Ermeni sorunu hakkında söylenmeyenler-1: Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti arasında kopuş değil süreklilik var!

0

Ermeni sorunu hakkında söylenmeyenler-1: Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti arasında kopuş değil süreklilik var!

Bu yazı KöZ’ün Nisan 2015 tarihli sayısında yayınlanmıştır. KöZ yayınları tarafından 2012’de yayımlanmış ve bugün baskısı tükenmiş olan “Ermeni Sorunu Hakkında Söylenmeyenler” broşüründen seçilmiş parçalardan oluşmaktadır.

Nisan, katliamlar ve yalanlar üzerine kurulu bir burjuva diktatörlüğü olan Türkiye Cumhuriyeti açısından sıkıntılı bir aydır. Her 24 Nisan’da 1915 Ermeni katliamı bir kez daha hatırlanır ve hatırlatılır. Üstelik emperyalistler arasındaki rekabetin en keskin gerçekleştiği coğrafyalardan biri olan Ortadoğu’da Ermeni sorunu hiç de “tarihçilere bırakılacak” bir sorun değildir. Zaten bırakılmamaktadır da… Erdoğan’ı dış politikada “değerli yalnızlığa” sürükleyen emperyalistlerin 1915 katliamının yüzüncü yılı nedeniyle atağa geçmeleri bu bakımdan tesadüf değildir.

Ermenilerin uğradıkları kıyımlar emperyalistler tarafından istismar edilmeye çalışsa da esas olarak onları ilgilendiren bir sorun değildir. Ermeni sorunu esas olarak Ortadoğu’nun ezilenleri ve emekçileri açısından yaşamsal bir politik öneme sahiptir. Her şeyden önce Ermeni katleden burjuva diktatörlüğü bugün Ortadoğu’nun en gerici devleti olarak tüm ezilenlerin karşısına dikilmektedir.

İkincisi Kürt ulusal sorununun bugüne kadarki evrimi olduğu kadar bundan sonraki gelişimi Ermeni sorunu ile yakından ilişkilidir. Zira Ermenilerin uğradığı katliamlar aslında aynı zamanda kendi topraklarında esir tutulan Kürtlerin nasıl boyunduruk altına alındığını anlatmaktadır. Benzer şekilde Ermeni ulusal kurtuluş davasına ihanet eden oportünist Taşnakların, İttihatçı ve İngilizlerle olan ilişkisi Kürdistan’ın özgürlük ve bağımsızlık mücadelesine önderlik etmek isteyenler tarafından ibretle okunmalıdır.

Tam da bu nedenler KöZ’ün arkasında duran komünistlerin Ermeni sorununa dair geçmişte yaptıkları saptamaları hatırlamanın tam zamanıdır. Aşağıdaki çerçeveler KöZ yayınları tarafından 2012’de yayımlanmış ve bugün baskısı tükenmiş olan “Ermeni Sorunu Hakkında Söylenmeyenler” broşüründen seçilmiş parçalardan oluşmaktadır.

Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti arasında kopuş değil süreklilik var!

Aslında, Ermeni sorunu vesilesiyle bir başka hususun gündeme gelmesi beklenirdi. Ama ne hikmetse hiç kimse soruna bu açıdan yaklaşmakta değildir. Söz konusu olan güya imparatorluğu yıkıp yeni bir çığır açan, hatta kimilerine göre ‘burjuva anlamında da olsa bir devrim’ ile kurulduğu iddia edilen TC’nin neden Osmanlı İmparatorluğu altında olup bitenlerden doğrudan doğruya sorumlu görüldüğüdür. Asıl soru ise, niçin kimsenin bu sorumluluktan sıyrılmaya yeltenemediği hakkında olsa gerektir.

Resmi tarih TC’nin kuruluşunu tasvir ederken, hilafetin ve saltanatın yıkılmasına, Osmanlı İmparatorluğu’yla birlikte Türkiye’nin orta çağının da sona ermiş olmasına işaret etmektedir. Solda da bu tutumu bir biçimde kabullenmek adettendir. Bu biçimde yaklaşanlar esasen Osmanlı İmparatorluğu ile Türkiye Cumhuriyeti arasında bir süreklilik değil, kopuş olduğunu açık ya da örtük biçimde ifade etme gayreti içindedir.

Zaten tam da bir kopuşa işaret etmek için devrimden söz etme ihtiyacı duyulur; kopuşsuz geçişler için ise, bugün AKP’nin sözde açılımları için söylendiği gibi ‘reform’ demek adettendir.

Ne tuhaf ki, devrim ve reform arasında güya titizlikle ayrım yapanların, Marksist bir temelden hareket etme iddiası içinde olanların çoğu da benzer bir tutum içindedir. Bu cephede de şu ya da bu biçimde bir devrimden veya bir radikal kopuştan söz etmek adettendir. Bu tutumların kaynağında Komünist Enternasyonal’in Beşinci Kongresinde Manuilsky tarafından sunulan ve oylanarak karar haline getirilen rapor bulunmaktadır. Bu rapor Türkiye’de komünistlerin de dışarıdan desteklemek zorunda olduğu bir burjuva devrimi olduğunu ifade etmektedir.

Böylece alenen Menşevik nitelikteki tutum tescil edilmiştir. İkinci ve dördüncü kongrelerdeki Bolşevik çizgiyi temsil eden kararlar da böylece revize edilmiştir. Bu revizyonist tutumu benimseyip takip edenler yahut kendi revizyonist çizgilerini bu kararla tescil ettirmek isteyenler bu dönemecin ardından giderek artmıştır.

Türkiye’de Osmanlı’dan TC’ye geçişi bir tür burjuva devrimi olarak görenler de Şefik Hüsnü başta olmak üzere, bunlar arasındadır. Bu revizyonist çizginin mirasçısı olmakla övünen TKP’nin bu sözde devrimi bir modernite ve aydınlanma hareketi diye taltif etmesi gayet tabiidir. Ama onun sözde düşman kardeşi troçkistler de benzer bir izahat getirmektedir. Zaten Troçki’nin o kongrede hazır bulunması ve bu karara ne kongre sırasında ne de sonrasında itiraz etmemiş olması da tesadüf değildir.

Bu tutum Osmanlı İmparatorluğu’ndan TC’ye geçerken bir kopuş olduğunu kabul etmeyi gerektirir. Böyle bir kopuş yoktur. Ermeni sorunu vesileyle ortaya çıkan durum da bunun ifadelerinden sadece bir tanesidir.

Solda İttihat Terakki’nin Abdülhamid’e karşı darbesini ilerici olarak taltif etmek adettendir. Bu gibilerin o İttihatçı geleneğin bir devamı olarak gördükleri Kemalist Hareketi desteklemesi ve onlar tarafından TC’nin kurulmasını bir devrim olarak tarif etmeleri anlaşılır. Ama aynı nedenle, Osmanlı İmparatorluğu ile TC arasında bir kopuş değil süreklilik olması gerçeği, açıklanması kolay olmayan bir sorun teşkil eder. Buna karşılık, ‘Ulu Hakan Abdülhamid Han’ın mirasçıları olmakla övünen AKP gibiler açısından bu süreklilik bir sorun teşkil etmez. Aksine onlar bu sürekliliği esas alır ve İttihat Terakki veya Kemalizmi bir arıza olarak görme eğilimindedir. Onların bir yandan sözüm ona açılımlar müjdeleyip bir yandan da aynı katliamcı ve etnik temizlikçi uygulamaların sürdürücüsü olması da tesadüf değildir.

Sol liberaller de bunlarla İttihatçılıkla özdeşleştirdikleri Kemalizm karşıtlığı üzerinden buluşmaktadır.

Eğer Osmanlı’dan TC’ye geçerken gerçekten bir kopuş olmuş olsaydı, TC ve onun şovenist avukatlarının Ermeni jenosidi konusunda bin dereden su getirmeye ihtiyaçları olmazdı. “Olanlar padişahlık zamanında ve Osmanlı İmparatorluğu zamanında olmuştur, TC’nin bu konuda herhangi bir sorumluluğu yoktur” demekte bir tereddüt olmaması gerekirdi. Nitekim Rus Devrimi’nin ardından bu anlamda gerçek bir kopuş olmuştur.

Yeni Sovyet Cumhuriyeti aslında dünya savaşının galipleri arasında sayılan Çarlık Rusyası’nın bütün alacak ve borçlarını ret etmekle işe başlamıştı.

Rusya’nın savaş halinde olduğu devletlerle Çarlığın emperyalist ortaklarının pazarlığa oturmasını beklemeden, ayrı ayrı anlaşmalar yapmaya girişmesi de bu tutumun ifadelerinden biriydi.

Bu nedenle savaşın galibi olan Antant devletleri müşkül durumda kalmıştı. Devleti ele geçirip parçalamayı değil, yönetmeyi hayal eden oportünistler de emperyalist savaşta Almanya’ya ve işgal ordularına karşı Rusya’nın savunulmasından yana idi. Savaşın Rusya’nın zaferiyle sonuçlanana kadar sürdürülmesinden yana olan sosyal şovenler de Sovyet hükümetinin bu tutumuna şiddetle karşı çıkmıştı. Ama ne olursa olsun bu radikal kopuş nedeniyle, kimse çarlığın tüm mirasını köklü bir biçimde reddeden SSCB’yi çarlık döneminde yapılan pogromlardan veya başka ulusal meza-limlerden sorumlu tutmayı aklından bile geçirememiştir. Böylece aslında çarlığı yıkmakla kalmayıp, bütün mirasını da kesin ve kökten reddeden Rus devriminin sözüm ona ‘Kemalist Devrim’ denen karşı devrim ile arasındaki farkın parıldadığı bir nokta öne çıkmaktadır.

Cumhuriyetin kurulmasına varan Kuvayı Milliye hareketi zaten ‘otokrasiye savaş ilan ederek’ değil, ‘hilafet ve saltanata bağlılık’ yeminiyle yola çıkmıştı. Misakı Milli sınırları denen sınırlar da, savaşta Osmanlı İmparatorluğu’nun elinde kalan son toprakları ifade etmekteydi. Bunlar Osmanlı Meclisi Mebusanı’nda tayin edilen sınırlardan ibaretti. Sonradan bu sınırlar Rus devriminin ve Brest Litovsk anlaşmasının etkisiyle doğuya doğru genişlemiştir.

Hatay ve Suriye’nin bir kısmı, Musul ve Kerkük de dâhil olmak üzere Kuzey Irak’ın bir kısmı da Fransız ve İngiliz emperyalistleri ile yapılan pazarlıklar sonucunda ve Düyunu Umumiye borçlarının bir kısmından kurtulma karşılığında bu sınırların dışına çıkmıştı.

Her hâlükârda Kuvayı Milliye hareketinin kendini Osmanlı İmparatorluğu’nun bir devamı olarak gördüğünü görmek zor değildir. Kemalistleri İttihatçılarla bir tutma eğilimi revaçtadır. Oysa Kuvayı Milliyeciler kendilerini Osmanlı’dan değil, Almanya ile savaş ittifakı yapan İttihat ve Terakki’den ayırt etmeye özen göstermiştirler. Böylece daima galip devletlere yakın durma arzu ve iradesi içinde olmuştur. Cumhuriyetin ilanı da Kuvayı Milliyecilerin baştan beri cumhuriyetçi olmasından değildir.

Bilhassa Fransız ve İngiliz emperyalistlerinin hilafet makamından ve dolayısıyla ona bağlı olan saltanattan kurtulmak istemeleri ve bunu Kemalistlere dayatmalarıyla ilgilidir. Bu nedenle, Kuva-yı Milliye hareketi içindeki (Rauf Orbay, Kazım Karabekir, Fevzi Çakmak vb. başta gelmek üzere) pek çoklarına hilafetin ve saltanatın ilgası bir sürpriz gibi gelmiştir.

Padişaha ve halifeye sadakat yemini ile 23 Nisan 1920’de açılan meclisin kabul ettiği Teşkilatı Esasiye Kanunu’nu cumhuriyetin ilk anayasası olarak kabul etmek adetten olsa da bu tuhaf bir durumdur.

Zira ‘egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğu’nu ilk maddesinde belirten bu anayasa, meclisin açılışından neredeyse bir yıl sonra 1921 yılının Ocak ayında kabul edilmiştir. İçinde na-hiye ve köylerin idaresine kadar ince ayrıntılar barındırmaktadır.

Ama ne hikmetse, devlet başkanından ve rejimin niteliğinden, meclis ile devlet başkanı arasındaki ilişkiden bahsedilmemektedir.

Oysa bir anayasa metninden ilk beklenen şeyler arasında bu gelir. Bu itibarla, söz konusu anayasa adı konmamış bir cumhuriyetten çok adı konmamış bir meşruti monarşiyi tasvir etmektedir; bir bakıma bir üçüncü meşrutiyet anayasasıdır.

Daha sonra 1 Kasım 1922’de aynı meclis ‘Osmanlı İmparatorluğu’nun son bulduğunu’ beyan eden bir kararname kabul etmiştir. Ama bu kararname ‘İstanbul’daki şekl-i hükümetin 16 Mart 1920’de tarihe intikal ettiğini’ belirterek hükmünü meclisin açılışından önceki bir tarihe göndermiştir. Yani bir bakıma Teşkilatı Esasiye Kanunu’nu düzeltmiştir.

Lozan anlaşması imzalandıktan üç ay sonra, 29 Ekim 1923’te, cumhuriyet ilan edildikten sonra, 20 Nisan 1924’te yapılan bir düzeltmeyle rejimin niteliğinin cumhuriyet olduğu belirtilerek, Teşkilatı Esasiye Kanunu nihayet gerçek anlamda bir anayasaya dönüştürülmüştür.

Cumhuriyetin bu şekilde dolambaçlı ve tuhaf biçimde kurulmuş olmasını, muhtelif tarihçiler değişik biçimlerde anlatmaktadır. Ama bu dolambaçlı yolun izahı bir tek yerdedir. Paylaşım savaşı Ekim Devrimi nedeniyle beklendiği gibi sona erememiştir.

Ayrıca emperyalistler Osmanlı devletinin bütün borçlarını üstlenecek bir muhatabı belirlemek için ısrar etmişlerdir.

Sonuçta yeni kurulan cumhuriyete padişahın borçlarını ödeme zorunluluğu dayatılmıştır. O nedenle güya yeni bir devlet olan TC, 1954 yılına kadar Osmanlı padişahının borçlarını (Düyunu Umumiye) son kuruşuna kadar ödemiştir. Sürekliliğin ifadesini sadece buraya bakarak görmek de mümkündür.

Lozan Antlaşması’nı yürüten heyetin başarısı diye sunulan şey esasen Cumhuriyet’in ve sınırlarının kabul ettirilmesi noktasında değildir.

Aksine esasen bu heyet Osmanlı’dan TC’ye giderken Misakı Milli sınırlarından taviz vermeyi kabul etmiştir. Bu heyetin başarısı, Düyunu Umumiye borçlarının bir kısmını TC sınırları dışında kalan eski Osmanlı topraklarındaki halkların sırtına yıkılmasını kabul ettirmiş olmasından ileri gelmektedir. Böylece TC’nin toprak verip borçların bir kısmından kurtulmasına hizmet etmiştir.

Konuya dönersek, TC padişahın borçlarını kısmen de olsa üstlenmekle aynı zamanda Osmanlı devletinin suçlarını da üstlenmek durumundadır. Bir başka deyişle Osmanlı İmparatorluğu’nun Ermenilere karşı işlediği suçların sorumluluğunu da otomatik olarak üstlenmek zorunda kalmaktadır.

Kaldı ki, bunda bir tuhaflık yoktur; zira TC bu konuda mirasına sahip çıktığı Osmanlı’dan geri kalmış değildir. Gerçi (6-7 Eylül ve Varlık Vergisi gibi uygulamalar ve bunları takip eden etnik temizlikler bir yana), TC gayrimüslim azınlıklara yönelik uygulamalar bakımından Osmanlı ile aşık atacak durumda değildir; çünkü zaten böyle azınlıklar neredeyse tamamen ortadan kalkmıştır.

Ama Cumhuriyet’in kurulmasına ön gelen süreçten günümüze kadar, bilhassa Kürt halkına yönelik baskı ve katliamlar bakımından TC Osmanlı’nın mirasçısı olduğunu göstermiştir. Hatta bu konuda onu rahmetle arattığı bile söylenebilir. Bu itibarla TC’nin Ermenilerin topluca katledilmesi konusunda suçlu ve soykırımcı olarak görülmesi de boşuna değildir.

Paylaş