Barajı aşmak için AKP’ye karşı emekçilerin kitlesel seferberliğini solun en geniş eylem birliğiyle örelim!

0

[Bu yazı Komünist KöZ Gazetesi’nin Mart 2015 tarihli 2. (99) sayısında yayımlanmıştır.]

7 Haziran’da 12 Eylül rejiminin en kritik seçimi gerçekleşecek. Yaklaşan genel seçim derinleşen siyasi krizin içindeki en önemli dönemeçlerden biri olacak. 2015 seçimleri ya rejimi kilitleyerek Erdoğan’ı köşeye kıstıracak ya da ona bir can simidi uzatarak AKP’nin yeni saldırılarının yolunu döşeyecek. Dönemecin önemini arttıran sadece burjuva aktörlerin açmazlarının büyüklüğü değil, 2015 genel seçimi aynı zamanda solun rejimin seyrine müdahale etmek için ilk kez bu kadar büyük imkânlara sahip olduğu koşullar altında gerçekleşiyor.

Siyasi Krizin Kökenleri

Bugünkü siyasi krizin köklerini 2009-2011 arasındaki dönemde bulmak mümkündür. ABD 2009’a dek sunduğu destekle AKP’nin, darbe girişimleri ve kapatma davaları dâhil olmak üzere, birçok badireyi atlatmasını mümkün kılmıştı. AKP de bu süre zarfında generalleri ABD’nin istediği şekilde hizaya çekmişti. Ancak Erdoğan’ın Kürt sorununu Amerika’nın istediği şekilde çözmeyi başaramaması, Ortadoğu’da özerk hareket eğilimlerinin artması, ABD’yi Türkiye’deki burjuva siyasetinin o zamanki rakipsiz gücü olan AKP’nin karşısına CHP’yi çıkararak dengeleme arayışlarına itti. Doğrusu AKP’nin 2009 yerel seçimlerindeki başarısızlığı da bu girişim için elverişli bir zemin hazırlamıştı.

ABD’nin o dönemki amacı AKP’yi devirmek değildi. Zaten o dönemki Amerika-Türkiye ilişkilerine bakıldığında köprülerin atılması şöyle dursun, Obama’ya mecliste konuşma yaptıracak bir yakınlığın yaşandığını gözlemek dahi mümkündür. ABD’nin kendi yardakçısı olan hükümetleri desteklemek için muhalefete yatırım yapması Türkiye de ilk kez rastlanan bir durum değildi. Bu bakımdan CHP o dönemde iktidar adayı olarak değil, herhangi bir yol kazasında devreye girecek bir yedek lastik olarak görülüyordu. Orijinal olan ve ABD’nin dengeleme arayışlarını bir siyasal krize dönüştüren nokta, Erdoğan’ın bu dengeleme arayışlarına karşı gösterdiği direnç oldu. Bu durum bir yandan Amerika’nın ve uzantılarının Türkiye siyasetine müdahale etme kapasitesindeki zayıflamayla ve siyasi partiler, medya gibi araçların yıpranmış olmasıyla ilgiliydi. Diğer yandan AKP’nin uzun yıllar koalisyonsuz bir hükümetin sefasını sürmesi onun direnç kapasitesini arttırmıştı. Ancak Erdoğan’ın direnci sürecin ABD’nin istediği şekilde gelişmesini engellese de kendi gerileyişini engellemedi. KöZ’ün 2009’dan beri AKP’nin gerileyişi/geriletilmesi diye tanımladığı süreç bu şekilde başlamış oldu.

Böylelikle partisini “kazan-kazan” şiarıyla kurmuş olan Erdoğan “kaybet-kaybet” olarak da adlandırılabilecek bir kısır döngüyü tetiklemiş oldu. ABD’nin Erdoğan’ı dengeleme girişimleri, Erdoğan’ın ABD ile arasındaki mesafeyi açmasına, hem de Türkiye’ye müdahale kanallarını itibarsızlaştırma, yıpratma ve zayıflatmaya yönelik girişimlerde bulunmasına yol açtı. Büyüyen mesafe ve Erdoğan’ın girişimleri ABD’nin Türkiye’ye yönelik müdahale etmekten vazgeçmesine değil, bu müdahalenin kapsamını genişletmesine yol açtı. Şiddetlenen müdahaleler mesafeyi ve direnci büyüttü, artan mesafe ve direnç de müdahalelerin şiddetini arttırdı. ABD, onun işbirlikçileri olan TÜSİAD ve Cemaat ile Erdoğan arasındaki bugünkü savaş hali böyle ortaya çıktı.

Bugünkü siyasi krizin önceki siyasi krizlerden farkı: Rejim Krizi

ABD’nin Erdoğan’ı gönderme yolundaki hamlelerine karşı Erdoğan’ın ayak direyişle büyüyen siyasi kriz 12 Eylül sonrasında ortaya çıkmış olan ilk kriz değildir. Hatta Türk burjuva demokrasisinin son 35 senesinin krizlerle örülü geçtiğini söylemek abartma olmaz. Seksenlerin sonunda Özal’ın Çankaya’ya çıkış serüveni böyle bir kriz dönemine işaret eder. Susurluk kazasıyla başlatılıp Erbakan- Çiller koalisyonun bitmesiyle noktalanan kriz bir başka örnektir. Anayasa fırlatma vakası olarak hatırlanan Sezer ile Ecevit hükümeti arasındaki kriz sadece siyasal bir kriz olmakla kalmayıp bir ekonomik krizi de tetiklemiştir. Ecevit’e “Kendi kendimizi intihar ettik” dedirten ve hükümeti AKP’ye gümüş tepsi içinde sunan ise bir sene sonraki siyasi kriz olmuştur. Siyasi krizler AKP döneminin de ayrılmaz bir parçasıydı. “Genç subayların huzursuz olduğu” 2003-2004, Gül’ün Cumhurbaşkanlığı seçiminin Anayasa Mahkemesi tarafından engellendiği, sonrasında AKP’ye karşı kapatma davasının açıldığı 2007-2008 dönemleri siyasi kriz dönemleri olarak kabul edilebilir. Bu krizlerin hepsi 12 Eylül rejiminin yıpranmasına katkıda bulunsa da hiçbir zaman bugünkü boyutta ve kapsamda bir rejim krizine dönüşmedi.

Her şeyden önce bugünkü siyasi kriz 12 Eylül Anayasası’nın yeni bir anayasa ile değiştirilmesini geri dönüşsüz bir şekilde gündeme sokmuştur. 2010 referandumuyla birlikte Erdoğan’ın ikiyüzlü ve fırsatçı bir şekilde 12 Eylül’le hesaplaşmanın bayraktarlığına soyunması, rakiplerini de 12 Eylül Anayasası’nın değişmesi gereğini her fırsatta tekrarlayan bir tutum takınmaya zorlamıştır. O günden bugüne, iktidarıyla muhalefetiyle tüm burjuva partilerini birbirlerini her seferinde yüksek bir perdeden 12 Eylülcü ve darbeci olmakla suçlamaktadır. 2011 seçimlerinden sonra kurulan Anayasa komisyonundan hiçbir partinin ayrılmaya cesaret edememesi bir yandan anayasanın değişmesi yönündeki beklentinin zorlayıcı etkisini göstermektedir ama aynı zamanda bu değişiklik beklentilerini büyütmektedir. O halde derinleşen siyasal krize paralel olarak Anayasa’nın değişmesi gerektiğine dair beklentiler de artmaktadır.

İkincisi bugüne kadarki tüm krizlerde rejimin kimi parçaları kaçınılmaz olarak yıpranmıştır. Ama hiçbiri bu kapsamda ve boyutta olmamıştır. Önceki dönemde Ergenekon, Balyoz, İrtica ile Mücadele Eylem Planı operasyonları generalleri geriletmek için yürütülmüş ve rejimin payandalarından orduya ciddi bir hasar vermişti. Ancak bugün Erdoğan’a yönelik yıpratma kampanyası ve akabinde onun “paralellere” karşı açtığı savaş Ergenekon dönemindeki yıpranmaya rahmet okutacak durumdadır. Emniyetten Yargıtay’a, Anayasa Mahkemesi’nden TÜBİTAK’a kadar 12 Eylül’ün tüm kurumları hallaç pamuğu gibi dağıtılmış durumdadır. Erdoğan’ın bu kurumların içinde giriştiği paralel avı, kurumların birbirlerine attığı çelme miktarını azaltsa da ödenen bedel söz konusu kurumların kitlelerin ve burjuva siyasetinin aktörlerinin gözü önünde tüm meşruiyetlerini yitirmeleri olmuştur.

Üçüncüsü, Amerikancı koalisyonla Erdoğan arasındaki mücadelede, Erdoğan’ın yaptığı manevralar onun ömrünü uzatsa da, rejimi iyice işlemez hale getirmektedir. Tüm kadroların “güvenilir” AKP’liler arasından seçilmesi bile bu durumu engelleyememektedir. Söz konusu sorunun en çarpıcı örneği Erdoğan’ın kendisini yolsuzluk soruşturmalarından da kurtaran bir biçimde kapağı Çankaya’ya atmasıdır. Bu durum Erdoğan’ı kurtarmıştır kurtarmasına ama onu sürekli Anayasal suç işlemeye mecbur etmiştir. İcracılıktan vazgeçmeyen Erdoğan sürekli olarak hükümetin yetkilerini gasp etmektedir. Buna karşılık Erdoğan’sız bir AKP’nin hızla oy kaybedeceği gerçeği, Türkiye’de ilk kez bir Cumhurbaşkanı’nın bir parti adına seçim kampanyası yürütmesine yol açmaktadır. Çift başlı ve giderek birbiriyle çelişen bir hükümet, tarafsızlık yeminini bir kenara bırakan bir Cumhurbaşkanı tel tel dökülen rejimin sırtındaki yükleri arttırmaktadır.

Dördüncüsü, 12 Eylül rejimine en büyük darbeleri vurmuş olan, asıl yıpratıcı güç Kürtlerin durumudur. 12 Eylül darbesi Kürtlerin mücadelesindeki yükselişin önünü kesememiştir. Böylelikle Kürtleri ezmeye gelmiş bir rejim, giderek kitleselleşen bir mücadelenin sonunda bu rejime kök söktürmeye başlamıştır. Zaten bugüne kadar 12 Eylül rejimine yönelik tüm kozmetik düzenlemeler hep Kürtlerin Türk Devleti’ne yönelik büyüyen tehdidini ortadan kaldırma amacını taşımıştır. Ancak, önce Güney Kürdistan sonrasındaki Rojava’dan esen rüzgârlar 12 Eylül rejiminin başta Kürtler olmak üzere tüm ezilenlere giydirdiği deli gömleğinin tüm dikişlerini patlatmaktadır. 2009-2011 arasında Kürtlere yönelik imha saldırıları hüsranla sonuçlanan Erdoğan tam da bu nedenden ötürü Kürtlerle müzakere masasına oturmaya mecbur kalmıştır. Erdoğan’ın Amerikancı koalisyonla savaşı Kürtlerin pazarlık gücünü daha da yükseltmektedir. Ancak Kürtlerin en basit haklarını elde edebilmeleri için bile Anayasa’nın değiştirilemez hükümlerinde bir değişiklik gerekmektedir. Tam da bu yüzden rejimin sadece payandaları yıpranmakla kalmıyor aynı zamanda onun tanımlayıcı kural ve düzenlemelerinin tümü tartışmalı bir duruma geliyor.

Rejimin altını oyan tüm bu etmenlerin bir rejim krizine yol açması ise beşinci bir nokta ile ilgilidir. Yeni bir rejime dair beklentiler yükselirken, burjuva siyasetindeki hiçbir öznenin bu rejimin esaslarını değiştirmeye niyeti ve gücü yoktur. Bu ise verili kurumların daha fazla yıpranmasına, devletin kurumları arasındaki çatışmanın daha da büyümesine yol açmaktadır.

İşte HDP’nin 7 Haziran 2015 seçimlerine parti olarak katılma kararını bu siyasal tablonun bir parçası olarak düşünmek gereklidir.

HDP’nin Seçimlere Parti Olarak Girmesi Krizi Derinleştiren Bir Adımdır

Emekçi ve ezilen düşmanı 12 Eylül rejiminin en önemli düzenlemelerinden biri de yüzde onluk seçim barajıdır. Esas amacı solun ve Kürtlerin meclise girmesini engellemek, meclise girmek isteyen partilerin önüne düzen partileri ile ittifak dışında bir seçenek bırakmamaktır. Doğrusu baraj düzenlemesi ilk darbeyi çoktan almış, 2007 ve 2011 seçimlerinde yürütülen ortak bağımsız aday çalışmalarıyla barajda ilk delik açılmıştır. Nitekim o tarihten bu yana burjuva siyasetinde meclisi eskisi gibi işletmek güçleşmiştir. Kapalı oturumların sayısının neredeyse sıfıra inmesi bunun göstergelerinden biridir. Anayasa tartışmalarının bu kadar çetrefilli hale gelmesinin nedenlerinden biri mecliste başta Kürtler olmak üzere ezilenler adına konuştuğunu iddia eden ve bir türlü dışarıya atılamayan 30 küsur vekillik bir grubun varlığıdır.

HDP’nin parti olarak barajı aşması her şeyden önce delik deşik olmuş baraja esaslı bir darbe daha vurulması, baraj mekanizmasının geçersizleştirilmesi olacaktır. Bugüne dek aşılamaz bir engel olarak dikilen barajı aşmanın tüm emekçilere vereceği moral güç de cabasıdır.

HDP’nin parti olarak barajı aşmasının sonuçlarından bir diğeri de söz konusu meclis grubunun kalabalıklaşması olacaktır. Bu aynı zamanda AKP’nin milletvekili sayısının, karşısındaki burjuva muhalefeti güçlenmeden zayıflaması anlamına da gelecektir. Böylelikle rejimi değiştirme ihtiyacı sürekli büyürken hali hazırdaki düzen içi aktörlerin rejimi değiştirme kapasitesi daha da azalacaktır.

AKP Hem Zayıflıyor Hem Daha da Saldırganlaşıyor

2011’den bu yana AKP’nin halka yönelik saldırıları artmaktadır. Açılışı Roboski’deki katliamla yapan hükümet, Gezi’deki katilleri “kahraman polisimiz” diye pohpohlamış, Kobanê’yi IŞİD’le beraber kuşatmıştır. Şimdi de AKP seçimlere kolluk kuvvetlerinin yetkilerini daha da arttıran bir iç güvenlik yasa tasarısıyla girmektedir. Bu yasayı geçirmek için meclisteki tüm muhalefet milletvekillerini tartaklamaktan çekinmemektedir. Kılıçdaroğlu’nun “Mecliste bize bunları yapan sokakta vatandaşa neler yapar?” sorusu AKP’nin içine girmiş olduğu yönelimi özetlemektedir.

Öteden beri söylediğimiz üzere AKP’nin artan saldırıları, onun güçlenerek rakipsiz hale gelmesinin değil yaşadığı kan kaybının bir sonucudur. AKP geriledikçe saldırganlaşmaktadır ve bu durum son altı yıldır devam etmektedir. Bununla birlikte içine girdiğimiz dönemde yeni olan AKP’nin sadece müttefikleri tarafından terk edilmesi değil aynı zamanda Erdoğan’ın kendi partisi içindeki tartışmasız otoritesinin zayıflamasıdır. Yolsuzluk oylamasındaki fireler, 5 Ocak’ta Bakanlar Kurulu’nu toplayamaması, Hakan Fidan’ın kendi rızasına olmamasına karşın istifa etmesi bu zayıflamanın dışa vuran görüntüleridir. Pısırık ve risk almayı sevmeyen birisi olan Abdullah Gül’ün siyasete dönme yolunda verdiği sinyaller de AKP içinde büyüyen çatlakların son örneğidir.

Gelinen aşamada Erdoğan’ın kendisini korumak ve dizginleri elinde tutmak için izleyebileceği tek yöntem daha da saldırganlaşmaktır. Zayıflayan birlik, çatışan çıkarlar ancak sürekli bir kriz durumu yaratarak korunacaktır. Böyle bir krizi yaratmanın en emin yolu ise başta Kürtler olmak üzere mücadele eden tüm emekçilere savaş açmaktır. AKP 2015 seçimlerinde yenilgiye uğratılmadığı takdirde, Erdoğan’ın bu savaşı büyüteceğine şüphe yoktur.

7 Haziran’da Sorulacak Soru

Tüm bunlara bakarak yaklaşan genel seçiminin, derinleşen rejim krizinde neden önemli bir dönemeç olduğunu anlamak mümkündür. Aslına bakılırsa bugünkü tüm siyasal sorunlar tek bir soruya indirgenmiş durumdadır: Erdoğan’ın akıbeti sorunu. 7 Haziran’da Erdoğan’ı süpürmeye giden yol açılacak mıdır, yoksa genel seçim Erdoğan açısından bir can simidi işlevi mi görecektir?

Doğrusu siyasi gündemin merkezinde duran bir başka konu olan müzakere sürecinin akıbeti de esas olarak bu soru ile yakından ilgilidir. Pazarlık masasında hükümeti geri adım atmaya zorlamak mümkün olacak mıdır? Yoksa çoktan bir oyalama sürecine dönüşmüş müzakere süreci Kürtlere yönelik öncekilere rahmet okutan kapsamlı bir saldırı paketiyle mi noktalanacaktır? Bu sorular da esas olarak Erdoğan’ın ve AKP’nin akıbetiyle yakından ilişkilidir.

Kürtler adına konuşanlar arasında açıktan AKP propagandası yapan bir akıma rastlamak mümkün değildir. Ama bu akımların saflarında “Müzakere güçlü bir muhatapla yürütülür. Müzakerenin sonuç alması için AKP’nin ayakta kalması gerekir” görüşünü yayanların bulunduğu da sır değildir. Bu tümüyle yanlış bir görüştür. Zira 2015 seçimleri bir dönemeç olsa da rejim krizindeki ilk dönemeç değildir. Geçtiğimiz seneki her iki seçim de, Erdoğan açısından hayat-memat meselesi olan benzer dönemeçlerdi. Ancak her iki seçimde de Erdoğan’a önemli bir darbe vurulmadı, tersine manevra kabiliyeti arttı. Artan destek, IŞİD’e sunulan daha büyük destek, Kobanê’ye yönelik daha sıkı bir kuşatma, 6-7 Ekim eylemlerinde onlarca Kürdün vurulması, yüzlercesinin de gözaltına alınması anlamına geldi. Bugünkü iç güvenlik yasası da esas olarak Kürtlere yönelik saldırıların polis eliyle daha kapsamlı bir şekilde yürütülmesinin önünü açmak içindir.

O bakımdan ilişkiyi tersinden kurmak gerekir. Erdoğan pazarlık masasına güçlendiği için değil zayıfladığı için oturmuştur. Erdoğan’ı zayıflatan aktörlerin başında ise Kürtlerin yıllardan beri sürdürdüğü mücadele gelmektedir. 2015 seçimlerinde Erdoğan’ın köşeye sıkıştırılması Kürtlerin pazarlık masasında elini güçlendirecektir. Buna karşılık eli rahatlayan Erdoğan’ın ilk atacağı adım Kürtlere yönelik saldırılarını arttırmak olacaktır.

Daha da önemlisi Erdoğan’ın akıbetiyle ilgili olan bu soru Erdoğan ile yahut diğer düzen partileri ile ilgili olan bir soru olmaktan çok HDP ile ilgili bir sorudur. Erdoğan zaten ayakta kalmak için tüm cambazlıkları yapmaktadır. CHP’si ve MHP’siyle muhalefetin Erdoğan’ı geriletmeye mecali yoktur. AKP’yi bu seçimlerde yenilgiye uğratabilecek tek güç HDP’nin barajı aşarak meclise girmesi olacaktır. Tersinden Erdoğan’a sunulacak en büyük can simidi de HDP’nin meclisin dışında kalması olacaktır.

Solun Rejimin Seyrine Müdahale İmkânı Hiç Bu Kadar Yüksek Olmamıştı

Yaklaşan seçimleri tarihi önemde bir seçim kılan etmenlerden biri rejimin en kırılgan olduğu evreden geçmemizse bir diğeri de solun gelişmelerin seyrine müdahale imkânının ilk kez bu kadar artmış olmasıdır. Emekçiler Erdoğan’ın saltanat hülyalarını tuzla buz etmeye ve rejimin tüm işleyişini kilitlemeye hiç bu kadar yakın olmamışlardı.

Her şeyden önce rejimin içinde bulunduğu kilitlenme, Amerikancı koalisyonla AKP arasındaki mücadelenin keskinleşmesi tüm toplumu hiçbir seçim döneminde olmadığı kadar siyasallaştırmaktadır. 2011 seçimlerinde yeni Anayasa’dan değil yapmayı düşündüğü uzay mekiklerinden söz eden AKP, özellikle de Erdoğan, bu seçimlerde her türlü gelişmeyi darbe olarak görüp politikleştirmektedir. Erdoğan’ın her konu hakkında konuşup, toplumun her kesimiyle dalaşması, muhalefetin ise Erdoğan’a zarar verecek her konuyu öne çıkarıp, gündemde tutması solun siyaset yapabilmesi için mümkün olan en elverişli ortamı sunmaktadır. 2015 seçimleri yaklaşırken emekçilerin arkasında Gezi Ayaklanması’nın ve Kobanê eylemlerinin yarattığı birikim vardır. Her iki süreç de Erdoğan’ın tahtının nasıl da sallanabileceğini göstermiştir. Var olan birikim sadece Erdoğan’a duyulan öfke değil aynı zamanda emekçilerin kendi güçlerine karşı besledikleri özgüvendir.

Benzer şekilde Türkiye sınırlarının dışından esen rüzgârlar da AKP’yi sıkıştırmakta, solun müdahalesi için elverişli koşullar hazırlamaktadır. Kobanê’deki direnişin AKP-IŞİD kuşatmasını püskürtmesi, Kürtleri ezmek isteyenlerin hüsrana uğrayacaklarını bir kez daha göstermiştir. Boğulmak istenen Rojava devrimi Türk Devleti açısından bir istikrarsızlık unsuru olarak varlığını korumakla kalmamış, verdiği mesajı Türkiye’ye daha güçlü bir şekilde ulaştırmaya başlamıştır.

Nihayetinde Yunanistan’da Syriza’nın seçim sonucu, bu reformist partinin hükümet koltuğunda ne yapacağından bağımsız olarak, sol güçlerin birleştikleri zaman burjuva partilerinin arasından nasıl öne çıkacaklarını göstermiştir. Önceleri marjinal olarak küçümsenen solun bu seçim başarısının, barajı aşmak gibi bir iddiayla seçimlere hazırlanan HDP için daha da elverişli koşullar yaratacağı açıktır.

HDP Barajı Aşabilir/Aşmalıdır, Ancak Barajı Aşmanın Koşulları Vardır

Seçim sürecinde HDP’ye yönelik yükseltilen eleştirilerin başında HDP’nin seçime parti olarak katılması ile ilgili eleştiriler gelmektedir. Parti olarak seçime katılmanın risk almak anlamına geleceği, Cumhurbaşkanlığı seçimlerine bakarak umutlanmanın yanlış olduğu, zira bu seçimlere katılım oranının düşük olduğu, anketlerin çoğunda HDP’nin barajın bir ya da iki puan altında göründüğü bu kesimlerin temcit pilavı gibi tekrarlayıp durduğu görüşlerdir. Tersinden başka anket sonuçlarına, liberal çevrelerin pohpohlamalarına yahut facebook ve twitter ahalisinin ruh haline bakarak HDP’nin barajı kolayca aşacağını söyleyenler de çoğalmaktadır. Bu görüşlerin sahipleri siyaset hakkında yorum yapmakla siyasal mücadele vermek arasındaki farkları karıştırmaktadırlar. Anket verilerine yahut önceki seçimlerin sonuçlarına bakarak seçim taktiği belirlenmez. Siyaset tahmin değil iddia ve mücadele işidir. Bu bakımdan HDP’nin seçime parti olarak girmesi de yanlış değildir ama kerameti kendinden menkul anketlere bakarak HDP’nin barajı aştığını ilan etmenin de iler tutar bir yanı yoktur.

2007’den bugüne kadarki seçimlerde, bugün HDP’nin bileşenleri olan unsurların da desteklediği adayların oy oranlarının yüzde onun altında kalmış olması yüzde onun aşılması imkânsız bir baraj olmasına değil bağımsız adaylar etrafında çalışma yürütenlerin, özellikle de Türkiye’nin batısında üstlerine düşen siyasal görevleri yerine getirmediklerine işaret eder. Evet, bugün nesnel koşullar her zamankinden daha elverişlidir ancak barajı önceki iki genel seçimde de aşmak mümkündü. Barajın altında oy alınması barajı aşmak isteyenlerin zaaflarından kaynaklanmaktadır.

O halde bugün meseleyi anket sonuçlarına, risk alıp almama tartışmalarına odaklayanlar, HDP’nin parti olarak girmesinin yanında da karşısında da olsalar aslında bugünkü seçimlerde HDP de dahil olmak üzere solun asıl tartışması gereken konunun odağını saptırmaktadır. HDP’nin seçim barajını aşıp aşamayacağına ilişkin tahmin ve analiz yarışına girmek yerine HDP’nin barajı aşması için solun görevleri tartışılmalıdır. Bu tartışma aynı zamanda kimin AKP’ye karşı mücadele ettiğini gösterecektir.

Erdoğan Oylarını Toplumu Kutuplaştırdığı İçin Değil Karşısında Bir Kutup Olmadığı İçin Koruyor

Barajı aşmanın koşullarının başında AKP’ye ve onun toplumun örgütlü kesimlerine yönelik yürüttüğü saldırılara karşı çıkmak gelmektedir. Hükümete karşı net bir şekilde karşı çıkmadan emekçilerin politik kesimlerinin desteğini kazanmanın imkânı yoktur. Yapılması gerekeni tarif etmek için, Amerika’nın ve Amerikancıların Türkiye’deki burjuva muhalefetine biçtikleri rolü akılda tutmak gerekir. Zira yapılması gereken tam tersi bir istikamette ilerlemektedir.

Amerikancı çevreler AKP’nin bugüne kadar seçimlerde yenilgiye uğratılamamış olmasını esas olarak, Erdoğan’ın “toplumu kutuplaştırma” becerisiyle açıklamaktadırlar. Buna göre her türlü sorunu siyasallaştırmak, darbeciler-demokratlar, dindarlar-kindarlar, monşerler-Anadolu çocukları türünden gerilimler yaratmak Erdoğan’ın toplumu bizden olanlar ve onlardan olanlar diye ikiye bölmesini sağlamaktadır. Böylelikle de kendi etrafında kümelenmiş kesimleri kemikleştirmeyi başarmaktadır. Buna karşılık Amerikancı-liberal çevrelerin önerdiği muhalefet stratejisi ise ortamı germeden, her sorunu siyasal bir hesaplaşmaya dönüştürmeden Erdoğan’ın kendi kendisini yıpratmasını sağlamaktır. Kılıçdaroğlu’nun akıl hocaları ona Erdoğan’a ilişmeden, onu düşürme hedefini dile getirmeden, onu bir diktatör, iktidar düşkünü bir meczup olarak resmedip, gülünçleştirip, itibarsızlaştırarak “huzur isteyen” sessiz seçmen kitlesinin desteğini almayı tavsiye ediyor.

Liberal çevrelerde pıtrak veren “HDP dostlarının” HDP’ye verdiği tavsiyeler de üç aşağı beş yukarı bu yöndedir. “Ekmek İçin Ekmeleddin” ile AKP’ye karşı bir MHP-CHP ittifakı kurmak isteyenler, HDP’ye de AKP’ye karşı yapıcı bir muhalefet yürütmesini tavsiye ediyorlar. Televizyon kanalları ve twitter hesabı merkezli bir seçim çalışması öneriyorlar. Bu kesimlerin 6-7 Ekim Kobanê eylemleri Demirtaş’ın kavgacı olmayan imajını lekeledi diye veryansın etmeleri de yine aynı kaygıların ürünüdür.

Hâlbuki bu tespitin tam tersi doğrudur. Bugün Erdoğan’ın toplumu kutuplaştırma becerisi asıl olarak HDP de dahil olmak üzere solun ezilen ve sömürülen yığınları Erdoğan’ın karşısına bir kutup olarak dikmekteki yetersizliğinden kaynaklanmaktadır. Aslına bakılırsa, KöZ’ün arkasında duran komünistlerin yıllardan beri muhalefet boşluğu diye tanımladıkları durum tam olarak bu yetersizliğe işaret etmektedir. Roboski’de bombalanan Kürtler, Soma’daki Ermenek’teki maden işçileri, inşaatlarda cinayetlere kurban gidenler, AKP’nin kadın düşmanı politikalarından rahatsız olanlar, okulları imam-hatiplere dönüştürülenler bugüne dek bir kutupta buluşamamıştır. Bu kesimlerin kendini en kitlesel şekilde ifade ettiği zeminlerde bile AKP karşıtı tek bir kutuptan değil birçok kutupluluktan söz etmek mümkündür. Bunun en çarpıcı örneği ise Gezi Ayaklanması’na katılan kitle ile Kobane eylemlerine katılan kitle arasındaki farkta görünmektedir. Her iki eyleme katılan kitle birbirinden tümüyle farklı kesimlerden gelmektedir. O halde AKP’nin karşısında kitleler ölümü göze alarak çıktıklarında dahi ortada tek bir güçlü kutbun oluşamadığını söylemek gerekir.

AKP’ye karşı kararlı ve sürekli bir demokrasi mücadelesi vermeden, Kürtlerin kültürel haklarını kazanma mücadelesini bu mücadelenin olmazsa olmaz bir koşulu görmeden böyle bir kutup oluşturmak mümkün değildir. Bugünkü parçalanmışlığın sebebi tam da budur. Solun içerisinde başta Birleşik Haziran Hareketi olmak üzere AKP’ye karşı mücadele etmeyi öne çıkaran unsurlar Kürtlerin mücadelesinden uzak durmaktadırlar. HDP ve yörüngesindeki akımlar da Kürtlerin taleplerini demokrasi mücadelesinin merkezine oturtsalar da, bu mücadeleyi hedef tahtasına AKP’yi oturtan bir şekilde yürütmüyorlar. Kuşkusuz HDP’nin AKP’nin karşısına dikildiği birçok örnek vermek mümkündür. İç güvenlik yasa tasarısı sırasında HDP’li vekillerin meclisteki tutumu bunun en son örneğidir. Ancak HDP’nin AKP karşısındaki tutumu istikrarlı ve AKP’yi düşürmek isteyen bir çizgide değil zig-zaglar çizerek ilerlemektedir. HDP Gezi Ayaklanması karşısında mesafeli tutum takınırken, Kobanê direnişi sırasında kitleleri sokağa çağırmış ve AKP’ye karşı en militan eylemlerin gerçekleşmesine ön ayak olmuştur. Ama kitleleri eve dönmeye çağıran da HDP olmuştur. Meclis’teki yolsuzluk oylamaları sırasında en sert konuşmaları yapıp, yüce divan oyu veren HDP’li vekillerdir, ama yolsuzluk komisyonundan çekilen de, 17-25 Aralık operasyonları sırasında sürecin dışında kalmaya özen gösteren de yine HDP olmuştur. AKP’nin karşısına sürekli olarak değil konjonktürel olarak çıkmak, kitlelerin inisiyatifini ve mücadelesini geliştiren değil onları bir pazarlık unsuru olarak gören bir yaklaşımı yansıtır. Böyle bir yaklaşım ise emekçiler ve ezilenlerin AKP’ye olan öfkesini ortak bir zeminde birleştiremez.

Gezi Ayaklanması sırasında talepleri ve sorunları birbirinden farklı milyonlarca emekçiyi sokaklara döken Erdoğan’a yönelik öfke ve Erdoğan’dan kurtulma umuduydu. Benzer şekilde 6-7 Ekim eylemlerinde Kürtleri AKP’nin üstüne yürüten de yine AKP’den kurtulmadan Kobanê’nin kurtulamayacağı düşüncesiydi. Bugün emekçileri ve ezilenleri bir kutupta toplamak için kullanılması gereken harç tam da bu olmalıdır. Erdoğan’dan ve AKP sultasından kurtulmadan, bugün emekçilerin en ufak bir sorunu bile çözülemez. Bu basit gerçeğin üstünü örtenler diledikleri kadar işçilerin, Kürtlerin, kadınların sorunları hakkında konuşsunlar, yine de ekonomizmin apolitizmin bataklığından kurtulamayacaklardır. Erdoğan, can havliyle ülkedeki tüm sorunları kendi akıbetine bağlarken, 7 Haziran günü sandığa giden herkes Erdoğan’ın akıbeti ile ilgili oy kullanacakken; iş cinayetlerini, kıdem tazminatının gasp edilmesini, tecavüzleri, Kürtlere yönelik haksızlıkları Erdoğan’ı devirmekten bahsetmeksizin gündeme almak, bu sorunlarla siyasal olmayan bir şekilde, yani iktidar sorunundan bağımsız bir şekilde bahsetmek anlamına gelecektir.

Amerika ve uzantılarının CHP’ye ve HDP’ye tam aksi istikamette tavsiyelerde bulunması aslında kendileri açısından anlaşılırdır. Zira emekçilerin ve ezilenlerin Erdoğan’ın karşısına bir kutup olarak dikilmesi, aynı kesimlerin bağımsız bir güç olarak siyaset sahnesine girmesi anlamına gelecektir. Washington da, Cemaat de, TÜSİAD da emekçileri huzur arayan ve gerginliklerden sıkılmış seçmen kitlesi olarak kontrol altında tutmak istemektedir. Kabul edilmez olan emekçiler lehine siyaset yapmak isteyenlerin “AKP karşıtlığına kilitlenmek istemeyen” bir pozisyonu savunmalarıdır. Emekçileri AKP’ye karşı bir kutupta birleştirecek çizgi izlemek tam da bu yüzden, sadece AKP ile değil, efendilerinin sözünden çıkmayan CHP ile ayrım çizgilerini kalınlaştırmak anlamına gelecektir.

Doğrusu AKP’yi hedef tahtasına oturtmakla seçim sonuçları arasındaki ilişki için uzun izahatlar yapmaya gerek yoktur. 2004’ten bugüne yerel ve genel seçim sonuçlarına bakmak yeterlidir. DTP 2004 seçimlerine SHP şemsiyesi altında girmişti. Bunun sonucu elbette, bugün solun birlikteliğini CHP ile sağlamayı önerenlerin akılda tutması gereken bir hezimet oldu. 2007 seçimlerine bağımsız adaylarla girmek benzer bir hezimetin yaşanmasını engellese de, bu seçim kampanyasında AKP hedef tahtasına konmadığı için, özellikle Kürdistan’da AKP önemli mevziler kazandı. Tersinden 2009 ve 2011 seçimlerine AKP-karşıtlığı nispeten daha fazla damgasını vurdu ve her iki seçim de AKP’ye kaybedilen oylar fazlasıyla geri alındı. Buna karşılık 2014 yerel seçimlerinde HDP’nin tarafsız kalma gayreti oylarının yerinde saymasına yol açtı.

28 Şubat Açıklaması HDP’nin AKP’nin Karşısına Bir Kutup Olarak Çıkma İddiasını Gölgelemiştir

Bununlar birlikte 28 Şubat’taki Dolmabahçe açıklaması, seçim dönemi yapılmaması gerekenlerin ne olduğuna dair iyi bir örnek sunmaktadır. Dolmabahçe’deki açıklamadaki yeni ve önemli olan gelişmenin PKK’nin silah bırakmasıyla ilgili olduğunu düşünmek tuzağa basmak olur. Her şeyden önce PKK Türkiye’de gerilla savaşı temelli bir mücadele yürütmeye yıllar önce, Abdullah Öcalan’ın rehin alındığı 1999’da, son vermiştir. İkincisi, YPG’nin Rojava’da Türk Silahlı Kuvvetlerine yol açtığı koşullarda, PKK’nin Türkiye’nin dışındaki bölgelerde silahlı birliklerinden vazgeçeceğini düşünmek saflık olur. Söz konusu açıklama esas olarak AKP’nin bir seçim manevrasıdır. Söz konusu manevra AKP’nin Kürtler nezdinde yıpranan imajını tazelemeyi, diğer taraftan da HDP’nin kendisine karşı bir kutup olarak ortaya çıkmasını engellemeyi amaçlamaktadır.

Doğrusu 28 Şubat açıklaması HDP’nin, özellikle de Selahattin Demirtaş’ın, açıklama sonrası tüm AKP karşıtı çıkışlarına karşın tam da bu amaca hizmet etmiştir. AKP ile birlikte Dolmabahçe Sarayı’nda açıklama yaptıktan sonra AKP’yi 10 maddeye dair en ufak bir taahhütte bulunmamakla eleştirmek faydasızdır. Aynı şekilde 10 maddenin arasına Demokratik Anayasa talebini koyup AKP’nin yeni bir Anayasa yapacağı hayalini yaydıktan sonra Demirtaş’ın “Demokratik Anayasayı HDP yapacak” açıklamasının da bir kıymeti yoktur. Zira HDP, geçelim Anayasa yapacak bir çoğunluk elde etmeyi, hükümet olmayı bile hedeflemeyen bir partidir. Seçimlerdeki hedefi barajı aşmak olan HDP’nin hedefi 7 Haziran seçimleri sonrasında yeni anayasa yapmak değil, olsa olsa Erdoğan’ın başkanlık hedefleyen Anayasa projesini engellemek olmalıydı. Daha da kötüsü, “yeni anayasayı HDP yapacak” şiarını dillendirmeye devam etmek HDP’nin yeni anayasa için AKP’ye destek vermesine kapı aralamak anlamına gelecektir.

Her hâlükârda, 28 Şubat açıklaması, doğrudan HDP’nin kendi iradesiyle gerçekleşmiş olmasa da HDP’nin AKP karşısında bir kutup olma iddiasını gölgelemiştir. Bu gölgeden kurtulmak HDP’nin bundan sonra AKP karşısında tutarlı ve eylemli bir tavır göstermesine bağlıdır.

Barajı Aşmak İçin EDÖB’ün Gerisine Düşen Değil Onu Aşan Bir Eylem Birlikteliğine İhtiyaç Vardır

Barajı aşmanın bir diğer koşulu solun en geniş kesimlerinin birlikteliğini sağlamaktır. 2009 ve 2011 seçimlerinde önceki seçimlere kıyasla nispeten daha başarılı sonuçların ardında yatan nedenlerden biri de bu dönemde solun gündemini uzun bir süre boyunca meşgul ederek bir yılan hikâyesine dönen Çatı Partisi tartışmalarının geri plana alınmasıydı. Böylelikle seçim çalışmalarını eylem birliği zemininde yürütmek mümkün olmuştu.

2011 genel seçimlerinde, KöZ’ün de bir parçası olduğu Emek Demokrasi Özgürlük Bloğu (EDÖB) bugüne kadar seçim ittifakları içindeki en üst nokta idi. Elbette EDÖB de solun tüm kesimlerini kucaklayamamıştı. ÖDP, TKP, Halkevleri bu ittifakın dışında yer almıştı. Ancak EDÖB’ün bugünkü HDP’den daha ileri bir konumda olduğu açıktır. Nitekim HDK/HDP kendisi ile 2011 seçimleri arasında bir süreklilik kursa da EDÖB’ün tüm bileşenlerinin dahi HDP içinde yer almadığı açıktır. Daha ileri bir adım olarak gösterilen HDP bir seçim ittifakı olarak EDÖB’ün yerini dahi tutmamaktadır.

Bugün barajı geçmek için ise EDÖB’ü aşan bir seçim ittifakına ihtiyaç vardır. Sol içerisinde hiçbir akım Erdoğan’ın karşısında değil yanında olduğunu söylememektedir. Yine hiçbir akım Kürtlerin sorunlarının demokrasi mücadelesinin önemli bir parçası olduğunu reddetmemektedir. Aslına bakılırsa Birleşik Haziran Hareketi’nin talepleriyle, HDP’nin talepleri arasında esasa dair bir fark yoktur. Sol partiler içinde tüm seçim bölgelerinde seçime katılmaya müsait bir parti teşkilatına sahip olan HDP’nin parti olarak seçime girmesi bir dayatma olarak kabul edilemez, bilakis yüzde on barajını aşmanın ön koşuludur. Başka bir deyişle bu kesimler arasında bir seçim ittifakının önünde de, kamuoyuna duyurulmuş, bir engel yoktur.

Böyle bir seçim ittifakını oluşturmanın temel koşulu AKP’ye karşı tüm emekten ve demokrasiden yana tüm güçleri bir arada toplayacak bir seçim ittifakı çağrısı yapmaktır. Seçime parti olarak girme kararı aldığına göre, sol içindeki tüm güçlerin eşit söz hakkıyla bir katılımcı olarak yer alacakları bir seçim ittifakının çağrısını yapmak da esas olarak HDP’nin sorumluluğudur. Seçimlerde solun desteğini sağlamak için HDP’nin sol akımlarla ikili görüşmeler yaptığı zaten sol kamuoyunun malumudur. Ancak “HDP’yi destekleyin” diye görüşmeler yapmakla, HDP’nin de içinde yer aldığı bir ittifak çağrısı yapmak arasında dağlar kadar fark vardır. Birincisi başarısızlığa, dostlar alışverişte görsün misali verilen desteklere mahkûmken ikincisi emekçilere güven verecek bir seçim ittifakın ön koşuludur. Birinci durumda her akımın seçimlerde HDP’yi desteklememek için kendince bahaneleri olacaktır, ikinci durumda seçim ittifakında yer almayanların yapabileceği bir politik bir gerekçesi bulunmayacaktır.

Son günlerde, özellikle iç güvenlik tasarısının tartışıldığı sırada, Birleşik Haziran Hareketi ile HDP birlikte düzenledikleri eylem ve etkinliklerin sayısını arttırmaktadır. Ancak her iki kesim de seçime yönelik ortak bir açıklama yapmaktan kaçınmaktadır. Böylelikle ortaya bir paradoks çıkmaktadır, bir eylem birliği olarak seçim ittifakı oluşturamayanlar, seçimleri gündeme almayan eylem birlikleri düzenlemektedir. Tam da bu nedenle bir eylem birliği olarak tasarlanmamış seçim ittifaklarının güdük kalacağını hatırlatmakla yetinmemek gerekir. Aynı zamanda seçimleri gündem etmeyen eylem birliklerinin bugün açısından politik bir anlam taşımayacağını, daha da kötüsü seçimlerdeki grupçu tavırları perdeleyen bir örtü işlevini üstleneceğini söylemek gerekir.

8 Mart’tan 1 Mayıs’a Uzanan Eylemleri Kitlesel Bir Seferberliğe Dönüştürmek Gerekir

Barajı aşmanın üçüncü koşulu ise seçimlerde yürütülecek çalışmayı, burjuva partilerinden farklı olarak, kitlesel bir seferberlik olarak yürütmektir. HDP adayları çevresinde yürütülecek seçim çalışması, AKP’ye karşı muhalefetin lafta kalmayan bir muhalefet olduğunu gösterdiği oranda CHP ile arasındaki ayrımları kalınlaştıracaktır. Zira Gezi Ayaklanması sırasındaki tutumundan anlaşıldığı üzere, AKP’yi grup konuşmalarında en sert biçimde eleştiren CHP, iş AKP’ye yönelik tepkileri eyleme dökmeye gelince ayak diremektedir. İç güvenlik yasasının görüşmelerinden önce de, “yasa çıktığında sokakta en önde ben yürüyeceğim” diyen Kılıçdaroğlu, meclis görüşmeleri sırasında mecliste dahi yer almamıştır. Görüşmeyi kilitlemek için HDP’li vekiller eylemli bir tutum sergilerken CHP’lilerin tutumu iç tüzüğün 68. maddesini hatırlatmakla sınırlı kalmıştır.

Aslına bakılırsa iç güvenlik yasa tasarısı sırasında yaşananlar AKP’nin saldırılarının nasıl püskürtülemeyeceğinin çarpıcı bir örneği olmuştur. Başta HDP’li vekiller olmak üzere, muhalefet partilerinin meclisteki kilitleme girişimleri yasa tasarısını tüm Türkiye’nin gündemine soksa da, meclisteki direniş yasa tasarısının geçişini engelleyememektedir. Meclisteki direniş AKP’nin saldırılarını durdurmak için yetersizdir çünkü sokak ayağı eksiktir. Emekçilerin kitlesel eylemleri olmadan, bu eylemleri miting meydanlarından varoşlara yaymadan AKP’nin saldırılarını durdurmak mümkün değildir.

Seçimlerin 8 Mart ile 1 Mayıs arasındaki eylemli dönemin peşi sıra gelmesi bu bakıma bir şanstır, Gezi Ayaklanması’nın yıl dönümünün seçimden bir hafta öncesine gelmesi de. Zira seçimlere emekçiler adına girmeye hazırlananların yeni ve alternatif seçim mitingleri düzenlemesine gerek yoktur. Söz konusu dönem boyunca mitinglerin düzenlenmesi zaten bir gelenek olmuştur. Yapılması gereken yeni mitingler düzenlemek değil bu mitinglerin gündemini seçimler olarak tayin etmektir.

Ne yazık ki, zurnanın zırt dediği yer de tam burasıdır, zira söz konusu 8 Mart, Newroz, 1 Mayıs olduğunda sol akımların çoğunluğundaki ekonomist, sendikalist eğilimler açığa çıkmaktadır. 8 Mart’ı, hükümete karşı tüm ezilenlerin birleştiği bir hesaplaşma gününe çevirmek yerine sadece kadınların sorunlarına odaklanan, sadece kadınların katıldığı bir şenliğe çevirmek konusunda tüm akımlar yıllardır fikir birliği içindedir. 21 Mart’ı Kobanê’deki direnişe kilitlenerek kutlamak, Kürtlerin düşmanı AKP’ye karşı mücadeleyi esas almamak, 1 Mayıs’ı sendikacılara teslim etmek de aynı anlayışın ürünüdür. Hâlbuki tüm bu mitingler HDP’yi destekleyeceğini açık ve desteklemesi muhtemel tüm güçlerle birlikte örgütlenecek seçim mitinglerine çevrilmelidir. Merkezi eylemleri seçim gündemli örgütlemek, aynı zamanda bu eylemleri varoşlara taşımanın da önünü açacaktır.

Seçimlerde HDP’ye Rağmen HDP’yi Desteklemek Gerekir

AKP’yi, özel olarak da Erdoğan’ı, hedef tahtasına oturtan bir demokrasi mücadelesi, seçim çalışmalarının solun en geniş kesimlerinin katıldığı bir seçim ittifakı platformuyla yürütmek ve seçim çalışmasını kitlesel, eylemli bir seferberliğe dönüştürmek. Bu koşulları yerine getiren bir hareketin önünde hiçbir seçim barajı duramaz. Tersinden bu koşulları yerine getirmeye niyetli olmadan seçimlere parti olarak girmek düpedüz sol lafazanlık olarak görülmelidir.

Henüz seçim sürecinde kimin nasıl bir çizgi izleyeceği kesinleşmemiştir ama HDP’nin bu görevlerin üstesinden gelmeye 2011 yılına kıyasla daha az müsait bir pozisyonda olduğunu söylemek için herhangi bir gelişmeyi beklemeye gerek yoktur. Zira bugünkü HDP Emek Özgürlük ve Demokrasi Bloku’nun ilerisinde değil gerisinde bir konumdadır. Bir eylem birliğini bir siyasi partiye dönüştürdüğü için içindeki kimi bileşenleri kaybetmekle kalmamış aynı zamanda içindeki eylem birliklerini de pörsütmüştür. Buna bağlı olarak 2009-2011 arasındaki dönemde birleşik eylemlerin sayısı ve kitleselliği artarken, 2011’den bu yana solun ön ayak olduğu eylem ve etkinlik sayısı, kitlelerin kendiliğinden sokağa çıkma eğiliminin büyümesine karşın, azalmıştır. Kısacası EDÖB’den HDP’ye ilerleyen süreç, nesnel koşullardaki tüm olumlu gelişmelere karşın, seçim barajını aşmayı kolaylaştıran değil zorlaştıran istikamettedir. Başka bir deyişle HDP’nin kendisi yüzde on seçim barajının aşılmasının önündeki en büyük engeldir.

HDP’nin AKP karşısında net bir eylemli çizgi koymayışına, solun en geniş kesimleriyle ittifak içine girmeyişine bakarak seçimlerde bugüne dek HDP’yi desteklemekten imtina eden akımların sayısı hiç de az değildir. Halbuki 2014 seçimlerinde HDP’ye oy vermek için HDP’li olmaya yahut HDP’li vekillere kefil olmaya gerek yoktur. HDP’nin seçim barajını aşarak meclise girmesi, HDP’li vekillerin mecliste takınacağı tutumdan bağımsız olarak, 12 Eylül düzeninin dikişini iyiden iyiye attıran, rejimin krizini derinleştiren bir durumdur. Üstelik HDP’ye yöneltilecek eleştiriler bu parti meclisin dışında kaldığında değil meclise girdiğinde daha rahat yöneltilebilir. Meclisin içindeki bir HDP’nin eksiklikleri daha rahat görülebilir, gösterilebilir. Tersinden meclisin dışında kalan bir hareketin, kendine yönelik eleştirileri, “elimdeki imkânlar bu kadar” diye yanıtlaması daha kolaydır.

O halde seçimlerde emekçi ve ezilenlerin çıkarlarını savunma iddiasını taşıyan tüm güçlerin HDP’yi 12 Eylül barajını aşarak meclise sokmak için gayret göstermesi gerekmektedir. HDP’nin aksi doğrultudaki yönelimi akılda tutulduğunda bu tutumu “Seçimlerde HDP’ye rağmen HDP’yi desteklemek” diye özetlemek mümkündür. Bunun dışındaki tüm yönelimler CHP’ye hizmet edecektir. Zira “parlamentarizme karşı olmak” adına açıktan boykot çağrısı yapmak yahut seçimleri gündeme almamak, solun çevresinde öbeklenmiş kesimlerin CHP’yi bir umut olarak görmesine yol açacaktır. Bir hareketin seçimlerde, kazanma şansı olmadığı halde, “sınıf çalışması” yürütmek yahut propaganda yapmak adına kendi adıyla ya da adaylarıyla girmesi de boykotçuluktan farklı değildir.

Seçim Süreci Boyunca KöZ’ün Tutumu

KöZ’ün arkasında duran komünistler, sadece devrimci bir partinin bugünkü krizi emekçilerin elini güçlendirecek şekilde istismar edebileceğini biliyorlar. Zira bugünkü rejim krizinden ancak devrimci bir partinin önderliğinde işçi ve emekçilerin önünü açacak bir biçimde faydalanabilir. Böyle bir partinin olmadığı koşullarda izlenecek seçim taktikleri düzen güçlerinin oyunlarını bozmaya muktedir olamaz. Hatta eninde sonunda hâkim sınıfın şu ya da bu kesiminin kuyruğuna takılacağından şüphe duymamak gerekir. O halde KöZ’ün siyaset sahnesine adımını attığı ilk günden beri tekrarladığı gibi asıl sorun rejimin krizi değil devrimci önderlik krizidir. Bu kriz çözülmediği sürece hiçbir gelişme işçi ve ezilenlerin önünü açmayacaktır. O halde devrimcilerin önündeki görev önderlik krizini çözmek için, devrimci bir partiyi yaratmak hedefiyle siyasal mücadeleye katılmaktır.

Devrimci bir partinin bulunmadığı koşullar altında yürütülecek siyasi faaliyetin amacı, devrimci bir partiye ihtiyaç duyan kesimlerle yan yana gelmek, bu kesimlere var olan siyasi hareketlerden hiçbirinin devrimci bir partinin oynaması gereken rolü oynayamadığını göstermek ve bunun neden böyle olduğunu açıklamaktır. KöZ 7 Haziran seçimlerindeki tutumunu seçimlerin sonucunu belirleyebileceği hayaline kapılarak değil söz konusu amaçları akılda tutarak tarif etmiştir.

Rejimin krizi her zamankinden derin, emekçi hareketinin sunduğu fırsatlar her zamankinden çok. Demek ki solun omuzlarındaki sorumluluklar her zamankinden ağır. 7 Haziran’a varan süreç kimlerin sorumluluklarından kaçtığı, kimlerin daha fazla sorumluluğa talip olduğunun görüleceği bir dönem olacaktır. KöZ’ün yeri elbette daha fazla sorumluluk alanların yanı olacaktır.

Tam da bu nedenle “HDP’ye rağmen HDP” tutumunu benimsemek 7 Haziran seçimlerine bir yorumcu gibi katılmak ve kerhen destek sunmak anlamına gelmez. Tersinden HDP’yi meclise taşımak için aktif bir seçim çalışması yürütmeyi gerektirir. Tam da bu yüzden KöZ’ün arkasında duran komünistler 7 Haziran seçimlerinde HDP’yi destekleyecekler, seçim çalışmalarını “12 Eylül Barajı’nı Aşmak için Oylar HDP’ye”, “Erdoğan’ın Başkanlık Planını Bozmak için HDP’yi Meclise Taşıyalım”, “AKP’nin Kürtlere Yönelik Saldırı Planını Boşa Çıkarmak için Hdp’yi Meclise Taşıyalım” ve benzeri şiarlarla yürüteceklerdir.

Seçimlerde barajın şu ya da bu akımın tekil gayretiyle değil, solun en geniş kesimlerinin ortak mücadelesiyle aşılacağını savunmak, HDP’nin seçim çalışmalarının yürüttüğü tüm platformlara dahil olmayı, bu platformları solun tüm kesimlerine açmak üzere önerilerde bulunmayı gerektirir. Yine tüm bu platformları AKP’ye karşı kitlesel bir seferberliğin planlayıcısı ve yürütücüsü kılmak için önerilerde bulunmak, bu önerilerin gereklerini yerine getirmek için azami sorumluluk üstlenmek de şarttır. KöZ bu tutumun takipçisi olacaktır.

12 Eylül Barajını AKP’nin Başına Yıkmak için Oylar HDP’ye!

Barajı Aşmak için Seçim Çalışmasını En Geniş Eylem Birliği ile Yürütelim!

Barajı Aşmak için 8 Mart’tan 7 Haziran’a Uzanan Süreci AKP’ye Karşı Kitlesel Bir Seferberliğe Çevirelim!

Paylaş