoğan da rejimin kurallarına bağlı kalarak muhaliflerinden kurtulamamaktadır. Aynı şekilde Erdoğan’ın rejimin kurallarına bağlı kalarak 12 Eylül rejimini kendisini kurtaracak şekilde değiştirmek, başka bir değişle başkanlık rejimine geçme yönündeki girişimleri de hep hüsranla sonuçlanmıştır. Erdoğan’dan ve AKP’den kurtulmak yahut başkanlık sistemine geçmek için hüsranla sonuçlanan tüm bu gelişmeler taraflar arasındaki rekabeti azaltmadığı gibi rejimin payandalarını daha da zayıflatmaktadır. Başka bir deyişle TSK’nın denklem dışı kalmasıyla ortaya çıkan rejim krizi nedeniyle, gerileyen AKP rejimin araçlarıyla tasfiye edilememektedir. AKP’nin ve Erdoğan’ın tasfiye edilememesi ise rejimin krizini büyütmektedir. Üstelik Erdoğan ayakta kalmak için Kürt hareketini ezmek zorundadır ve bunun için TSK’ya muhtaç hale geldikçe krizin daha da derinleşmesi önlenemeyecektir.

erdoğan hulusi akar ile ilgili görsel sonucu1 Kasım seçimleri bu tabloyu da değiştirmemiştir. KöZ 2011 seçimlerinin ardından Erdoğan’ın artan oyları ile mecliste azalan koltuk sayısı arasındaki gerilimin başkanlık ve anayasa değişikliği konusunu merkeze oturtacağını ifade etmişti. 1 Kasım seçimleri de, AKP’nin vekil sayısını biraz daha azaltarak, benzer bir sonuç üretmiştir. Seçimlerden üç gün sonra Beştepe’den gelen “referandum olabilir” açıklaması, Erdoğan’ın 2011 seçimleri sonrasından çok daha elverişsiz bir pozisyonda aynı tutumda ısrar edip kriz dinamiklerini büyüteceğinin habercisidir.

AKP TARİHİNİN EN AĞIR SORUNLARIYLA YÜZ YÜZE

1 Kasım’a ve sonrasına bakınca sadece AKP’nin gerileyişini ve rejimin krizini görmek doğru olmaz.  7 Haziran seçimleri sürprizli sonuçları nedeniyle yeni hükümetin yüz yüze kalacağı sorunların büyüklüğünün görülmesini de engellemişti. Oysa 1 Kasım sonrası kurulacak hükümet 2002’den bu yana en elverişsiz koşullar altında görev yapacak olan hükümet olacaktır.

Sorunların başında Suriye ve Kürdistan sorunu gelmektedir. Amerika ve Rusya’nın Esad’lı çözüm konusunda mutabakata vardığı,  her iki kesimin de YPG ile işbirliğini arttırdığı bir dönemde Suriye politikasını Emevi Camii’nde namaz kılmak ve YPG’ ye havlamak üzerine kurmuş bir hükümet ofsayda düşmüştür. Bu pozisyonda ısrarın Türkiye üzerindeki uluslararası baskıyı arttıracağı açıktır. Benzer bir şekilde Suriye’den gelen mültecilerin Avrupa’ya geçmesinin yolunu kasten açan hükümet önümüzdeki dönemde bu kurnazlığının yanıtını da alacaktır.

Rojava’daki gelişmelere müdahale edemeyen hükümet aynı zamanda Kürdistan’ın kendi sınırları içinde kalan parçasında da rızayla boyun eğdirmek seçeneğini neredeyse tümüyle yitirmiş,  egemenliğini esas olarak süngüye dayandırmaya başlamıştır. Bunun sonucu olarak Kürdistan’daki direnişi kontrol altında tutma şansı da giderek azalmaktadır. Doğrusu seçim süreci boyunca inisiyatifi elinde tutarak Kürdistan’daki devlet terörünü adım adım arttıran AKP hükümeti 1 Kasım’ın ertesinde kendi şiddetinin yarattığı dinamikleri kontrol altına alacağını ummaktaydı. Böylelikle 2 Kasım günü “koalisyon tehlikesi bitti akan kan durdu” demeyi umuyordu. Gelgelelim seçim sonrasında hendekleri kapatma girişimlerinde açığa çıktığı gibi Kürtlerin direnişini AKP istediği zaman durdurmak mümkün olmayacaktır.

Nihayetinde meselenin bir de ekonomik boyutu vardır. Dünya ekonomisindeki genel yavaşlama eğilimi, bunun sonucunda emperyalist metropollerden Türkiye’ye gelmiş paranın ana gövdesinin Türkiye’yi terk etmemiş olması bugüne dek Erdoğan’ın elini güçlendiriyordu. Aynı yavaşlamanın bir sonucu olarak özel sektör yatırımlarının yavaşlaması popülist politikalarını sürdürebilmesi Erdoğan’ı için devlet sektörünü büyütmeye, başka bir deyişle bütçe açığı vermeye ve borçlanmaya zorluyor. Halbuki bugüne kadar Erdoğan’ın elini rahatlatan en önemli faktör devletin borç yükünün hafifliği idi. Bununla birlikte “asgari ücret 1300 lira olacak”,  “taşeronlara kadro”,  “emekliye maaş takviyesi”, “evleneceklere çeyiz yardımı”, “genel sağlık sigortası borçlarının iptali”  türünden vaatler sadece küresel ekonomik yavaşlama sonucunda alınan keynesyen önlemlerle açıklanamaz. Meselenin daha önemli boyutu AKP’nin gerileyişiyle ilişkilidir. Düne kadar seçmeniyle “Ananı da al git” diye konuşan Erdoğan’ın AKP’si oy toplamak için seçmenlere ölçüsüz rüşvetler dağıtmak zorunda kalmıştır. AKP önümüzdeki dönemde sadece bu vaatlerin bütçe üzerinde yarattığı yükle uğraşmayacak. Aynı zamanda rüşvet vaatlerine inanan kesimlerin öfkesini de massetmek zorunda kalacaktır.

HDP’NİN ELİNDEKİ İMKANLAR ARTMIŞTIR

Buna karşılık 2011 seçimlerine kıyasla HDP’nin elindeki imkanlar artmıştır. HDP’nin sadece meclisteki vekil sayısı yüzde yetmiş artmış, meclisin üçüncü büyük partisi haline gelmiş, üstüne üstlük mecliste başkanvekilliği pozisyonuna da hak kazanmıştır. 7 Haziran seçimleri sonucunda olduğu gibi meclisi kilitleme fırsatları kaçırılmış olsa da 2011 seçimlerine kıyasla çok daha güçlü bir pozisyondur bu.

Bununla birlikte 7 Haziran’daki oy patlamasına kıyasla oylarında nispi bir azalma olsa da, HDP’nin aldığı oylarda sadece 2011 seçimlerine kıyasla değil büyük bir başarı olarak kabul gören Cumhurbaşkanlığı seçimlerine kıyasla da önemli bir başarı vardır. Bir yıl öncesine kıyasla HDP’nin oyları yüzde otuz artmıştır.  Dahası 1 Kasım seçimlerinde, daha önce HDP’ ye oy vermemiş şehirler de dahil olmak üzere, Türkiye’nin batısındaki kazanımlar korunmuş durumdadır.  Üstelik tüm bu kazanımlar, HDP’nin mitinglerini iptal etmesine, 1 Kasım’a kadar neredeyse hiç seçim çalışması yürütmemesine rağmen, yani HDP’nin kendisine rağmen kazanılmıştır.

O halde 1 Kasım seçimlerinin ertesinde AKP gerilemiş,  rejimin krizi derinleşmiş, yeni hükümetin yüz yüze olduğu sorunlar ağırlaşmışken HDP’nin elindeki imkanlar ise artmıştır. Tam da bu yüzden 1 Kasım seçimlerini karamsarlıkla karşılamak temelsizdir.  Bilakis meclisteki HDP’li vekillerin varlığını bir kaldıraç olarak kullanıp bunu kitle hareketiyle buluşturmak isteyenlerin önünde muazzam fırsatlar vardır. 7 Haziran’da kaçırılmış fırsatlar dışarıda tutulursa, bu fırsatlar önceki dönemlerle karşılaştırılamayacak kadar büyüktür.

Bu imkanları değerlendirmek isteyenler işe derhal seçimlerdeki usulsüzlüklerin hesabını sormakla başlamalıdır. Sadece seçim sonuçlarına itiraz etmekle kalmamalı,  aynı zamanda başta Ankara,  Suruç ve Diyarbakır katliamları olmak üzere, seçim sürecindeki tüm katliamların hesabını sormak için harekete geçmelidir. Benzer şekilde Cumhurbaşkanının meclis tatile girdiğinden beri yaptığı tüm usulsüzlükler gündeme getirilmeli ve hesap sormak için meclisi çalıştırmak için girişimde bulunulmalıdır. Eş zamanlı olarak kitlesel protesto eylemlerini düzenlemek için harekete geçilmelidir. AKP’nin yarattığı korku atmosferini kırmak bu türden eylemlerin yolunu döşemek içinse vekillerin yapacağı halk toplantılarına her zamankinden fazla ihtiyaç vardır.

demirtaş seçim sonuçlarına saygımız var ile ilgili görsel sonucu

Böyle bir eylem çizgisinde hareket etmeyi önlerine koyanlar açısından seçim gecesi Demirtaş ve Yüksekdağ’ın seçim sonuçlarına saygımız var açıklaması kendi kendini çelmeleyen bir tutuma örnektir. Benzer şekilde kitlesel bir emekçi muhalefetini örmek isteyenler aynı konuşmada geçen 2019 seçimlerine daha güçlü hazırlanacağız söylemini de terk etmelidirler. Zira emekçi ve ezilenlerin muhalefetini örmek isteyenler halk düşmanı, katliamcı Erdoğan ve AKP’siyle mücadeleyi bir dahaki seçimlere erteleyemezler. Yapılması gereken her ikisinden de kurtulmak için derhal harekete geçmektir.

Nihayetinde daha seçimlerdeki usulsüzlüklerin ve seçim sürecindeki katliamların hesabı sorulmamışken HDP ve DTK’nın yeni bir Anayasa için gayret gösterecekse AKP ile diyaloga hazırız açıklaması, peşi sıra Ayhan Bilgen’in  “Başkanlık sistemi de tartışılabilir” çıkışı kitlesel bir mücadelenin örülmesine ket vuran, katliamcı AKP’ye dair hayaller yayan tutumlardır. Önümüzdeki dönemde sadece AKP’yi ve Erdoğan’ı, Roboski’yi IŞİD’e giden MİT TIR’larını vb.yi unutmadan eylemli bir şekilde hedef tahtasına oturtarak yol almak mümkündür. Aksi bir tutum rejim krizinin sunduğu hiçbir fırsatı değerlendiremez.

Doğrusu seçimden hemen sonra göze çarpan bu yanlış tutumların kökenlerini ta 7 Haziran öncesinden bugüne uzanan yanlışlarda bulmak mümkündür.

7 HAZİRANDAN BUGÜNE YAPILAN YANLIŞLARI GÖRMEYENLER AKP’NİN AÇMAZLARINI DA GÖREMEZLER

Sürekli halkın iradesinin seçim sandığında kendini gösterdiği ve göstereceği hakkındaki safsata önce bunun başlıca savunucularının bir kısmı tarafından 8 Haziran günü rafa kaldırıldı. Erdoğan ve taraftarları 7 Haziran seçimlerinde sandıktan çıkan sonucun halkın iradesini temsil etmediğini iddia ederek bu seçimleri geçersiz saydılar ve tekrar seçim oyununu tezgâhladılar.

Adı tekrar seçim olsa dahi söz konusu olan seçim sonuçlarını geçersiz saymak ve sandığa sandık dışından müdahale ederek seçim sonuçlarını değiştirmekti. Nitekim sandıktan çıkan koalisyon seçeneğini saray müdahaleleriyle önleyip zoraki bir tekrar seçim oyunu tezgahlandı. Esasen bu hamlenin kendisi bile AKP’nin seçim sandığından çıkan sonuçları kabul etmediğini ve seçimlere dışarıdan müdahale ederek 1 Kasım seçimlerine gideceğini ilan edişinden başka bir şey değildi.

Ne var ki CHP başta olmak üzere muhalefet ve parlamenter zeminde CHP’nin kuyruğunda sürüklenen HDP grubu bu oyunu bozacak adımları atmadı.

CHP 12 Eylül Anayasasının kendisine sunduğu tüm avantajları kullanarak diktatörlüğünü tesis etmeye koyulan Tayyip Erdoğan’a “Anayasanın çizdiği sınırlara çekil” diyerek bir muhalefet başlattı; bir başka deyişle 12 Eylül Anayasasını 12 Eylül rejiminin baş uygulayıcısına karşı silah olarak kullanma tuhaflığına sığındı. Ne var ki HDP de bu yönelimin peşinde sürüklendi.

Bu tutumun vahim sonucu 1 Kasım seçimlerine giderken kendini gösterdi.  7 Haziran seçim sonuçlarını tanımayan Erdoğan ve AKP esasen burjuva muhalefetinde “saray darbesi” diye adlandırılan hamleleri ile ülkeyi yeniden seçime götürürken muhalefet bir yandan belli belirsiz biçimde bir darbeden söz ederken beri yandan adeta olağan bir seçim sürecine giriliyormuş gibi davranma bönlüğünden ve halkın iradesinin sandıkta kendini göstereceğini tekrarlamaktan kurtulamadı.

Oysa AKP ve Erdoğan 7 Haziran seçim sonuçlarını tanımayarak başlattıkları hamleyi sadece sandığa güvenerek kendilerini kurtaramayacaklarının bilinciyle sürdürdü. Esasen bu tutum 7 Haziran sonrasında değil öncesinden itibaren kendini göstermişti. Yani AKP sandıktan istediği sonucun çıkmayacağını fark edince HDP binalarına ve mitinglerine bombalı saldırılar tertipleyerek seçim sonuçlarına müdahale etmeye gecikerek de olsa 7 Haziran öncesinden başladı. Tekrar seçimlere giderken besbelli bu gecikmeyi telafi edecek tarzda daha büyük ve etkili saldırıların ve engelleme girişimlerinin önü açılacaktı. Nitekim Suruç’taki bombalı saldırının ardından özerklik ilan edilen kentlerden ve beldelerden başlayarak HDP’nin açık ara önde çıktığı bölgelerde o güne kadar görülmemiş sertlikte ve yaygınlıkta bir saldırı başladı. 12 Eylül dönemindeki uygulamaları aşan bir sokağa çıkma yasağı uygulamasına eşlik eden bombardımanlar ve keskin nişancı suikastleri birbirini izledi. Korucu oldukları halde bağımsız adaylara oy veren Roboski köylülerini F 16’larla bombardımana tutan ve katırlarını bile cezalandırmaktan çekinmeyen bir hükümetin HDP’ye oy veren beldeleri böyle bir hışımla cezalandırması ve tenkil etmeye kalkışması elbette beklenmeliydi. Ama bu görülmemiş saldırılar tıpkı daha önce Şengal’de Kobanê’de olduğu gibi beklenmeyen bir direnişle karşılaştı. Son nokta Ankara’daki bombalı saldırı ile kondu. Ardından Davutoğlu’nun “Biz gidersek Beyaz Toroslar geri gelir” tehdidi geldi.

İlgili resim

CHP bütün bu dönem boyunca saldırılara açıktan bir tutum almadığı gibi baskı tedbirlerine yeşil ışık yakan bir tutum aldı. HDP bu saldırılara karşı hendek kazarak barikat kurarak direnen tabanı ile uyumlu bir direniş gösteremedi ve tıpkı CHP veya parlamentarist akıl hocaları gibi bunların hesabının sandıkta sorulacağını tekrarlamakla yetinip kitlelerin sokakta aktif bir protesto hareketi yükseltmesine köstek olan bir tutumu benimsedi.

KCK bu kan ve barut yoğunluğu ile gelişen seçim sürecinde gerilla eylemlerini durduracağını açıkladığı zaman dahi HDP bu mesajı kitle hareketinin önünü açmak üzere değerlendirmek yerine sükûnet ve itidal mesajlarıyla yanıtladı.

1 Kasım seçimlerinin asıl mağlubu olarak ilan edilen MHP ise tıpkı TBMM başkanlığı seçimlerinde yaptığı gibi, AKP’nin saldırı politikalarının önünü açan bir destek politikası izledi. Her ne kadar seçimlerden en zararlı çıkmış gibi görünse bile, MHP tıpkı 12 Eylül döneminde “fikrimiz iktidarda kendimiz hapisteyiz” dediği gibi AKP’nin kendi önerdiklerini yapmasına büyük bir destek vererek tutum aldı. MHP “Çözüm süreci çöpe atılsın” diyordu; AKP onu yaptı; MHP  “Kandil bombalansın ve haritadan silinsin”  diyordu;  AKP Kandil’e yönelik en büyük hava harekâtlarının önünü açmakla kalmadı Rojava’daki YPG mevzilerine de IŞİD’e vurma görüntüsü altında hava saldırılarını başlattı.

Böylece “tek başına iş başına” iddiasıyla seçimlere giren AKP, MHP desteği ile ve daha önce hedef tahtasına oturttuğu TSK’nın imkanlarıyla ve kaçta kaçı Kürt düşmanı cemaatin yetiştirmesi olduğu hala bilinmeyen polis teşkilatının olağanüstü ağır silahlarla donatılmış birimleriyle sürdürdüğü saldırılarla iktidardan düşmekten kurtuldu.

Doğrusu bu tabloyu AKP tek başına iktidar oldu diye yorumlamak için safdil olmak gerekir. AKP’nin bu operasyonlar sonunda belki de elde ettiği tek sonuç yolsuzluk dosyalarının ve IŞİD’e destek konvoylarının üzerinin bir süre için örtülmesi olmuştur. Bununla birlikte tek başına değil, düne kadar rakip ve hasım olarak ilan ettiği güçler sayesinde ve onları güçlendirerek iktidarda kalmıştır. Bu bakımdan zafer ve yenilgiyi seçim sandıklarından çıkan bir mesaj olarak görme bönlüğünden kurtulamayanlar fena halde yanılmaktadırlar.

İşte 1 Kasım seçimlerinde ortaya çıkan tablo budur. Bu pencereden bakıldığında görülmesi gereken şudur: Daha önce “açılım”, “çözüm”, “analar ağlamasın”,  “silahlar sussun”,  “askeri vesayet son”  vb. vb. diyerek iktidara gelen AKP ile bunların tam tersini söyleyen ve yapan AKP arasında bir benzerlik olmadığı açıktır. Daha önce demokratik haklar mücadelesi  yürütme  eğilimde olanları  ve Kürtleri  yedekleyip massederek  iktidar olmak üzere hareket eden AKP’nin yerine  şimdi bunları ezerek  tedhişe  tabi  tutan, eski  rakip ve hasımlarından destek almaya mecbur bir AKP vardır.

Bu itibarla seçimlerden AKP’nin zaferle çıktığı doğru değildir.  AKP seçim sandığının birincisi olarak çıkmıştır ve bu artık tek başına ve mutlak bir iktidar sahibi olduğu anlamına gelmez.  Zira tek başına hükümet kurabilecek durumda olduğu doğru olsa bile, AKP Tayyip Erdoğan’ın asıl muradına erebilmiş değildir. 12 Eylül rejimini pekiştirecek bir anayasa değişikliğini hala kendi başına yapabilecek durumda değildir. MHP’den aldığı destekle meclis çoğunluğuna ulaşmış ama HDP’yi baraj altına düşürmeyi başaramamıştır. HDP’den bu planları için destek almak üzere başvurabileceği bütün köprüleri uçurmuş, CHP’nin seçimlerden mutlak bir başarısızlıkla çıkmasını sağlayamamıştır. Tersine MHP’den muhtaç olduğu desteği ancak onun HDP’nin gerisine düşmesi pahasına sağlayabilmiştir.  Artık MHP’li bir meclis başkan vekili de olamayacaktır. AKP meclisteki eksiğini kapatmak için sadece MHP’yi büsbütün zayıflatacak bir seçeneğe mahkûm durumdadır.

Bu bakımdan açıktır ki AKP’nin 1 Kasım seçim zaferi bir pirus zaferidir. Bu şartlarda AKP meclis çoğunluğuna dayanan bir iktidar sürdürmekten çok Sarayın ön planda olduğu bir iktidarı Anayasal dayanağını oluşturamadan sürdürme durumundadır.

Bu şartlarda bu AKP ve saray diktatörlüğüne karşı meclis zemininde ve 12 Eylül Anayasasının sınırlarında kalarak yürütülecek bir muhalefet AKP’nin muhtaç olduğu en büyük destek olur.

O nedenledir ki bu diktatörlüğe karşı mücadelenin esas olarak parlamento dışındaki demokratik kitlesel mücadele yöntemleriyle yürütülmesi elzemdir. Bu yolda HDP’nin her şeye rağmen TBMM’de güçlü bir gruba sahip olması önemlidir. Ama bu meclis grubu ancak sokaktaki kitlesel eylemlerden güç aldığı ve bu eylemlerin önünü açabildiği ölçüde etkili olacaktır.

O halde AKP’nin karşısında emekçiler ve ezilenlerin eylemli cephesini örmek için koşullar her zamankinden müsaitken bu yönde bir hareketlenme olmayacaksa bunun sebebini dışarıda değil sol içerisinde yaygınlaşan parlamentarist,  legalist,  tasfiyeci çizgide aramak gerekecektir. Devrimcilerin önünde duran temel görev de işte bu çizgiye karşı pratik bir mücadele örmek olmalıdır.

İlgili resim

KöZ 7 HAZİRAN’DAN ÖNCE BENİMSEDİĞİ TUTUMU 1 KASIM’DAN SONRA DA SÜRDÜRECEK

HDP esas olarak 1980’li yılların sonundan itibaren dalga dalga gelişen legalist tasfiyeciliğin en büyük dalgasının ürünüdür. Önceki dalgaların belli başlı aktörlerinin bu projenin içinde bulunması da tesadüf değildir.  Bununla birlikte HDP aynı zamanda emekçilerin ve ezilenlerin Türkiye siyasi tarihinde görülen en güçlü ve etkili kitle hareketinin üzerinde yükselmektedir. 60’lı yıllarda TİP’in 70’li yıllarda TKP’nin reformist partiler olarak oynadıkları rolü kat be kat aşan bir siyasi rol oynama yeteneğine sahiptir. İçinden 71 kopuşuna hayat veren devrimcilerin çıktığı TİP gibi bir zemin sunmaya müsait olduğu gibi, devrimci hareketin önünü kesen ve emekçi yığınları pasifist bir çizgiye hapseden TKP’den geri kalmayan bir köstekleyici rol oynama yeteneğindedir.

Bu bağlamda KöZ’ün  “HDP’ye rağmen HDP’yi destekleme”  tutumu anlam bulmaktadır. HDP’nin tasfiyeci karakteri ve legalist parlamentarizm çizgisine bağlı oluşu komünistlerin onun içinde ve bir parçası olarak hareket etmesine engeldir. Buna rağmen AKP’ye karşı HDP’yi destekleme tutumu da esasen HDP’ye ve onun çizgisine bir destek vermek anlamına gelmez. Aksine HDP içinde yer alan ve onu destekleyen unsurlar içinden devrimcilerin ayrışmasını sağlamak ve onlarla bu deneyimin dersleri temelinde buluşabilmek için en elverişli taktik tutumu ifade etmektedir.

Önümüzdeki süreçte kitle seferberliklerinden güç alan ve onların önünü açan gerçek ana muhalefeti oluşturma ödevi HDP’nin omuzlarındadır.  Bu ödevi yerine getirme doğrultusunda yegâne engel seçim kampanyalarında da HDP’nin ayağına köstek olan ve az daha baraja takılmasına yol açabilecek olan pasif tutumu olacaktır. 1 Kasım seçimlerinden gerekli dersler çıkarıldığı takdirde ağırlık merkezinde HDP’nin bulunacağı bir demokratik muhalefet hareketi AKP’nin pirus zaferine son verip sahici bir demokrasi mücadelesinin önünü açacaktır.

Paylaş