Brexit: İngiltere sermayesinden iki adım geri bir adım ileri

0

Bu yazı Şubat 2017 tarihli Komünist KöZ Gazetesinde yayımlanmıştır.

İngiltere 23 Haziran’da gerçekleşen referandum ile birlikte Avrupa Birliği’nden ayrılma sürecini başlattı. Bu süreci özetlemek için kullanılan, Britanya (Britain) ve Çıkış (Exit) sözcüklerinin birleştirilmesi ile oluşturulan ‘Br-exit’ kavramı 2012 yılında icat olsa da çok kısa bir sürede tedavüle sokulmuş ve referandum sürecinin yaklaşması ile birlikte İngiliz gazete manşetlerinin ve günlük dilinin ayrılmaz bir parçası haline gelmişti. Referandum sonucunun küçük sayılacak bir farkla yüzde 48,1’e karşın yüzde 51,9 ile Avrupa Birliği’nden çıkma yönünde gerçekleşmesi neticesinde ise bu kelimenin daha uzunca bir süre popülaritesini yitirmeyeceğini varsaymak gerekir. Her şeyden önce Avrupa Birliği’nden çıkmak için ortaya konulan süre 2007 senesinde imzalanan ve AB’nin en kapsamlı anlaşması olarak kabul edilmesi gereken Lisbon anlaşmasında iki sene olarak tarif edilmiş ve herhangi bir ülkenin çıkma yönünde karar alması halinde bile diğer üye ülkelerin bu çıkış sürecinin süresini ve şeklini belirleme hakkı tanınmıştır. Dahası referandumdan çıkan karara rağmen yeni hükümetin kasımda gerçekleşecek ABD seçimlerine kadar AB ile çıkış görüşmelerine başlamayacağı görülmektedir. Uzak bir ihtimal olsa da, bu sürenin Hollanda, Fransa ve Almanya seçim sonuçlarının da belli olacağı 2017’nin sonu ya da 2018’in başına kadar uzamasının da mümkün olduğunu belirtmek gerekir. Bundan ötürü, asıl karar merci olan hükümetin hala ayrılma yönünde karar almamasını çıkma yönünde bir belirsizlik olarak değil, çıkışın gerçekleşeceği siyasi atmosferin belirlenmesi yönünde bilinçli bir gecikme olarak okumak gerekir. Gecikmenin bir diğer boyutu da İngiltere’nin ayrılış sürecini nasıl ilerleteceğine ilişkin karışıklığın henüz bitmemesidir ki, bu alandaki tablo da mizansen boyutlarında bir beceriksizliği yansıtmaktadır. Ayrılma kararının uygulanması için Başbakan Theresa May’in oluşturduğu iki bakanlıktan biri olan ve David Davis tarafından yönetilen Avrupa Birliği’nden Çıkış Departmanı’nın kendine ait bir ofis odasının olmaması ve bu yüzden toplantılarını Starbucks’da gerçekleştirmesi devlet düzeyindeki hazırsızlığı ve organizasyonsuzluğu tasvir etmek için sıklıkla başvurulan bir emsal halini almıştır. Avrupa Birliği’nden çıkış sürecine ilişkin oluşturulan bir diğer bakanlık olan Liam Fox liderliğindeki Uluslararası Ticaret Departmanı’nın ise enerjisinin büyük çoğunluğunu Boris Johnson tarafından yönetilen Dış işleri Bakanlığı’nın kendi otorite alanına müdahale etmesini engellemekle harcadığı bilinmektedir. Ama İngiliz hükümetinin daha kararlı hareket etmesinin ya da çıkış tarihi ile ilgili herhangi bir gelişmenin de Brexit sözcüğünün ya da onun ifade ettiği gelişmelerin haklı popülaritesini etkileyeceğini düşünmek yanıltıcı olacaktır; bunu anlamak için ise referandumdan bu yana gerçekleşen İngiliz iç politikasına dair gelişmelere bakmak yeterlidir.

Referandumun Ardından Neler oldu?

Referandum’dan çıkan kararın uygulanmasına ilişkin süreç şimdilik ertelenmiş gibi gözükse de, referandumun hemen ertesi gününden başlayan gelişmelere baktığımızda, Brexit kararının, İngiltere’nin ekonomik ve politik yapısında en azından kısa dönem için kapsamlı bir etki bıraktığını söylemek gerekir.

Hemen referandumun ertesinde İngiltere Başbakanı David Cameron’un istifa etmesi ile yeni bir kabinenin kurulma ihtiyacı doğmuş, İngiltere bir hükümet değişikliğine gitmek zorunda kalmıştır. Theresa May liderliğinde kurulan bu yeni hükümetin dış ilişkilerinin tümüyle Brexit yanlılarına verilmiş olması ise İngiltere’nin Avrupa Birliği ile sorunsuz bir boşanmayı öngörmediği izlenimini vermektedir. Dahası İngiltere’nin AB’deki en üst düzey bürokratı olan Jonathan Hill’in de AB Komisyon Başkanı Jean-Claude Juncker’den gelen “ayrılış sürecini hızlandırın” çağrısının ardından AB Komisyon üyeliğinden istifa etmesi İngiltere’nin kendi temposunu Avrupa Birliği’ne dayatacağını göstermektedir. Referandum öncesi olası bir Brexit için ekonomik felaket tabloları çizen AB’de kalma yanlılarını doğrulayan bir şekilde çıkma kararının hemen ardından sterlinin dolar karşısında değer kaybetmesi, İngiliz finans piyasasındaki büyük çaplı dalgalanma ve bankacılık hisselerinin küçük sayılmayacak miktardaki değer kaybı gibi gelişmeler ise İngiliz Merkez Bankası’nın ve hükümetin müdahaleleri ile şimdilik durmuş görülmektedir. Dahası İngiltere’nin AB’den çıkması ile sınırların tekrardan gelmesinin konuşulduğu anda İspanya’nın Cebelitarık’ta yeniden hak iddialarını gündeme getirmesi ise İngiltere’nin sadece kısa vadeli değil, uzun vadede de birbiriyle bağlantılı birçok sorunla yüz yüze kalacağını göstermektedir.

Yeni kurulan hükümetin sadece ekonomik ya da dış politik sorunlarla değil, artan pek çok sosyo- politik sorunla da karşı karşıya olduğunu söylemek mümkündür. Bunlardan en görünür olanı, bütün bir referandum öncesi süreçte Brexit yanlılarının dillendirmekten hiçbir biçimde tereddüt etmedikleri göçmen karşıtı söylemin referandumun hemen ardından zenci ve yabancılara karşı ırkçı tacizler ve şiddet eylemleri haline dönüşmüş olmasıdır. 2011’de zencilerin başlattığı ve özellikle Londra’nın Croydon bölgesinde etkili olan ayaklanma, bu dönemden beri kapatılmış olan ırkçılık tartışmalarının İngiliz devleti açısından hiç de küçümsenmeyecek sorunları tetikleyebileceğine dair ipuçları vermektedir. Dahası, AB regülâsyonlarından bağımsızlaşan İngiliz hükümetinin AB’den ayrılma maliyetini sağlık sistemindeki özelleştirme adımlarıyla büyük oranda İngiliz işçi sınıfının sırtına yıkacağından kimsenin şüphesi yoktur ve referandumun ardından gündemden düşmeyen ekonomik felaket senaryolarının bir kısmını yeni dönemde uygulanacak kemer sıkma politikalarının bir ön hazırlığı olarak da görmek gerekir. Bu yüzden önümüzdeki dönemde İngiliz işçi sınıfının farklı kesimlerinin hak mücadelelerini arttıracağını beklemek hayalcilik olmayacaktır. Ama bu hareketlerin sınırlarının burjuvazinin saldırılarına karşı savunmacı bir hat ile çizileceği ve genellikle İngiliz işçi aristokrasisinin ayrıcalıklarını koruma çerçevesinde kalacağı düşünülmelidir. Dahası referandumdan bu yana ne ırkçı saldırılara karşı bir tepki hareketi ne de savunmacı bir hatta bile olsa gelişen bir hak mücadelesi günceldir. Güncel olarak kabul edilmesi gereken ve sosyo-politik bir boyutu da olan sorunların en kapsamlısını ise İngiltere olarak adlandırmaya alışık olduğumuz Birleşik Krallığı oluşturan uluslardan ikisinin temsil kabiliyetine ulaşmış olan siyasi hareketlerin ayrılma kararına verdikleri tepkilerde aramak gerekir. Uzunca bir süredir ayrılma tartışmaları ile gündeme gelen ve 2014 senesinde kıl payı İngiltere ile birliğine devam etme kararı alan İskoçya’nın AB’den çıkan bir İngiltere ile birlikte durmayacağını ve ikinci bir referanduma gideceğini belirtmesi ve Kuzey İrlanda’nın ise AB’den çıkmaktansa İrlanda’nın geri kalanıyla birleşme seçeneğini gündeme getireceğini dillendirmesi iktidar partisinin karşı karşıya kaldığı siyasal sorunları daha da boyutlandırmaktadır.

Beri yandan, referandumda alınan sonuç sadece iktidar partisi olan Muhafazakâr Parti’nin karşılaştığı sorunları boyutlandırmakla ve içerisindeki dengeleri altüst etmekle kalmadı. Referandum sürecinde aynı iktidar partisi gibi yoğun bir kalma propagandası yürütmüş olan İşçi Partisi referandumda alınan yenilgiyle birlikte büyük bir iç krizle boğuşmaya başladı. 11 İşçi Partisi milletvekilinin istifa etmesi ile başlayan gerilim, İşçi Partisi’nde ‘sosyalist’ vurgulu Genel Başkan Corbyn’e karşı kendi milletvekillerinin verdiği güvensizlik oyu ile birlikte bir liderlik bunalımına dönüşmüştü. İşçi Partisi’ne sızdığı ilan edilen Troçkist entristler ile ilgili iddiaların referandumdan sonra tekrar piyasaya sürülmesi ile Jeremy Corbyn’in liderliği iyiden iyiye sorgulanır hale gelse de, rakibi olan Owen Smith’in Corbyn’i liderlik koltuğundan etmesi zor görünmekteydi ve İşçi Partisi liderliğine bir kez daha Jeremy Corbyn’in seçilmesi de kimseyi şaşırtmadı. Ama Corbyn’in yeniden liderliğe seçilmesi de parti içindeki çok başlılığı ve iç karışıklığı bitirmedi ve İşçi Partisi’nin iktidara alternatif bir parti olma yeteneğinin kalmadığı yorumlarına yol açtı.

Politik alandaki karmaşanın sadece AB’de kalma yanlısı olan İktidar ve ana-muhalefet Partisi gibi kesimleri değil, referandumda aktif bir tutum almayanları hatta en koyu Brexit taraftarlarını da etkisi altına alması ise İngiltere’deki siyasal tabloyu daha da ilginç kılmaktadır. Her şeyden önce Brexit’in en etkili savunucularından iktidar partisi muhalefet kanadının sözcüsü Boris Johnson’un hemen referandum sonucunun ardından parti liderliğine ve dolayısıyla Başbakanlığa aday olmadığını bildirmesi ve yine aynı günlerde Brexit şampiyonu olarak adlandırılan Bağımsız İngiltere Partisi (UKIP)’nin lideri olan Nigel Farage’ın liderlikten istifa etmesi Brexitcilerin AB’den çıkış sürecinin sorumluluğunu alma yönünde bir girişimde bulunmayacaklarını göstermişti. Referandumun ardından geçen süre Brexitci kesimlerin bu yöneliminde herhangi bir değişiklik olmayacağını ve iktidar partisindeki Brexit yanlısı milletvekillerinin dışındaki kesimlerin siyaset sahnesinde belirgin bir varlık ortaya koyamayacaklarını daha da belirginleştirdi.

Hayali ‘Brexit Senaryoları’: Brexit ‘kazası’ ya da yükselen faşizm senaryolarına hayat veren referandum öncesi durum

Referandumdan sonraki gelişmelerin oluşturduğu bu tabloda İngiltere açısından kısa vadede ortaya çıkan bütün bu sorunların çokluğuna ve kapsamına, İngiliz siyasi partilerinin bu boyuttaki hazırlıksızlığına bakarak referandumdan İngiliz devletinin çıkarlarına tümüyle aykırı bir kararın “İngiltere’deki demokrasinin bolluğu” nedeniyle ‘kazara’ çıktığını düşünmek işten bile değildir. Referanduma giden süreçte bu yönlü yorumların yapılmasını kolaylaştıracak siyasi gelişmeler de bulmak mümkündür.

Her şeyden önce bu referandum kararının İngiliz Başbakanı David Cameron tarafından parti içindeki dengeleri kendi lehine düzenlemek için alındığı bir sır değildir. Kendi aldığı referandum kararında kalma yanlısı politika yürüten Cameron’ın yenilmesi referandumla varmak istediği sonuca en azından kendisi açısından ulaşamadığını gösterir. Dahası sadece iktidardaki Muhafazakar Parti’nin lideri Cameron’un değil, UKIP’in lideri Nigel Farage dışındaki bütün parti liderlerinin (İşçi Partisi lideri Jeremy Corbyn ve Liberal Demokratların lideri Tim Farron’un, İskoçya Ulusal Partisi’nin lideri Nicola Sturgeon’un da) kalma yanlısı açıklama yapması AB’de kalma yanlılarının çok büyük bir kesimi temsil ettikleri görüntüsü çizmiş ve bu da referandumda beklenmeyen ‘bir kaza’ olduğu algısını kuvvetlendirmiştir. Referandum kararının alındığı 2013 senesinde AB’de kalma yanlısı kesimlerin %60’ı aşan bir çoğunluk olmaları da bu çizilen senaryoyu güçlendiren bir etki yapmaktadır. Bu senaryoya göre Başbakan David Cameron parti içindeki muhaliflerin ve güçlenen UKIP’in önünü kesmek için dahası Avrupa Birliği ile daha etkili bir şekilde pazarlık yapabilmek için aldığı referandum kararında çuvallamış, İngiltere “Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmuş” ve ‘kendi ayağına sıkan’ bu referandum kararına uymak mecburiyetinde kalmıştır. Bu senaryonun liberal versiyonları açısından İngiltere’nin kaybetmesi pek tabi ki İngiltere içerisindeki bütün kesimlerin kaybetmesidir ve bu yüzden referandumda çıkan kararın burjuvalar kadar işçileri de etkilememesi mümkün değildir. Sınıflar arasındaki ortak çıkarlara inanan liberallerin referandumdan çıkan sonucu bu şekilde yorumlamalarını ve bu biçimiyle de referandumun asıl yükünün işçi sınıfının sırtına yüklenmesine yardımcı olmalarını şaşırtıcı görmemek gerekir. Bu yüzden bu kesimlerin Brexitçilerden çok, başta David Cameron ve kalma yanlısı Muhafazakar Partilileri AB’de kalmak ya da çıkmak gibi ‘ciddi’ meseleleri sırf ‘popülist’ niyetlerle referandum konusu yaptıkları için eleştiri yağmuruna tutmalarını anlaşılır kabul etmek gerekir.

Bu yaklaşıma göre, İngiltere’deki her kesim açısından pozitif getirileri olan AB üyeliğinin devam etmesi rasyonel aklın gereğidir ve tersi yönde çıkan kararın İngiltere’deki bütün kesimleri adeta bir ‘Brexit vergisi’ olarak vurması kaçınılmazdır. Muhafazakâr Parti’nin uygulayacağı politikaları şimdiden meşrulaştırmaya çalışan İngiliz liberallerinin asıl vurgusu ise, AB’nin İngiliz halk kesimleri için ekonomik bir koruma sağladığı ve AB regülâsyonlarının yokluğunda halkın yaşam koşullarının kötüleşmesinin kaçınılmaz olduğu yönündedir. Oysaki bu yönlü söylemlerin AB yanlısı kesimler tarafından referandum öncesinde seçmenleri ‘kalma’ yönelimine ikna etmek için üretildiği ve gerçeklikle pek de bağdaşmadığı referandum boyunca Brexit yanlılarınca sıklıkla dile getirilmiştir. Üye devletler, AB regülâsyonları ile hukuksal ve ticari pek çok alanda kısıtlansalar da bu kısıtlılık çalışanlara dönük uygulamalar ve sosyal hakları kapsamamaktadır ve sermayenin bütünlüklü olarak belirleyiciliğinden bahsedemeyeceksek de bunu engelleyenin AB olmadığının altını çizmek gerekir. Velhasıl, AB’nin üzüm likörünün alkol oranı konusunda bile düzenleyici kurallarının bulunması, yani malların özgürce dolaşımını sağlamak için gerekli düzenlemeleri yapmış olması, işçi hakları, sosyal haklar konularında da aynı düzenlemeleri yaptığı anlamına gelmemektedir. Zaten dil ve kültür farkı gibi nedenlerle emeğin serbest dolaşımının önünde doğal kısıtların olması bu alanın tümüyle regüle edilmesine dair bir aciliyet de yaratmamaktadır. Bu alanlarda üye devletlerin ve kapitalist emek piyasasının belirleyiciliği devam etmektedir. Bu yüzden AB’den ayrılan bir İngiltere’de sağlık sisteminin özelleştirilmesi gerektiği ya da çalışanların ücretlerinin düşmek zorunda olduğu söylemi, referandum öncesi AB kampanyasının ‘beyaz yalanları’ iken, referandum sonrasında Brexit’e oy vermiş olan/ olmayan herkesin katlanmak zorunda oldukları hak kayıplarına işaret etmektedir. Bu yüzden de sosyal haklara dönük saldırıların zeminini hazırlayan bir retorik olarak kabul edilmelidir. İşçi Partisi de AB’de kalma yönünde politika yürütürken İngiltere’nin AB üyeliğini devam ettirmesinin sosyal hakların korunması anlamına geleceğini vurgulaması ile bu ‘beyaz yalan’ların yayılmasında etkili olmuştur. Ama referandum sonucu net bir şekilde ortaya koymaktadır ki, İngiliz işçileri ne AB yanlısı liberallerin ekonomik felaket senaryolarına ne de İşçi Partisi’nin sosyal haklar konusundaki ‘beyaz yalanlarına’ prim vermemiştir ve nihayetinde Brexit yanlısı bir tutum içinde olmuştur. Bu yüzden, Brexit karşıtı liberallerin ikinci olarak en çok eleştiri yağmuruna tuttukları kesim ise, ‘siyasilere kızgın olduğu için öfkeyle sandık başına giden ve kendi çıkarlarına aykırı bir şekilde hareket ederek Avrupa Birliği’nden çıkma yönünde oy kullanan İngiliz halkıdır. Nobel Ekonomi Ödüllü, küreselleşmenin ortaya çıkardığı kapitalist yapıyı ve uluslar arası ekonomi kuruluşlarına dönük eleştirileri ile bilinen Joseph Stiglitz de benzer bir vurgu ile “Öfkeyle sandık başına gitmek yaşamakta olduğu sorunlara bir çözüm yolu bulma sonucunu getirmez. Halkın siyasilere bu anlamda öfkesi ülkenin zaten kötü olan siyasi ve ekonomik durumunu daha da berbat bir düzeye sürükleyebilir.” diyerek Avrupa ülkelerindeki sağa kayışı ve İngiltere’nin AB’den çıkması ile sonuçlanan referandumu bilinçsiz ya da öfkeli halk kitlelerinin kendi aleyhlerine hareket etmeleri olarak yorumlamıştı.

Bu ve benzer yorumları bir adım daha ileri götüren sol liberaller ise, İngiliz halkının AB’den çıkma yönlü aldığı kararı İngiltere’de yükselen faşizmin (neo-faşizmin ya da Bonapartizm’in) bir kanıtı olarak görmektedirler. Bu bakış açısına göre, İngiltere’de yaşanan ağır toplumsal sorunlar kendine bir türlü anti-kapitalist bir kanal bulamamakta ve bu yüzden de yabancı düşmanlığının yükselmesinden de görebileceğimiz şekilde yeni bir faşist hareketin yükselmesinin önünü açmaktadır. Bu senaryoyu destekleyecek, daha önceki faşizm deneyimlerinin ortaya çıkmasını sağlayan koşullara benzer gelişmeleri bulmak da mümkün gözükmektedir. Bu gelişmelerin başında 2008-9 küresel finans krizi gelmektedir ve 1929 Büyük Buhran ile paralellik kurularak en azından dünya ekonomisinin faşist rejimlerin yükselmesine elverişli bir döneme girdiği iddia edilebilir. Bozulan kamu maliyesi, yavaşlayan ekonomik büyüme ve küreselleşmenin getirdiği muazzam serbest dolaşım yine 20. yüzyılın başlarını hatırlatmakta ve İngiltere’de yükselen faşizm iddialarına zemin hazırlamaktadır. Öte yandan, UKIP’in çok kısa bir süre içinde İngiliz politikası içerisinde etkili bir aktör haline gelerek göçmen karşıtı politikaların öncülüğünü yapması onun faşist bir parti olarak nitelendirilmesine yeterli gözükmüş ve bu şekliyle de sadece ekonomik faktörlerin değil, siyasal konjonktürün ve aktörlerin de yükselen faşizm tablosu ile uyumlu olduğu iddia edilmiştir. Avrupa Parlamentosu seçimlerinde, partisi UKIP’i İngiltere’de birinci parti yapan Nigel Farage referandumda da bütün parti liderlerine karşı tek başına Avrupa Birliği’nden çıkmayı savunmuş ve en nihayetinde %52 oy ile çıkma kararı alınmasındaki en etkili siyasetçi olarak kabul edilmiştir. Bu ve benzeri gelişmeleri yorumlayarak, gittikçe gelişen İngiliz faşizminin ayak seslerini duyduğunu iddia edenlerin sayısı artmaktadır. Oysaki, AB ve göçmen karşıtlığı üzerinden politika yürüten UKIP’in İngiliz politik atmosferindeki sağ yükselişten yararlandığı doğru olsa bile, parti yapısının faşist bir misyon ile şekillendirilmediği açıktır. Söylemleri ise Muhafazakar Parti’nin sağ kanadı ile farklılık arz etmemektedir. Dahası, UKIP’in 2009 yılında yaptığı atılımın siyasal bir varlık göstermeye başlayan faşist BNP (İngiliz Ulusal Partisi)’nin önünü kestiği de bilinen bir gerçektir. 2009 yılından itibaren BNP’nin etkisi sadece Avrupa ve İngiliz Parlamentosu’nda değil, sokaklarda da büyük oranda ortadan kalkmıştır. Dahası, AB referandumunun sonuçlarının netleşmesi ile Nigele Farage’ın ‘İngiltere’yi AB’den çıkararak başarıya ulaştığını ve artık torunları ile ilgilenmek istediğini’ belirtmesi ve UKIP liderliğinden istifa etmesi ile faşist bir lider olarak resmedilmesi hem zorlaşmış hem de önemsizleşmiştir.

İngiltere’de AB referandumu sürecinde yaşananları, İngiliz halkının öfkesi sonucu oluşan bir ‘kaza’ ya da İngiliz işçilerinin faşistlerin kuyruğuna takılması sonucu oluşan bir ‘karşı-devrim’ olarak yorumlamaktan imtina edenlerin bir bölümünün ise AB referandumundan işçi sınıfı adına bir zafer çıkarmak için çabaladığı görülmektedir. Bu biçimiyle, liberallerin ortaya koyduğu Brexit tablosuna itiraz eden sol lafazanlar, işçi sınıfının mücadelesinin AB referandumunun sonuçlarını belirlediğini, işçilerle burjuvalar arasındaki sınıfsal kavganın AB referandumunda görünür olduğunu iddia etmektedirler.

Paylaş