Kaybettiklerinin Farkında Olmayanların Yeni Mevziler Kazanması Mümkün Değildir

0

[Aşağıdaki yazı Köz Gazetesinin Aralık 2000 sayısında yayımlanmıştır.]

2000 yılının son ayı, hiç kuşkusuz, bu topraklarda cezaevlerindeki devrimcilere yönelik en kapsamlı ve sistematik saldırı ile anılacak.
2000 yılının son günleri aynı zamanda uzunca bir sürece yayılmış bulunan bir dönemin kapanışına sahne oldu. Devletin yıllardır giremediğini itiraf ettiği 20 cezaevinde devrimci tutsakların onlarcasının ölümü kucaklayarak pek çoğu ağır yaralar alarak sürdürdükleri direniş kırıldı. F tipi cezaevlerinin kapıları açılıp, sağ
kalan devrimci tutsakların üzerine kapandı.

Devrimciler açısından sorun sadece yüzlerce devrimcinin, üstelik epeyi örselenmiş ve bugüne kadar zindan direnişlerinde görülen en büyük zayiatı almış olarak F tipi cezaevlerine konmuş olmasıyla kalmıyor. Aynı zamanda Ulucanlar ve Burdur’un
peşinden belli başlı 20 cezaevindeki bütün mevzilerin bir çırpıda kaybedilmiş olması söz konusu. Besbelli ki zindan direnişleri bundan böyle bambaşka bir çehre kazanacak, yeni yöntemlerin ve taktiklerin geliştirilmesini bugüne kadar izlenen mücadele çizgilerinin sorgulanıp gözden geçirilmesini dayatacaktır.

Devlet açısından en azından «on yıldır girilemeyen cezaevlerine nihayet girebilmiş» olmayı ifade ediyor bu saldırı; F tipi uygulamasının fiilen başlamış olması da cabası. Bu nedenle o cenahta söz konusu gelişmenin sık sık «cezaevi sorununun çözülmesi» olarak ifade edilmesi anlaşılmaz değildir. Ne var ki, düzen saflarındakiler bile sorunu bu dar çerçevede görmemektedir; değildir zaten. Açıkça ifade edilse de edilmese de, bu saldırı seçmeli bir terör eşliğinde ve gerici reformların kurumlaşmasıyla yol alan devletin yeniden yapılandırılması ihtiyacının önemli bir kertesini oluşturmaktadır. Bu nedenle de cezaevlerindeki çatışmanın akıbeti sınıflar mücadelesindeki güçler
dengesinin şekillenmesinde önemli bir etken olarak görülmelidir.

Nitekim daha şimdiden bu durum kendini belli etmektedir zamanla daha da netleşecektir. Sırf bu nedenle bile, 2000 yılının son ayına damga vuran cezaevi saldırılarını ve buna karşı gösterilen direnişi tek başına ve kendi içinde ele almak yanlış olur. Doğrusu son zindan direnişini hem devrimci hareketin gelişim seyri içinde hem de sınıf düşmanı cephesindeki kabuk değiştirme gayretlerinin ışığı altında ele almaktır.

Aralık’ta başlayan ve özellikle Çanakkale ile Ümraniye cezaevlerindeki direniş nedeniyle ancak dört günde tamamlanabilen operasyonun sonucunda devrimcilerin cezaevlerinde yıllar boyunca oluşturdukları ve bugüne kadar ağır bedeller pahasına korudukları mevzilerin kaybedilmesi önemli bir dönemeç noktasıdır. Ama bu nokta yalnızca cezaevlerindeki mücadele bakımından bir dönüm noktası olarak kabul edilmemelidir. Öte yandan bu dönüm noktası yalnızca devrimci hareketin evrimi çerçevesinde bir dönemeç de değildir. Aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti devletinin uzun yıllardır sancılı ve dolambaçlı bir yoldan geçerek izlediği kabuk değiştirme gayretleri bakımından, özellikle de 28 Şubat dönemecinden sonraki sürecin önemli bir eşiğine işaret etmektedir. Bu nedenle her ne kadar bizi en yakından ilgilendiren yanı cezaevlerindeki direniş ve akıbeti olsa bile, bu olguyu tablonun bütünü içinde ele alıp, sınıf mücadelesinin seyri ile, sınıflar arası güçler dengesinin durumunu ve olası gelişme dinamiklerini hesaba katarak irdelemek gerekir.

Bu çerçevede mevcut durumda peşin peşin söylemekte yarar var: 2000 yılı sona ermekteyken, yaşadığımız topraklardaki sınıflar mücadelesinde bir dönem kapanmakta, yeni bir dönem açılmaktadır. Ama bu yeni dönem sınıf mücadelesinin temel dinamikleri, komünistlerin öncelikleri ve görevleri bakımından yenilikler getiren bir dönem değildir. Yenilik sınıf mücadelesindeki güçler arasındaki dengenin değişmesi bakımından bir yeniliktir.

(Kapanmakta olan dönem ilk belirtileri 1995 Gazi Ayaklaması ile apaçık görülen ve bu ayaklanmanın rüzgarını arkalarına alan devrimcilerin bir doruk noktasını yakaladıkları 1996 1 Mayısı’ndan itibaren, daha doğrusu 1996 ölüm orucu eylemlerinin sonuçlandırılmasından itibaren inişli çıkışlı bir süreçte adım adım geri düştükleri dönemdir. 1996’daki ölüm oruçlarından itibaren komünist devrimciler bu gidişe dikkat çekmiş ve liberal savrulmaya karşı bir devrimci barikat oluşturma yönündeki çabalara ortak olmuşlardır. Ne var ki gelişmelerin yönünü önceden görmüş olmanın tek başına bir işe yaramadığı bir kez daha burada görülmüştür. Liberal tasfiyeci dalga büyüyerek gelirken bu dalganın gelişini en erken görenler tasfiyecilikten en erken nasiplerini alanlar olmuştur.)

Nitekim bugün her ne kadar hem cezaevindeki direnişin çapı, hem de dışarıdaki destek eylemlerinin boyutları daha büyük görünmekle birlikte, arada geçen yıllarda gerici reformların yol alması önlenememiş, liberal tasfiyeci dalganın önü kesilememiş olmasının anlamı da belli olmaktadır. Saldırının çapının daha büyük oluşu ve daha etkili bir darbenin alınması bundandır. Aslında bugün sözünü ettiğimiz yeni dönemin ilk evresinin Öcalan’ın rehin alınmasını izleyen süreçte açıldığını söylemek de yanlış olmaz. Bu durum dahi güçler dengesinin
değişmesine yol açan başlı başına bir etken olmuştur. O günlerden itibaren, PKK’nin tasfiyesinin aynı zamanda diğer Türkiyeli devrimci akımların saflarında tasfiyeci eğilimlerin artmasına ve liberalleşme yönündeki basıncın yükselmesine yönelik bir etki yaratacağı saptanıp söylenmiştir.

Zindanlardaki direnişin kırılması ise sürecin beri taraftaki (yani Türkiye tarafındaki) ayağına ilişkin sert bir dönemeci ifade etmektedir. Cezaevlerindeki durum net ve kesin şeklini almasından itibaren bu dönemeç daha belirginleşecektir. PKK’nin evrimiyle belirlenen bir önceki evreden beslenen bir tasfiyeci dalgaya hazırlıklı olmak gerekir. Önümüzdeki günler devrimci hareket saflarında bu dönemecin bilince çıkarılması doğrultusunda yoğun bir dikkat ve tartışmaya gebedir. Pek çok cenahtan açık ya da örtük muhasebe girişimleri yapılacaktır. Belli başlı akımlar arasında tıpkı kolektif başarıları kendi hanelerine yazabilmek için yapılışına alışkın olduğumuz türden hırçın bir rekabet ivmelenecektir. Ama bu kez sürecin sorumluluğunu üstlenmekten kaçıp tüm günahları birbirlerinin sırtına yüklemek üzere, öncekilerden daha hırçın bir yarış olacağından kuşku duyulmamalıdır. Nitekim, bu sürecin ilk işaretleri Öcalan’ın ele geçirilmesini izleyen günlerden itibaren görülmüştür. Hatta önümüzdeki günlerin nasıl polemiklere gebe olduğunu daha operasyon başlamadan başlayan “provokasyon” tartışmalarına bakarak kestirmek mümkündür.

Liberaller, reformistler ve cezaevlerindeki saldırının doğrudan muhatabı olmayanlar zindan direnişlerinin akıbetinin sorumluluğunu taşımadıklarını düşünüp, bunun sonuçlarından da etkilenmeyecekleri hayaline kapılabilirler; fena halde yanılırlar.
Yanıldıkları daha şimdiden belli olmaktadır. Önümüzdeki dönem gündeme gelecek olan tartışmalar teorik tartışmalar değil, bir
devrimci muhasebe ihtiyacını ifade eden tartışmalar olacaktır. Bu tartışmaların esas tarafları arasında, mücadele içinde yer almadığı için yenilgilerin başarısızlıkların sorumluluğunu üstlenmekten kaçanlara, yahut sadece boyu kadar sorumluluk almaya razı olanlara yer olmayacaktır. Böylesine kritik bir dönemeçte sağlıklı bir devrimci muhasebe ancak “evet biz de yenilenlerin tarafındayız” deme sorumluluğunu gösterenlerin arasından çıkacaktır.

Komünistlerin birliğini savunanlar, sınıf mücadelesinde proletaryanın karşı karşıya bulunduğu açmazların başarısızlıkların devrimci bir önderlik eksikliğinden ötürü olduğunu savunuyor. Bu eksikliğin sorumluluğunu da başkalarında değil kendilerinde gören ve örgütsel sorunların kavranışında ortaklaşan komünistleri tek bir parti çatısı altında birleştirmeyi hedefliyor.

Paylaş