[Bu yazı Komünist KöZ Gazetesi’nin Aralık 2011 tarihli özel sayısında yayımlanmıştır.]
Dersim konusu daha önce Onur Öymen’in “Dersim’de analar nasıl ağladıysa şimdi de ağlaması normaldir” anlamına gelen sözleriyle CHP’yi karıştırmıştı. Şimdi de Tunceli milletvekili Hüseyin Aygün’ün beyanlarıyla yeni bir tartışma tetiklenmiş bulunuyor. Onur Öymen sözlerini AKP’nin sözde Kürt açılımına itiraz etmek için sarfetmişti. Aygün üzerinden gelişen tartışma ise görünüşe göre tam aksi gibi, güya AKP’nin daha fazla açılım yapmasını kışkırtan bir çıkış olarak algılanmaktadır. Bu aykırı görünüşe rağmen her iki olayın asıl ortak yanı CHP içindeki hizip kavgasıyla ve AKP-CHP rekabeti ile Dersim konusundan daha fazla ilişkili olmaları ve giderek sıkışmakta olan AKP iktidarının ferahlamasına hizmet etmeleridir. Bununla birlikte her ne kadar Öymen söz konusu açıklamasını bizzat yapmış olsa da, Aygün’ün çıkışı kendi inisiyatifinden ziyade AKP destekçilerinin inisiyatifiyle olmuştur. Esasen Zaman gazetesindeki röportajında söyledikleri Aygün’ün ilk kez şimdi Zaman gazetesindeki söyleşide dile getirdiği fikirler değildir. Daha önce başka vesilelerle benzer sözleri sarfetmiş ve yayınlamış olsa da aynı yankıyı yaratmamış olması da tesadüf değildir. Aygün’ün AKP’nin yeni bir açılım havası yaratması için kullanıldığı besbellidir. Nitekim Zaman’daki röportajından sonra patlak veren tartışmaların ardından kendisi de yanlış zamanda ve yanlış yerde konuşmaktan pişmanlığını dile getirmede gecikmemiştir.
Öte yandan AKP hükümeti Dersim tartışmaları sürmekteyken, muharrem ayı ve aşure matemi vesilesiyle diyanet işleri üzerinden yeni bir ‘ilki’ daha gündeme sokmuştur: devlet ilk kez Alevilerin (her ne kadar ön planda esas olarak ‘kızılbaşlar’ değil de Caferiler görünse de) en önemli ibadetlerinden birine resmen katılmıştır.
Böylece, AKP’nin bu Dersim tartışmalarından neyi murat ettiği daha net anlaşılmaktadır. AKP’nin Dersim tartışmaları vesilesiyle yapmak istediği sadece Kılıçdaroğlu’nu müşkül durumda bırakmakla sınırlı değildir. Alevilere şirin görünmek ve Kürtleri bu eksenden bölmek için bir kez daha yeni bir tertip peşindedir. Hepsinden önemlisi de bu yeni ‘Dersim açılımı’nın gölgesi altında Kürtlere karşı halihazırda yürütülmekte olan saldırı ve operasyonların üzerini örtmek istemektedir. Erdoğan Dersim’de yapılanlar nedeniyle devlet adına özür dilerken bile Dersimlileri genel olarak Kürtlerden ayırmakta onların Kürt kimliğinden ziyade Alevi olmalarına gönderme yapmaktadır. Ama beri yandan Kürtlere yönelik baskı ve saldırılarını sürdürdüğü gibi, Madımak davasının zaman aşımı bahanesiyle rafa kaldırılması için hakimlerine talimat vermektedir.
Solda Bir Kafa Karışıklığı Hakim
Bütün bu manevralar olup biterken ise, sol hareket adeta suskun kalmış durumdadır; hiç değilse gereği kadar etkin olmadığı açıktır. Bu suskunluğun ardında birden fazla neden vardır.
Bir yanda tıpkı daha önceki sözde açılımlarda olduğu gibi, ‘gölge etmeyelim AKP bizim yerimize kemalizme darbe vurmaya devam etsin’ diye düşünenler vardır. Bunlar esas mücadelenin ittihatçı tepeden inmeci Kemalist geleneğe karşı yürütülmesi gerektiğini ve bunu kim yaparsa yapsın desteklemek gerektiğini düşünen liberaller veya onların etkisi altındaki kesimlerdir. Bir yanda ergenekoncular, MHP ve bunlar gibi şoven akımların takipçileriyle kuyrukçuları vardır; bunlar Dersim’de devlete karşı bir ayaklanma olduğu ve bu ayaklanmanın da ‘hak ettiği gibi’ bastırıldığını savunmakta ve bu ve benzeri her hareketin aynı biçimde bastırılmasının meşru ve gerekli olduğunu savunmaktadırlar. Buradan hareketle bugün de BDP’nin aynı sertlikte ve taviz vermeden bastırılması gerektiğini söylemek için Dersim tartışmalarından yararlanmak isteyenler bunlardır. Onur Öymen’in iki yıl önceki Dersim çıkışı da tastamam bu çerçevededir.
Bir yanda da her zaman olduğu gibi orta yolda durmak suretiyle bu iki kamptan ayrı kalabileceği zehabına kapılanlar vardır. Ne yazık ki solu oluşturan kesimlerin neredeyse tamamı bu çerçeveye girmektedir. Açıkçası solun bu tutumunun ardında yatan başlıca etken kemalizm konusundaki hatalı bakış açısıdır. Bu bakış açısı esasen kemalizmin şu ya da bu evresinde ilerici bir rol oynadığı kabulünden ileri gelmektedir. Kemalizm konusunda 71 çıkışının son halkasını oluşturan İbrahim Kaypakkaya’nın tutumu en ileri olandır. Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren Türkiye’de faşist bir diktatörlüğün hüküm sürdüğü tespitini yapan Kaypakkaya açısından, elbette Dersim ayaklanmasının bastırılmasının ardında ‘Kemalist faşist diktatörlük’ bulunmaktadır. Bununla birlikte, bu tutum esasen Dersim ayaklanması hakkında bir şey söylememiş olmaktadır. Daha doğrusu genel olarak söylendiği gibi Dersim’de 1930’lu yılların sonunda olanları bir katliam olarak göstermekte olanlarla aynı tutumu paylaşmaktadır.
O zaman değilse de uzun zamandır, solun şovenizme karşı tutum alan tüm kesimleri Dersim sorunu gündeme geldiğinde Dersim’in ilk ve son katliam olmadığı konusunda hemfikirdir. Buna karşılık TKP ve onun izinden gidenler ise, o zamanki TKP’nin de savunduğu gibi, Dersim ayaklanmasının bastırılmasını ve diğer Kürt ayaklanmalarını ‘kemalizmin modernleşme hareketine karşı gerici-feodal direnişler’ olarak görmekte, ve bunların bastırılmasını da olumlu ve ilerici bir iş olarak tarif etmeye devam etmektedir.
Kaypakkaya’nın Eksik Kalan Çıkışı
Mamafih bu sosyal-şoven damarın takipçileri bir yana, hiç değilse 71 kopuşundan beri, Şeyh Sait ayaklanması diye tarif edilegelen Azadi hareketinin bastırılması veya İhsan Nuri önderliğindeki Ağrı, Zilan ayaklanmasının bastırılmasına işaret ederek Dersim’de 1938’de olanın bu katliamlar zincirinin bir halkası olduğunu söylemek adettendir. Bu bakımdan Kaypakkaya’nın cumhuriyeti başından itibaren ‘Kemalist faşist diktatörlük’ olarak tarif eden tutumu bir tutarlılık arzetmektedir. Ama Kaypakkaya aynı zamanda da fiili işgal koşullarında emperyalizme karşı direnmeyi meşru ve ilerici olarak kabul eder. Dolayısıyla Kuvayı Milliye hareketini de bu çerçevede ilerici bir hareket olarak görmek icap eder. Pekiyi bu takdirde cumhuriyetin tesisinden önce gerçekleşen Koçgiri ayaklanmasının bastırılması nereye girecektir? Her ne kadar Kaypakkaya Mustafa Suphi ve yoldaşlarının ‘Kemalistlerce katledilmelerine’ dikkat çekip bunu lanetlemiş olsa da, bu sorular onun öne sürdüğü tezler çerçevesinde cevapsız kalmaktadır. Onun takipçileri ise söylediklerini tamamlayıp geliştirme konusunda bir adım dahi atabilmiş değildir.
Oysa bu soruların işaret ettiği çelişkiler sadece bu tarihsel olayların açıklık kazanmasına ve bunlar karşısında tutarlı bir tutum alınmasına engel olmakla kalmaz. Aynı zamanda Kuvayı Milliye hareketinin hiç değilse bir evresinde (ki o evrenin sınırları da muğlaktır) meşru ve olumlu olarak görülmesi anlamına gelir. Bu tutum doğrudan doğruya Şefik Hüsnü ile Mustafa Suphi arasındaki ayrımı yapan Kaypakkaya’nın dolaysız bir görüşü olarak ele alınamaz. Zira bu tutum Komünist Enternasyonal’in beşinci kongresindeki tartışmalar sırasında Şefik Hüsnü TKP’sinin ve Cen Du Siyu ÇKP’sinin de aktif destekleriyle Manuilsky’nin yönettiği oturumda kabul edilen ve İkinci ile Dördüncü Kongre kararlarını revize eden revizyonist tutumu ifade eder. Nitekim Şefik Hüsnü TKP’sini kemalizmin kuyruğuna takarak iğdiş eden çizgi de, ÇKP’yi Kuomintang’ın içine hapseden çizgi de bu revizyonist kararların ilk uygulamaları olmuştur. Kaypakkaya Şefik Hüsnü ile Mustafa Suphi TKP’leri arasında ayrım yaparken bu ayrımın ardındaki uluslararası çizgiye değinmemiş ve Kemalist hareketin baştan itibaren karşı devrimci bir çizgiyi temsil ettiğini de tespit edememiştir.
Ne var ki bu yanılgı sadece Kemalizme ilişkin bir yanılgı olarak kalmış da değildir. Hala aynı yanılgı Türkiye’de sosyal şovenizmden kopmuş akımlarda bile, değişik vesilelerle kendini göstermeye devam etmektedir. Kemalizme şu ya da bu evresinde bir ilerici işlev vehmedenler yeri geldiğinde Saddam Hüseyin’in, Kaddafi’nin veyahut Beşşar Esed’in emperyalistler karşısında desteklemeyi de aynı tutuma dayanarak savunmaktadırlar.
Bu konu göz önüne alındığında Komünist Enternasyonal’in ilk dört kongresinin ve Mustafa Suphi TKP’sinin mirasına sahip çıkan bir komünist partiyi kurmak için mücadele edenler bakımından Dersim konusu gündeme geldiğinde hatırlatılması gereken ve bilince çıkarılması icap eden konuların başında bu revizyonizm karşısında uyanıklığın sağlanması gelmektedir.
Öte yandan, Dersim sorunu ve benzeri başka örnekler söz konusu olduğunda sorunu bir katliam olarak ele alma alışkanlığı da başlı başına bir sorundur. Gerçi Dersim’de bir katliam olduğu besbellidir. Koçgiri’de ve başka yerlerde de öyle. Pekiyi ama sorunun sadece bu veçhesi üzerinde çakılı kalan bir tutuma hapsolmak şart mıdır?
Meşruluğu Mağduriyet ve Mazlumluktan Alma Alışkanlığından Kurtulmak Gerek
Dersim ve benzeri deneyimler gündeme geldiğinde sol hareket bu olayları hep mağdur ve mazlum konumuyla anmaktadır. Bu alışkanlık Türkiye’de 12 Eylül’den beri sola hakim olan meşruluğunu mağduriyetinden alma alışkanlığı ile daha vurgulu bir hal almış durumdadır. Bu yaklaşım Kürt isyanlarını da sadece maruz kaldıkları baskılarla anma ve isyancı ve politik yönlerini ört bas ederek salt bir tepki ve muhalefet hareketi olarak algılayıp gösterme yanılgısına zemin hazırlamaktadır.
Bu kusur bir başka mahzuru daha içermektedir; böylelikle Dersim ayaklanması ve başka benzer ayaklanmalar, ne oldukları açısından değil kimler tarafından ve nasıl ezildikleri açısından ele alınmaktadır. Bu yaklaşımla söz konusu ayaklanmalar hakkında bir şey anlamak da mümkün değildir. Daha da kötüsü bu ayaklanmaların meşruluğunu onların hunharca ezilmesinden çıkarsamak bu ayaklanmaların bizatihi haklı ve meşru olduğu konusunun üzerini örtmektedir.
Dersim hareketinin öncesiyle bağı kurulmadığı takdirde de bu kısır döngüden kurtulmak mümkün değildir. Zira bu günlerde daha çok Dersim Katliamı’ diye anılmakta olan Dersim’deki hareket kendi içine kapalı ve tekil yalıtık bir olay olmanın çok ötesindedir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan ve bu kuruluşa giden süreçten beri değişmeyen karşı-devrimci özünün vurgulanması, AKP ve destekçilerinin sözüm ona Kürt Açılımı, Dersim veya Alevi Açılımı kisvesi altında yahut ‘kemalizmin vesayetini sona erdirme’ adı altında yaptıkları iki yüzlü politikaların maskesini düşürecektir.
Dersim Hareketi Diğer Kürt İsyanlarıyla ve Ekim Devrimi’yle İlişkilidir
Bir yanıyla Dersim isyanı ve bu isyanın bastırılması Rusya’daki Şubat devrimi ile tetiklenen ve Ekim Devrimine varan ayaklanmalar ve Sovyet hareketlerinin bir uzantısı olarak kurulan Erzincan Kürt-Ermeni Şura hükümeti ile ilişkilidir. Bu ilişki her şey bir yana sadece Erzincan şurasına bizzat katılan Koçgiri aşireti reisi Alişer Efendi ve eşi Zarife Hanım’ın kişisel serüvenleri üzerinden bile açıkça görülür. Zaten Erzincan şurasının Erzincan ve Koçgiri’den sonra taşındığı Yeşilyazı (Zeranige) köyü de Ovacık’tadır. Şuranın izine en son 1934’te bu köyde rastlanmaktadır. Öte yanda Alişer’in de burada olduğu ve Dersim’e yönelik harekat başladığında Mustafa Kemal’in ‘ya Seyit Rıza’nın yahut Alişer’in kellesini’ istediği de bilinmektedir ve Alişer bunun üzerine pusuya düşürülüp burada öldürülmüştür.
Öte yandan Seyit Rıza İngiltere’ye yazdığı mektubunda daha önceki Kürt isyanlarına ve bunların bastırılmasına işaret ederken Şeyh Sait-Azadi hareketinin yanısıra Ağrı-Zilan-Xoybun deneyiminden de söz etmektedir. Her ne kadar o da genellikle yapıldığı gibi bu olaylara ‘katliam’ olarak yaklaşsa da söz konusu olan bambaşka bir deneyimdir ve bunların Dersim ile ilişkisi de sanıldığından ve ekseri söylenenlerden çok daha fazladır. Bilhassa Xoybun örgütü üzerinden gelişen ve Ağrı-Zilan ayaklanması olarak da bilinen deneyimin önemi ve anlamı büyüktür.
Xoybun Zilan katliamından sonra tekrar Suriye’ye sığınmıştır; İhsan Nuri de oraya geçenler arasındadır. Azadi hareketinin bastırılmasının ardından buraya sığınanlarla da önceden olduğu gibi temas içindedir. Şeyh Said’in küçük kardeşi Şeyh Abdürrahim de bunlar arasındadır. Şeyh Abdürrahim, Dersim’e yönelik harekat başladıktan sonra, 1937’de bir kısım silahlı adamını alarak oraya destek olmak üzere harekete geçmiştir. Ancak aralarına karışan bir muhbir yüzbaşı yüzünden sınırı geçtikten sonra Bismil civarında pusuya düşürülüp adamlarıyla birlikte katledilmiştir.
Bu son örnek de Şeyh Said ve Ağrı hareketleri ile Dersim arasında Erzincan ile olana benzer bir ilişki olduğunu görmeye yeterlidir.
Dersim’in Ezilmesi Mustafa Kemal’in Asıl Misyonunun Bir Parçasıdır
Türkiye söz konusu olduğunda sorunun başında sosyalistlerin ve devrimcilerin kemalizmin gölgesinden tümüyle kurtulamamış olması belirleyici bir önem taşır. Hüseyin Aygün’ün beyanlarıyla tetiklenen tartışmalarda en sık üzerinde durulan konu da bu konuya ışık tutacak bir vesile sunmaktadır. Aygün’ün açıklamalarında hem CHP’yi en çok rahatsız eden, hem de AKP ve onu destekleyen sözüm ona anti-kemalist liberallerin iştahını açan konu ‘Atatürk’ün de Dersim katliamından haberi vardı’ açıklamasıdır. Bu söz üzerine her iki kanattan yükselen açıklama ve tepkilerin hepsi ikiyüzlü ve demagojik tepkilerdir. Solun bütününde ise Kemalizm konusundaki ikircikli tutumlardan ileri gelen bir sessizlik hakimdir. En azından kimse, Atatürk’ün konudan haberi olup olmaması tartışmasının saçmalığına parmak basmaya cüret edememektedir. Oysa Mustafa Kemal’in bu harekattan haberdar olup olmaması, o sırada hasta olup olmaması, gerçeklerin üstünü örtmek için başvurulan demagojik bir ayrıntıdan ibarettir.
Zira Mustafa Kemal’in güya emperyalistlere karşı mücadeleyi başlatmak üzere Samsun’a çıkmasıyla başlayan misyonu zaten en son Dersim’de onbinlerce Kürdün katledilmesiyle tamamlanan bir karşı-devrimci misyondan başka bir şey değildir. Birinci paylaşım savaşı sırasında Rus birliklerinin bulunduğu Batı Ermenistan ve Kuzey Kürdistan’ın bir bölümü doğrudan doğruya Rusya’da patlak veren devrimin etki alanı içine girmişti ve Erzincan Şurası da bu etkinin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştı. Bu çerçevede Rusya’da başlayan İngiliz ve Fransız emperyalistlerinin desteğiyle yer yer de Menşevik ve Sosyalist Devrimcilerin katkılarıyla eski çarlık komutanlarının yönetiminde kurulan karşı devrimci orduların hedefi Ekim Devrimi’nin kazanımlarını tasfiye etmekti. Yine İngilizlerin ve Fransızların inisiyatifleriyle ve Menşevik Ermenilerin katkısıyla Erzincan Şurası’na karşı başlatılan karşı devrim harekatının hedefi de Ekim Devrimi’nin Anadolu topraklarındaki kazanımlarını tasfiye etmek ve bolşevizme karşı bu cephede bir barikat kurmaktı. Bu çerçevede Judeniç, Denikin ve Kolçak gibi eski çarlık komutanlarının misyonları ile Mustafa Kemal, Kazım Karabekir, Fevzi Çakmak vb. gibi eski Osmanlı paşalarının misyonları arasında esaslı bir fark yoktur. Boris Savinkov gibi eski narodniklerin beyaz ordulara katkılarıyla Fransız yabancı lejyonuna katılan Taşnak birliklerinin rolleri arasında da benzerlikler vardır. Aynı dönemde Bolşeviklerden destek talep eden Berzenci veya Simko önderliğindeki hareketlerin ezilmesi ile Erzincan-Koçgiri’deki ve sonra Dersim’deki karşı-devrimci saldırılar arasında da benzerlik vardır.
Bu süreçte eğer Kuvayı Milliye hareketi diğer beyaz ordular gibi doğrudan doğruya bolşeviklere karşı savaşmış değilse, bunun nedeni ne Bolşeviklerin o hareketi ilerici olarak görmesindendir ne de bu karşı devrimci hareketin böyle bir niyet ve misyonu olmamasındandır. Bu durumun asıl nedeni Sovyet hükümetinin Brest Litovsk anlaşmasıyla bu cephede de savaştan çekilmiş olmasıdır.
Buna karşılık Mustafa Suphilerin katledilmesi kadar, Erzincan’dan başlayıp Dersim’e kadar devam eden Kürt hareketine karşı baskı hareketleri ise dolaylı olarak aynı anlama gelen karşı devrimci icraatlardır. Bu bakımdan Mustafa Kemal’in Dersim’den haberi olup olmadığı konusu bu gerçeği örtmek üzere başvurulan bir demagojiden ibarettir.
Bu nedenle bugün Dersim tartışmaları ile gündeme gelen arşivlerin açılması yönündeki taleplerin asıl hedefi bu misyona ilişkin arşivlerin açılması olmalıdır. O takdirde Kemalist hareketin gerçek mahiyeti hakkındaki bütün istifhamlara son verilmiş olacaktır ki zaten bu arşivlerin herkese kapalı olmadığı da besbellidir. Bu nedenle daha önce de KöZ sayfalarında işlediğimiz bu konuyu bu vesileyle bir kez daha hatırlatmak yeterlidir:
‘Hacettepe Üniversitesi’nde okutulan Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Dersi’nin Dr. M. Derviş Kılınçkaya tarafından hazırlanmış olan notlarında da bu tabloya işaret ediliyor:
“İngilizler, bölgedeki etnik çatışmaların durdurulmasını, Erzurum, Erzincan, Bayburt ve Sivas bölgelerinde bir dizi şuralar kurulduğunu ve bunların hemen önlenmesini istemiş, aksi halde kendilerinin bölgeye müdahale edeceklerini bildirmişlerdi. Bunun üzerine hükümet Samsun yöresinde durumu yerinde inceleyip gereken önlemleri almak ihtiyacını duymuş ve bölgeye güvenilir birisinin gönderilmesi için harekete geçmiştir.
Damat Ferit Paşa kabinesi o bölgeye değerli fakat kendi isteklerine göre davranacak bir komutanın gönderilmesini düşünüyordu.
Padişah ve hükümet, dürüst, güvenilir ve iyi bir asker olduğu bilinen ve İttihatçılarla arası açık olan Mustafa Kemal Paşa’yı 30 Nisan 1919’da 9. Ordu Müfettişliğine tayin etmeyi uygun buldu. Mustafa Kemal Paşa’ya görevi sırasında bütün askeri ve sivil makamlara emretme yetkisi de verildi.’”
Erzurum, Erzincan, Bayburt ve Sivas, Erzincan Şurası’nın kurulduğu alanı ifade eder; şura da sovyetin o zamanki Türkçe karşılığından başka bir şey değildir. Resmi tarihte ve oradan kopya çeken solcuların yazılarında 19 Mayıs’ta cumhuriyeti kurmak üzere Samsun’a çıktığı yazılan 9. Ordu Müfettişi’nin resmi görevinin İngilizlerin isteği üzerine bir başka cumhuriyet girişimini önlemek olduğu sadece bu kısa alıntıya bakılsa bile açıkça görülmektedir.
Bir başka deyişle Erzincan Şurası’ndan Dersim’e kadar uzanan muhtelif Kürt ayaklanmalarının ve örgütlenmelerinin arasındaki bağı kuran halkalardan biri besbelli ki M. Kemal’in bu misyonu ve o misyonun devamını temsil eden gerici karşı devrimci cumhuriyettir. Kürt hareketinin bu tarihçesini katliamlar silsilesi olarak izah etme eğilimin ardında yatan etkenlerden biri de bu sürekliliği sağlayan unsurdur. Ama zincirin tamamını birbirine bağlamak için en azından Türkiye solunun hatta bir ölçüde Kürdistan’daki kimi akımların da Kemalizmin bir dönemde ilerici ve meşru bir rol oynadığı saplantısından kurtulmaları gerekmektedir.
Kuşkusuz Kuzey Kürdistan’da gelişen bütün bu hareketler arasında kopukluklar, hatta zaman zaman mezhep ve aşiret ilişkileri nedeniyle karşıtlıklar olduğu, Kürtler arasında bütün bu dönem boyunca çelişki ve çatışmalar olduğu da doğrudur. Ama ekseri öne çıkarılan bu olumsuz örnekler hareketin bütünsel yönünün göz ardı edilmesine mazeret teşkil edemez.
Kaldı ki, Kürt ulusal hareketinin birlik ve bütünlüğünün sağlanamaması da sadece Kürtlere mahsus bir kusur değildir. Bu kusurun ardında Kürt ulusal hareketinin (o tarihi dönem boyunca Alişer Efendi’den Mahmut Berzenci’ye ve Simko’ya kadar kimi Kürt önderlerinin yeltendikleri gibi) Komünist Enternasyonal’in ve Bolşeviklerin kılavuzluğunda bir ulusal devrimci hareketin veya bu mirasa sahip çıkan bir komünist önderliğin yaratılamamış olması yatmaktadır. Aynı kusur sonraki ve bugünkü sürece de damga vurmaya devam etmektedir. Kuşkusuz bu kusurun yanısıra bilhassa Türkiye’deki ve uluslararası hareketteki oportünist çizgilerin katkısı da belirleyicidir. Bu engelin aşılması da ezen ulus komünistlerinin ödevlerinin başında olmaya devam etmektedir.
Bu bakış açısıyla, bugün Dersim konusu etrafında aslında aynı gerici ve karşı-devrimci mirası paylaşan AKP ile CHP’nin birbirleriyle yürüttükleri kayıkçı kavgasında kimlerin Dersim ve diğer katliamlarda daha fazla payı olduğu konusunda ileri sürdüklerine takılıp kalmamak gerekir. Komünistlerin asıl ödevi bu vesileyle Kürt ulusal hareketinin bu evresine dair siyasi gerçekleri açıklamaktır. Bunun için de söz konusu hareketlerin katliamla ezilmesinden çok, siyasi yönlerinin ortaya konması gerekir. Bu aynı zamanda solun kemalizmin gölgesi altında kalmaya devam eden kesimlerinin üzerine de ışık tutacaktır.
Bu suretle öne çıkarılması gereken konulardan biri de, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan ve bu kuruluşa giden süreçten beri değişmeyen karşı-devrimci özüdür. Bu gerçeğin vurgulanması aynı zamanda sözümona Kürt Açılımı yahut Dersim veya Alevi Açılımı kisvesi altında yahut ‘kemalizmin vesayetini sona erdirme’ gibi AKP ve destekçilerinin iki yüzlü politikalarının da maskesini düşürecektir.
Komünistlerin ödevlerinden biri de üstü örtülmek istenen bu gerçeklere ışık tuta tuta, emekçilere ve ezilenlere yönelik bugünkü saldırılara karşı somut bir birleşik ve kitlesel hareketin önünü açmak gerekir.
Bu aynı zamanda TC devletinin kuruluşundan beri izlemekte olduğu gerici ve karşı devrimci misyonuna karşı kitlesel ve birleşik bir muhalefet hareketinin yaratılmasına imkan verecektir.