Gezi Ayaklanması Aynasında Solun Görmezden Geldikleri

0

Bu yazı Ağustos 2013 tarihli KöZ Gazetesi 32. sayısında yayımlanmıştır.

Taksim’den başlayıp ülke çapına yayılan eylemler Haziran ayı boyunca solun gündeminde kaldı ve daha da kalacağa benziyor. 31 Mayıs’ta başlayan hareket, ne kimsenin önceden tahmin edebildiği ne de süreç devam ederken müdahale edilebildiği kendiliğinden bir ayaklanmaya dönüştü. Sol akımlar hazırlıksız yakalandıkları bu hareketlenme karşısında devrim çağrısı yapmaktan “Bu bir beyaz yakalı/ulusalcı harekettir, bundan bir işçi hareketi çıkmaz”a varan türlü türlü tutumlar aldılar.

Bu yorum bolluğunda sosyal medyanın öneminden polis şiddetine kadar birçok tartışma ve tespit sol basının web sitelerinde ve yayınlarında sayfalarca yer tutarken, dile getirilmeyen tek şey ayaklanmayı bir devrimle taçlandıracak Bolşevik tipte bir devrimci partiye duyulan ihtiyaç oldu. Gezi Parkı’ndan bir parti çıkarmayı tahayyül eden (ve de parti kuruluşunu gerçekleştiren!) yahut şu veya bu şekilde “Bu harekete bir parti lazım” diyenlerin de kastettiği, Bolşeviklerinki gibi bir parti değildi. Devrimci bir partinin gereğini ve önemini kavramakta eksik kalan sol akımların bu eksiklikleri Gezi Parkı hakkında yaptıkları değerlendirmelerde de kendini buldu.

Bu yazıda söz konusu hatalı değerlendirme ve yaklaşımlara tipik örnekler olarak gösterebileceğimiz birkaç örneğe değineceğiz.

Gezi Ayaklanması hiçbir sol örgütün önderliğinde yahut etkisinde ne başladı ne de gelişti. Parkın boşaltılmasından sonra farklı bir biçime bürünen ayaklanma yine solun etkisiyle de son bulmadı. Bu elbette “flamasız Gezi Hareketi” savunucuları için sevindirici bir durumdu. Bu durumun farkında olarak veya olmayarak çoğu sol akım güçleri yettiğince Gezi Parkı’nda ve Taksim Meydanı’nda ayaklananlarla omuz omuza mücadele etmeyi seçtiler. Sol hareketlerin ayaklanmanın ilk günü verdiği nispeten sınırlı destek, ertesi günlerde katlanarak büyüdü. Bu esnada kimi sol akımlarsa yaşadığımız toprakların en büyük ayaklanması olarak gösterilen, kitlenin devleti Taksim Meydanı’ndan atmayı başardığı bu ayaklanmaya çeşitli sosyolojik analizleri, “kitle profillerini” gerekçe göstererek katılmadılar.

Marksist Tutum, 99. sayısında ayaklanmaya neden katılmadıklarını açıktan açığa belirtmese de Gezi Ayaklanması hakkındaki tutumlarını “Kapitalist Talana ve Polis Terörüne Karşı İsyan Büyüyor” başlıklı imzasız yazıda ifade ediyor. Yazı, neredeyse herkesin hemfikir olduğu tespitlerle başlıyor:

“Taksim Gezi Parkı’nın sermaye tarafından talan girişimini engellemek üzere başlayan protesto eylemleri birkaç gün içinde hızla yaygınlaşarak ülke çapında hükümet karşıtı bir isyana dönüşmüş durumdadır.

Hızla genişleyen bu hareketlilik, şimdiden önemli bir kırılma noktasını temsil etmektedir. On yılı aşkın iktidar döneminde AKP ve Erdoğan ilk kez bu şekil ve ölçüde bir darbe almıştır. AKP’nin muhtelif ileri gelenleri ve sözcülerinin beyanatlarının arz ettiği dağınıklık da içine düştükleri durumu göstermektedir.

Sorunun basitçe bir ağaç ya da kentsel duyarlılık sorunu olmadığı çok açıktır. Bu taleple başlayan hareket içinde geniş kitleler, AKP hükümetinin toplumu kontrol altına alma ve boğazını sıkma uygulamalarına karşı öfkelerini ortaya koymaktadırlar.”

Buna benzer tespitlerden sonra yazıda ayaklanmanın bileşenleri hakkındaki tespitlere geçiliyor ve ayaklanmaya ve parktaki eylemliliklere katılmayan bu akım -herhalde katılanlara öneri niteliğinde olacak- bir takım ödevler belirliyor:

“Örgütlü işçi hareketinin zayıflığı ne yazık ki buradaki en büyük eksikliktir.

Devlet güçlerine karşı ciddi bir direniş sergileyen geniş ve dinamik bir kitle ortaya çıkmıştır. Hiç şüphesiz burada değişik renklerden sosyalist çevrelerin katkısı bulunmaktadır. Ancak örgütlü proleter sınıf hareketi devreye girmedikçe, genelde örgütsüz olan bu dinamik sönme ya da piyasadaki en büyük hükümet karşıtı güç olan CHP gibi ulusalcı odakların elini güçlendirme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Örneğin işçi sınıfını doğrudan ilgilendiren taleplerin ön plana çıkarılarak, sendikalardaki, fabrikalardaki işçilerin örgütlü biçimde mücadeleye katılması, grevlerin ve diğer işyeri eylemlerinin örgütlenmesi vb. bu yolda atılabilecek çok önemli adımlar olacaktır.

…[asıl] olan örgütlü proleter sınıf dinamiğini güçlendirmek ve emekçi kitleleri Kemalistlerin/ulusalcıların eline bırakmamaktır.”

Marksist Tutum’a göre, “işçi sınıfını doğrudan ilgilendiren talepler”in ön plana çıkarılması gerekmektedir. Bu taleplerden kastedilen kuşkusuz ki sendikal mücadele ve grevlerle elde edilebileceğini düşündükleri ekonomik taleplerdir: taşeronlaşma, iş koşullarının düzeltilmesi… Oysa, alana yansıyan “barınma hakkı” ve “eğitim hakkı” talepleri, evleri başlarına yıkılan ve eğitim hakkından mahrum bırakılan işçileri “doğrudan” ilgilendiren talepler değil midir? AKP karşıtı bir mücadele, kaçınılmaz olarak işçi sınıfını ilgilendirir; zira bu saldırıların baş müsebbibi AKP iktidarından başkası değildir.

Bütün bunları bir yana bırakırsak bile, “örgütlü işçi hareketi”nden kastedilen işçi sınıfının çoğunluğunu oluşturmayan, “sendikalardaki, fabrikalardaki işçilerin” örgütlü hareketidir; bununla işçi sınıfının en ezilen ve sömürülen, sendikasız ve sigortasız çalışan kesimlerini kapsayan bir örgütlülüğün kast edilmediği bir sır değildir.

Gezi Parkı’ndan yayılan ayaklanma süresince BDP’nin rolü, eylemlere katılanların sınıfsal profilleri kadar ilgiyi göremedi. Ayaklanma boyunca BDP’nin alandaki zayıf varlığı, müzakere sürecinin etkisiyle ilişkilendirildi. Zira, müzakerenin bir tarafı olan BDP’nin ve dolayısıyla işçi sınıfının en çok sömürülen Kürt emekçilerinin Gezi’deki sınırlı varlığı da ayaklanmanın büründüğü hali belirleyen en önemli etken oldu. Halbuki, sol Gezi’nin farklı yönlerine dair türlü türlü tespitlerde bulunurken çözüm süreci ile Gezi’yi ilişkilendiren akımlar da sınırlı oldu. Bu istisnaların bir tanesi Yürüyüş dergisi idi. 371. sayısında Yürüyüş dergisi, “Kürt Milliyetçi Hareket AKP Faşizminin Yanında Değil, Direnen Halkların Yanında Olmalıdır!” başlıklı yazıda bu ilişkiyi şöyle inceliyor:

“Kürt milliyetçi hareketin tüm politikalarını belirleyen uzlaşmacılıktır. Halk ayaklanması Kürt milliyetçi hareketin uzlaşmacı politikalarına hizmet etmiyorsa yanlış yoldadır. Karayılan; “Bunun doğru yola kanalize edilmesi ve demokrasinin gelişmelerine dönük daha doğru yöntemlerle sürdürülmesi halinde Kürdistan’da gelişen süreçle birleştirilinebilirdi” diyor. Birleştirilememişse o zaman halk ayaklanması yanlış yoldadır. Tüm çabaları direnişi kendi politikalarına yedeklemek üzerinedir. Bunu başaramayınca da Diyarbakır’daki Kürt Konferansı’nda olduğu gibi görmezlikten geliyorlar. Ayaklanma hakkında tek bir kelime etmiyorlar.

..Kürt milliyetçi hareket halk ayaklanmasının çözüm sürecine zarar verdiğini düşünerek bir an önce bitmesinden yanadır.”

Gezi’de patlak veren ayaklanmanın yarattığı iklimde AKP, BDP ve onun temsil ettiği kesimleri “çözüm sürecini baltalamak” bahanesiyle hem dışarıda tutmaya hem de sol nezdinde itibarsızlaştırmaya çalışmıştı. Doğrusu, başlangıçta eyleme vekilleriyle ve tabanıyla sembolik destek veren; parktaki yıkım faaliyetini de bir vekiliyle durduran ve gündeme sokan BDP, ayaklanma ilk haftayı doldurduktan sonra “sembolik destek”ten vazgeçip eylemlerin bir bileşimi olmaya karar verdi. Böylelikle de, hükümetin bu ayaklanmanın emekçilere yayılmasını önlemek için BDP’yi itibarsızlaştırma ve tecrit politikaları, suya düşmüş oldu. Bunu da hükümetin parkı boşaltma kararı alması takip etti. Dolayısıyla, BDP tarafında ne bir “uzlaşma” ne de ayaklanmayı görmezden gelme bir tutum söz konusu olmadı. Kaldı ki neredeyse bütün gündemleri askıya alan bir ayaklanma karşısında, Türkiyeli bir siyaset olduğunu iddia eden BDP bu konuda bir tutum takınmak, dolayısıyla bir şeyler söylemek ve bir siyaset belirlemek zorundaydı.

Bütün bunlara ek olarak, BDP’nin ayaklanmada inisiyatif almasını doğrudan müzakere sürecini tehlike altına sokacak bir hamle olarak algılamak, müzakere sürecinin doğru değerlendirilmediğine işaret eder. Müzakere sürecinde inisiyatif sahibi olan taraf AKP hükümeti değildir; zira, AKP’nin “çözüm süreci” denilen sürece dair ne bir planı ne de somut öngörüleri mevcuttur. AKP, açlık grevini takiben patlak veren kitlesel eylemlerle bir anda kendisini müzakere masasında bulmuştur. Sanıldığının tersine, müzakere masasına oturan BDP/PKK değil, AKP’nin ta kendisidir. Dolayısıyla AKP’yi geriletecek her şey –ki burada sözü geçen daha önce niteliksel ve niceliksel olarak benzeri görülmemiş bir ayaklanmadır-, masanın öteki tarafının elini güçlendirir ve iddia edilenin aksine müzakere sürecini baltalamaz. Zira, “çözüm süreci” adıyla anılan bu proje AKP’nin projesi değildir.

Gezi Parkı’ndan yayılan eylemliliklerin süregiden “hükümet adım at” eylemleriyle birleşmesiyle, ancak AKP’ye daha karşı kitlesel ve birleşik bir eylemlilik mümkün olur.

İçinden geçtiğimiz çağın en yakıcı ihtiyacı olan “devrimci parti” ise solun gündeminde pek fazla yer almadı. Bolşevik tipte örgütlenmiş bir devrimci partinin olmadığı koşullarda, Gezi Ayaklanması gibi bir ayaklanmanın bir proleter devrimle sonuçlanmasının mümkün olmadığı sık sık KöZ sayfalarında yerini buldu. Zira bu, yeni bir tespit de değildi; KöZ, kitle hareketlerinin ivmelenmesine göre de kendi varlık nedenini oluşturan bu tespiti hatırlıyor değildi.

Gezi Ayaklanması, içinde bulunduğumuz emperyalizm ve proleter devrimler çağının kaçınılmaz bir sonucu olan ayaklanmalarının ancak Bolşevik bir önderlikle proleter devrimle taçlandırabileceğini gösteren “kaçırılmış” bir başka fırsat oldu. Aynen Mısır gibi, Avrupa ve Latin Amerika ülkelerindeki ayaklanmalar gibi.

Solun devrimci partinin rolü hakkındaki görüşlerini ise Gezi Ayaklanması süresince kime nasıl görevler düştüğünü ilan etmelerinden kabaca da olsa anlamak mümkün.

Kaldıraç’ın 144. sayısında, “Halk düşmanları!” başlıklı ve “Kaldıraç Okurları” imzalı yazıda da sola yönelik şu görevler tarif ediliyor:

“Bu hareketi daha da büyütmek, daha da örgütlü hale getirmektir görev. Artık yeter, söz sokaktadır ve ayaklar baş olmak için mücadeleyi yükseltmelidir. İşçiler, emekçiler şimdi kendi talepleri için sokağa çıkmalı, genel grev, genel direniş örgütlemelidir. Her mahalle, her okul, her fabrika eylem alanıdır. Her alanda taleplerimizi haykırmalıyız. Her alanda halk komiteleri kurmalı, kararlar almalıyız.”

Kaldıraç’a göre, “İşçiler, emekçiler şimdi kendi talepleri için sokağa çıkmalı”dır. Ancak sözü geçen işçi ve emekçileri kendi talepleri etrafında kimin sokaklara taşıyacağı ve yönlendireceği açık değildir. Böylesi bir beceri ancak devrimci bir partiden bekleyebileceğimiz bir beceridir; ancak Kaldıraç bu görevi kitlelerin omzuna yüklemektedir. Kaldıraç devrimi halktan beklemektedir.

Marksist Tutum ise asıl olanın sendikalarda örgütlü olan işçilerin bileşiminin arttırılması olarak görüyor fakat bu görevi kime biçtikleri belli değil – kendilerinin önünde böyle bir görev olduğunu kastediyorlarsa da bu görevi ayaklanmaya dahil olmayarak nasıl yerine getirebilecekleri ise bambaşka bir tartışma konusu. Ayrıca, Marksist Tutum’un savlarının aksine, geçtiğimiz günlerde deneyimlediğimiz ayaklanmanın devrimle sonuçlanmayacak olmasının asıl sebebi bu ayaklanmaya katılanların sınıfsal profili değildir. KöZ sayfalarında defaatle vurgulandığı gibi bu ayaklanmaya önderlik edebilecek ve onu devrime taşıyacak bir öznenin, yani devrimci bir partinin henüz inşa edilememiş olmasıdır.

Yaşadığımız proleter devrimler ve emperyalizm çağında kitle ayaklanmalarının patlak vermesi bir “sürpriz” değil. Zira, bu çağın en belirgin özelliği dönemsel olarak kitle ayaklanmalarıyla ve ulusal kurtuluş mücadeleleriyle sarsılmasıdır. Bu açıdan Gezi Ayaklanması Türkiye burjuva siyasetini uzun vadede sarsacak olsa da KöZ’ün arkasında duran komünistler için “emperyalizm ve proleter devrimler” çağını kapatıp başka bir çağı açacak, örgütlenme ve varlık sebebimizi gözden geçirmemizi gerektirecek bir gelişme değildir. Bu ayaklanmayı devrimle taçlandırabilecek bir komünist parti bulunmasa da, KöZ’ün arkasında duran komünistler böyle bir partinin inşası yolunda verdikleri kavgada parti mücadelesi için bu ayaklanmadan azami derecede faydalanmaya gayret etti; bu gayretlerine devam edecek.

Paylaş