“Kaygı verici sessizliğin” sorumlusu kim?

0

KöZ Ocak 2016 sayısından alınmıştır.

HDP’nin ikinci kongresi Ocak ayının sonunda gerçekleşecek. Halkların Demokratik Kongresi’nin bir partiye dönüşeceği 2013 Haziran’ında Gezi Ayaklanması’nın en hareketli günlerinde duyurulmuştu. Taksim Meydanı’na giren kolların hepsi barikatlarla tutulmuştu. Ankara’da, İzmir’de, Hatay’da Taksim’deki ayaklanmadan ilham alarak benzer barikatlar kuruluyordu. HDP şimdi de ikinci kongresine Kuzey Kürdistan’da bir iç savaşın ortasında gidiyor. Cizre’de, Nusaybin’de, Silopi’de hendekler kuruluyor. Sokağa çıkma yasaklarına, operasyonların tuğgeneraller tarafından yürütülmesine rağmen barikatlar ezilip geçilemiyor. Gezi Türkiye siyasi tarihinin en büyük hükümet karşıtı ayaklanması idi. Ancak bugün Gezi Kürdistan’ın ilçelerinde yaşanan ayaklanma ile kıyaslandığında çok küçük kalıyor. Nüfusun katılım oranı, militanlık düzeyi, devlet taarruzuna gösterilen mukavemet, ayaklanmanın devam ettiği süreye bakıldığında Türkiye tarihinin en kitlesel silahlı başkaldırısının yaşandığını görmek zor değil.

Kuruluşundan bu yana geçen çalkantılı süreçte HDP sürekli olarak güçlendi. Öyle ki 7 Haziran seçimlerinde HDP oyunu üç katına çıkardı. Doğrusu bu oran AKP’nin 2002 seçimlerinde elde ettiği başarıdan daha parlak bir seçim başarısıydı. 7 Haziran seçimlerine başkanlık hülyası ile giren Erdoğan’ın büyük bir bozguna uğraması da asıl olarak “seni başkan yaptırmayacağız” şiarıyla seçimlere katılan HDP’nin güçlenişini tescillemiş oldu. Aslına bakılırsa HDP’nin güçlenişine paralel olarak sol Türkiye tarihinde en güçlü olduğu dönemden geçiyor. DTP 2007 yılında Türkiye İşçi Partisi’nin parlamentodaki gücünü aşan bir varlık göstermişti. Meclisin üçüncü büyük partisi olan HDP ise DTP’nin o günkü sandalye sayısının iki katı sandalyeye sahiptir. Sol geçmişe kıyasla sadece parlamentoda değil sokakta da daha güçlüdür. 70’li  yıllardaki kitle eylemlerinin damgasını vurduğu eylemlerin hiçbirisi HDP’nin kitle eylemlerinin yaygınlığını ve kitleselliğini aşamamıştır. 1977 1 Mayısı HDP’nin 2015 baharındaki seçim mitinglerinin yanında hayli cılız kalmaktadır.

Üstelik içinden geçtiğimiz dönemde ise HDP’nin elindeki olanaklar her zamankinden fazladır. Zira HDP’nin sokaktaki varlığı ve ağırlığı diğer düzen güçlerinin toplamından kat be kat fazladır. Gezi Ayaklanması’nda sokaklarda yer alan kesimlerin önemli bir kısmı seçimlerde HDP’yi desteklemişlerdir, eğer HDP’li değillerse bunun nedeni HDP’nin Erdoğan’a karşı aktif ve kitlesel bir şekilde mücadele etmemesidir. 6-7 Ekim Kobane eylemlerinde seferber olanlar da HDP’lidir. Geçtiğimiz 10 Ekim’deki mitinge Erdoğan’ın tüm sindirme operasyonuna ve kendi partilerinin hiçbir aktif hazırlığının bulunmamasına rağmen katılanlar da HDP’lidir. Bugün Sur’da, Cizre’de, Nusaybin’de direnenlerin de HDP’li olduğuna şüphe yoktur. Tam da bu yüzden hiçbir düzen partisi sokağı adres göstermemektedir.

Erdoğan’ın 2015 yılı boyunca bu doğrultudaki çağrıları kitlesel bir karşılık bulmamıştır. Buna karşılık Erdoğan’ın Dolmabahçe mutabakatını tanımadığını ilan ettiğinden beri devreye soktuğu ve asıl olarak 7 Haziran seçimleri öncesinde başlattığı Kürtlere yönelik savaş, dozu artarak sürmekte. Seçim döneminde ve sonrasında merkezinde HDP’nin bulunduğu muhalefeti türlü provokasyonlarla ve saldırılarla sindirmeye çalışan Erdoğan Kürdistan’da bu saldırılara hendekler vesilesiyle tok bir yanıt veren kesimlere karşı ise şehirlere askeri birlikleri sokmak zorunda kalarak bir bakıma çılgınca bir maceraya girişmiş oldu.

Gelgelelim Kürdistan’ın kimi bölgelerinde artık bir iç savaş haline gelen bu gelişmeler hem Türkiye’de hem de Kürdistan’ın geniş bir bölgesinde ses getirmedi. HDP sözcülerinin bu durumu değerlendirmesi ise uzunca bir süre hendeklerin kapatılmasının ancak tekrar masanın kurulmasıyla mümkün olacağı ve Türkiye’nin batısındaki Türklerin yaşananlar karşısında vicdani sorumluluklarını yerine getirmedikleri çerçevesiyle sınırlı kaldı.

HDP’nin altını çizdiği sessizlik halinin neden kaynaklandığını anlamak için öncelikle bu sessizliğin kimleri kapsadığının doğru bir şekilde tarif edilmesi gerekir. HDP batıdaki sessizliğe işaret etse de Kürdistan coğrafyasında da hendeklerde verilen mücadelenin kitlesel ve eylemli bir şekilde sahiplenilmediği açıktır. Ayrıca batıdaki sessizlik sadece Türkleri değil, aynı zamanda Türkiye’nin metropollerinde yoğun bir nüfusa sahip olan Kürtleri de içermektedir. Bir başka deyişle HDP tabanını ve destekçilerini kapsayan bir sessizlik söz konusudur. Dolayısıyla yaşanan gelişmeler karşısındaki “endişe verici sessizlik” halkın omuzuna yıkılamayacak kadar büyüktür.

Durumu bu şekilde değerlendirmede asıl tuhaf karşılanması gereken, ezilenler adına söz söyleme, siyaset yapma iddiasını taşıyanların sorumluluğu başkasında arayan bir tutum takınmalarıdır. Hele ki çeşitli baskı ve korkutmalar altında geçen 1 Kasım seçimlerinde bile Türkiye’nin büyük şehirlerinde hatırı sayılır bir oy almış, tartışmasız en dinamik ve en politik seçmen kitlesine sahip olan bir partinin başkaları niye harekete geçmiyor diye sorması yakınmacı, sorumluluk almayan bir tutumu gösterir.

Uzun bir dönemden beri kendini Türkiye partisi olarak tanımlayan HDP gerek 7 Haziran gerek 1 Kasım seçimlerindeki başarısıyla bu konudaki rüştünü ispat etmiştir. Hatta DBP’nin de kurulmasıyla doğan iş bölümünde HDP Türkiye’nin batısına daha yoğun bir şekilde müdahale etmeye çabalayan bir zeminde kalmaya niyetli olduğunu ifade etmiştir. Hal böyleyken eğer ses çıkarmaktan kasıt kitleleri direnenlere sahip çıkmak üzere harekete geçirmek ise en büyük sorumluluk HDP’nin omuzlarına düşmektedir.

Fakat 7 Haziran öncesinde başlayan saldırı furyasına karşı HDP’nin gösterdiği reflekslere bakıldığında bu sorumluluğun gerektirdiklerinin tersine bir hat izlendiği açıktır. Seçim dönemi boyunca yapılan saldırılara karşı parlamentarist bir yaklaşımla kitleler “provokasyona gelmeme” bahanesiyle pasif bir tutum takınmaya davet edilmiştir. AKP’nin seçimler yoluyla iktidardan düşürülebileceği inancından kaynaklanan bu tutum 7 Haziran sonrası AKP’nin türlü saldırganlıklar sergileyerek iktidardan bu şekilde gitmeyeceğini ortaya koymasına rağmen de sürmüştür. Bunun en bariz örneği 10 Ekim’de Ankara’da yaşanan patlamadan sonra ortaya konan tavırdır. Bu olayın sorumluluğunun Erdoğan’da olduğu sözlerle ifade edilse dahi bunu somutlayacak bir karşı koyuş geliştirilmemiş, saldırıda hayatını kaybedenlerin cenazeleri dahi toplu bir şekilde kaldırılamamıştır. Hükümet karşıtı bir öfke patlamasına yol açabilecek bu saldırı karşısında kitleleri sokağa davet etme tutumunu göstermek bir yana yapılması planlanan seçim mitingleri iptal edilmiştir. Dolayısıyla bugüne gelene kadar izlenen siyasi hat kitlelerin üzerindeki karamsar atmosferi kırmaya yönelik olmamış ancak onu pekiştirmeye vesile olmuştur.

Biraz daha geriye gidildiğinde Türkiye’nin Batısında sessizlik diye tarif edilmesi mümkün olmayan bir süreç yaşandığı da akıllara gelecektir. 2013 Mayıs’ında Gezi Ayaklanması vesilesiyle ülkede o güne kadar eşi benzeri yaşanmamış bir kitlesel başkaldırı gerçekleşmiş, bu ayaklanmanın etkileri de bir dönem boyunca sokakları hareketli tutmuştur. Fakat henüz ortada bir “çözüm masasından” bahsedilebildiği o dönemde de HDP de dahil olmak üzere hiçbir siyasi hareket gelişmeleri hükümeti devirebilecek tarzda yönlendirme iradesini ortaya koymamıştır. Bu siyasi irade gösterilemedikçe de sokaklardaki hareket temposunu kaybedip sönümlenmiştir. Buna rağmen bu gelişme 7 Haziran ve 1 Kasım seçimlerinde HDP’nin artan oy desteğinin bir kısmına zemin hazırlamış fakat bu desteğin sandıkta gösterilenden ötesine taşınmasına dair bir çaba sergilenmemiştir.

Erdoğan saldırılarını Kürdistan’a yoğunlaştırsa da Türkiye’nin batısında da boş durmadığı açıktır. 90’lardaki gibi Kürtlerin üzerine şiddetle gidilirken ülkenin geri kalanını sessiz tutmak için çeşitli rüşvetlerin, müsamahakâr tutumların gösterildiği bir dönemde değiliz. Tersine Erdoğan ve AKP’nin öteden beri rejim krizi olarak tarif ettiğimiz durumun bir sonucu olarak saldırgan, kışkırtıcı bir tavır sergilediği ortadadır. Amerikancı muhalefetin sözcülüğünü yapan gazetecilerin tutuklanması, yeni anayasa ve başkanlık sistemi konusunda AKP ve Erdoğan tarafından takınılan tavır ve üslup Türkiye’nin batısı için politizasyonu arttıran gelişmelerdir. Yani kitlelerin depolitize olduğu bir süreç değil politikleştiği bir süreç vardır. Fakat bunu Erdoğan’a ve AKP’ye karşı kararlı bir mücadeleye çevirecek siyasi özneler yoktur. Başta HDP’nin kitle hareketini ileriye taşımaya değil geride tutmaya yönelik bir çizgi izlediği görülmektedir.

Erdoğan’a karşı eylemli ve kitlesel bir muhalefet örmekte öteden beri geri duran HDP, rejim krizinin Kürdistan’daki durumun da bir iç savaş halini aldığı koşullarda -yani böyle bir siyasi hat izlemenin ülke için belirleyici olacağı durumda- parlamentarist yapısı gereği kitle hareketini frenleyici bir rol oynamaktadır. Hendeklere karşı tutum da bunun bir göstergesidir. Demokratik özerklik ve yerinden yönetim talepleri üzerinden Kürdistan’daki mücadeleyi sahiplenen açıklamalar yapılsa da, HDP hendeklerin bir çözüm olmadığı ve çözüm masasının yeniden kurulması vesilesiyle hendekleri kapatma yönünde ikna rolü oynayacağını vurgulamaktadır. Gelgelelim görünen o ki Erdoğan ve AKP’nin bu yönde adımlar atmaya niyetleri yoktur.

Dolayısıyla kitle hareketine bu şekilde yaklaşan HDP batıdaki sessizlikten şikayet ederken aslında kitlelerin sokağa çıkmamasından yakınmamaktadır. Asıl kastettiği başta CHP olmak üzere burjuva muhalif kesimlerin AKP’nin saldırılarına karşı çıkmamasıdır. Bu temelsiz beklenti aslında 7 Haziran seçimlerinden sonra oluşturulan Barış Bloku’nda da kendini göstermişti.

Fakat Erdoğan’ın hem Kürtlere hem de düzen içinde kavgalı olduğu güçlere sert bir şekilde karşılık vermesiyle parlamenter yollarla düşürülemeyeceği belli olmuştur. Hatta daha da saldırganlaşacağı, rejim krizine düzen içi bir uzlaşmayla son verilemeyeceği belirginleşmiştir. Tüm bunlara dikkat edildiğinde batıdaki sessizliği Türklerin, Kürtlerin acılarına olan duyarsızlıkları gibi siyaset terminolojisinin dışından, örgütsüz demokrat aydınlardan duymaya alışık olduğumuz kavramlarla ifade etmenin siyasi bir iddiaya sahip bir yapıdan beklenen olmadığı açıktır. Türkiye’nin batısında şovenizm bir vakıa olsa da bunu yıkmanın yolu da siyasal mücadeleden geçer. Bugün hem Türkiye’de hem Kürdistan’da saldırganlaşan Erdoğan’ı devirmeyi önüne almış bir siyasal kutup yaratmak için koşullar hiç olmadığı kadar müsaittir. Bu yönde verilecek olan eylemli mücadele şovenizmi kıran bir zemin yaratacağı gibi rejim krizine ezilen ve emekçilerin lehine bir çözüm getirmenin de tek yoludur. Bunun tersini ifade eden, kitlelerin inisiyatif almasını engelleyen her tutum da ezilen ve emekçiler açısından vahim durumlar ortaya çıkmasına yol açar. HDP’nin Diyarbakır mitinginde patlayan ilk bombadan Suruç’a, Ankara’ya ve bugün Kuzey Kürdistan’da yaşanan saldırılara giden sürecin gösterdiği de budur.

Türkiye’de odağında HDP’nin durduğu sol, emekçi ve ezilenler için giderek güçlü bir çekim merkezi olmaktadır. Eş zamanlı olarak emekçilerin politizasyonu artmakta, Erdoğan’a olan nefretleri büyümektedir. Bu durum sadece Kuzey Kürdistan’ın sayılı ilçeleri için değil, Türkiye’nin sessiz görünen diğer kesimleri için de geçerlidir. Zira bugün Türkiye’nin batısında ve Kuzey Kürdistan’ın geniş kesimlerinde “yaprak kımıldamıyorsa” bunun sebebi emekçilerin sindirilmiş olması değil HDP’nin bugüne kadarki emekçi ve ezilen hareketinin önünü tıkayan tutumudur. O halde yaşadığımız coğrafyadaki solun krizini şöyle özetlemek mümkündür: Erdoğan’ı tahtından edecek kitlesel bir emekçi seferberliği için tüm koşullar olgunlaşırken, sol içinde HDP’nin başını çektiği parlamenteristle galist eğilimlerin bu hareket üzerindeki olumsuz ve frenleyici etkisi artmaktadır.

Kuşkusuz HDP’nin içine girerek ya da dışarıdan ona muhtelif çağrılarda bulunarak HDP’nin bu yönelimini değiştirmek mümkün değildir. Zira HDP ile sınırlı olmayan bu sorun HDP’nin arızi olarak benimsediği kimi yanlış tutumlardan değil bizzat HDP’nin parlamentarist kuruluş mantığından kaynaklanmaktadır. Solun içinde bulunduğu kriz ancak rejimin krizine ve Erdoğan’ın saltanatına bir kitlesel emekçi sefer berliği ile son vermeyi hedefleyen bir partinin kurulmasıyla çözülür. Kriz böylesi bir seferberliğe önderlik edecek komünist pusulaya sahip devrimci bir parti kurulduğu takdirde son bulacaktır. HDP’nin içinde kalarak yahut içine girerek böyle bir partiyi yaratma çabası akla ziyan bir girişim olduğu kadar, sol içindeki zaten bozuk olan örgüt anlayışının daha da çürümesine yol açacak böylelikle devrimci bir partinin kurulması yolunda yeni bir engel yaratacaktır.

Buna karşılık solun krizine HDP’nin dışında, onun frenleyici etkisini kıran bir devrimci parti kurarak son vermek HDP’yi yok saymak, onun merkezinde olduğu rejim kriziyle ilgilenmemek, ona yönelik saldırıları umursamamak anlamına gelmez. Bilakis rejimin krizini temel alan bu krizin ancak kitlesel bir emekçi seferberliği ile ezilenlerin lehine çözülebileceğini savunan bir hatta ilerlemek gerekir. Bu aynı zamanda düzen güçlerinin tüm saldırıları karşısında HDP’nin yanında eylemli bir şekilde yer almak, mahallelerde Erdoğan’a karşı halk toplantıları, kitle etkinlikleri ve yürüyüşler düzenlemek için solun en geniş kesimlerine eylem birliği çağrısında bulunmak anlamına da gelir. Böylesi çağrıların amacı bu türden eylem birliğine karşı olan kesimleri ikna etmek değil, devrimci güçler nezdinde kimin Erdoğan’a karşı kitlesel bir mücadele etmeye niyetli olup kimin olmadığını pratik olarak sergilemektir. Devrimci partiyi kurmak için KöZ’ün arkasında buluşan güçlerin bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da takipçisi olacakları tutumun özeti budur.

Paylaş