3 Kasım 28 Şubat’ın Rövanşı Değil, Tamamlayıcısıdır!

0

(Bu yazı Proleter Devrimci KöZ’ün 2002 yılının Kasım ayında çıkan 3. sayısında yayımlanmıştır.)

3 Kasım 28 Şubat’ın Rövanşı Değil, Tamamlayıcısıdır!

«Necmettin Erbakan ve SP, 28 Şubat’ın rövanşını da kaybederken; Tayyip Erdoğan ve AKP, asker-sivil-bürokrasi ittifakına karşı 28 Şubat’ın rövanşını politik olarak kazanmıştır.» Atılım’ın 9 Kasım tarihli başyazısı, seçim sonucunu değerlendirirken bu saptamayı yapıyor. 

Yani AKP hakkında yığınları kandırmak için yayılan propaganda kampanyasının Atılım’ı da etkilediği anlaşılıyor. Kitlelere «dışarıdan bilinç vermek» üzere öncülük rolü üstlenme iddiasındaki bir gazete, başyazısında burjuvazinin yığınların gözünü bağlamak için yarattığı tabloyu gerçek sanıyor. 

Kuşkusuz bu yanılsama içinde olan tek devrimci akım Atılım’ın arkasında duran akım değildir. AKP ile içinden çıktığı FP’yi aynı kefeye koyanlar, iki parti arasındaki farkın bir sima değişikliğinden ibaret olduğunu sananlar az değildir. AKP’nin nasıl ve hangi amaçla yaratıldığının farkında olmayanlar da az değildir. Nitekim AKP’nin aldığı oylar da bunu bir başka açıdan doğrulamaktadır. 

Bu konudaki zihin bulanıklığını açabilmek için evvela 28 Şubat’ın mahiyetini hatırlamak gerekir. 

O zamanın moda deyişiyle «28 Şubat postmodern darbesi»nin ardında OYAK-TÜSİAD ittifakı vardı. Yani finans kapitalin bir kesimi vardı. OYAK-TÜSİAD ittifakı, seçim mekanizmalarıyla ve sandık yoluyla alt edemediği ve doğrudan doğruya kendi hizmetine girmesini sağlayamadığı RP-DYP koalisyonunu ordu marifetiyle hizaya getirdi. 80’li yıllar boyunca filizlenip palazlanan ve finans kapitalin geleneksel kesimleriyle boy ölçüşecek hale geldiği gibi, seçim mekanizmasına bağımlı RP-DYP koalisyonunu da kendi hizmetine koşabilen bir kesim oluştu; giderek ön aldı. Bu kesim bir yandan fitre-zekat bahanesiyle muazzam sermayeleri yurtdışından devşirip Türkiye’de yatırım haline getirebilen Kombassan, Yimpaş gibi holdingleri ifade ediyordu; ki 28 Şubat sürecinde bunların adları da açık açık telaffuz edildi. RP daha çok bu kesimlerin temsilcisi, sözcüsü durumundaydı. DYP ise aynı dönemde öne çıkan bir başka kesimi temsil ediyordu. Bu ise daha çok savaş koşullarını da istismar ederek palazlanan kaçakçılık ve kara para üzerinden palazlanan kesimdi. Susurluk’la birlikte tetiklenen süreçte meydana çıktığı gibi, bu kesim aynı zamanda devletin kaynaklarını münhasıran kendi heybesine doldurarak gelişmekteydi. Oysa hakim sınıfın hükümetlerden beklediği, devletin imkanlarını finans kapitalin bütün kesimlerine eşit olarak dağıtmasına nezaret etmesi, bu kesimler arasında özellikle de keskinleşen rekabet koşullarında haksız bir rekabet durumu doğmasına izin vermesidir. Halbuki RP-DYP koalisyonu doğrudan doğruya bu kesimlerin çıkarlarını kollayan, finans kapital içindeki rekabette bir tarafı kayıran bir rol üstlenmiş durumdaydı. Üstelik bu taraflı durum özelleştirmelerin gündemde olduğu koşullarda daha da kritik bir önem arz etmekteydi. Özelleştirme devletin elindeki birikmiş sermayenin büyük kapitalistlere peşkeş çekilmesi anlamına geldiğine göre, bu koşullarda finans kapital içinde reel sektör diye de anılan kesimin aleyhine bir güçler dengesinin oluşması kaçınılmaz hale gelmekteydi. 

Susurluk’tan itibaren reel sektör ve rantiyeler diye karşı karşıya getirilen iki kesim arasındaki gerilim ve çatışma giderek tırmandırıldı. 28 Şubat ile birlikte de «reel sektör» denilen kesim, yani OYAK-TÜSİAD ittifak ederek ordu eliyle DYP-RP koalisyonunu bozdu. Bu iki kesim arasındaki farklardan biri de reel sektör dedikleri kesimin büyük ölçüde yabancı sermaye ile ortaklığı olan sermaye grupları oluşuna karşılık, rantiye denenlerin bir anlamda yabancı sermayenin karına ortak olanları ifade etmesiydi. Bu bakımdan 28 Şubat darbesinin ardında OYAK-TÜSİAD ittifakının yanı sıra yabancı sermayenin de bulunduğu vurgulanmalıdır. 

28 Şubat darbesiyle sadece DYP-RP hükümeti bozulmuş olmadı. Aynı zamanda bunların arkasındaki kesimlere de ciddi bir darbe vuruldu. Kimi göstermelik müdahalelerle bu kesimlerin hizaya gelmeleri sağlandı. Bu durumda, söz konusu kesimin ülke ekonomisine kattığı sermayenin de önünün kesilmesi söz konusu olacaktı. Nitekim öyle oldu. Bu nedenle bozulan dengeler IMF kredileri ve bu krediler sayesinde cezbedilen yabancı sermaye akışı ile dengelenecekti. Öyle oldu. Bunun ardından banka sisteminin yeniden düzenlenmesi gerekiyordu, o da yapıldı. DYP ve RP’nin ardındaki kesimlerin ekonomik olarak da belinin kırılması gerekiyordu. İMF politikaları ve bunun bir parçası olarak tezgahlanan krizler sayesinde büyük ölçüde o da sağlandı. 

Bu politikaları yürütme misyonu ilk elde DSP, ANAP ve DYP’nin küskünlerine verilmişti. Bu koalisyonu sandıktan çıkarmak üzere erken seçimlere gidildi. 28 Şubat’ın alaşağı ettiği partilerin sandıktan tekrar çıkması bir yandan tehdit ve baskı politikaları ile bir yandan da MHP’nin DYP ve RP’deki emanet oylarını çekmesi sayesinde önlendi. Ama bu arada koalisyonda DYP’nin yerini tutması beklenen Cindoruk’un partisi de silindi; ANAP zayıfladı. Onların boşluğunu MHP doldurdu. Kendi varlıklarının silinmesi pahasına IMF programlarını ikircimsiz biçimde uygulayacak yeni koalisyon şekillendi. MHP’nin kendi tabanı nezdindeki itibar ve nüfuzunu kaybetmeme kaygusuyla fren yapmaya başladığı noktada erken seçim sürecinin önü açıldı.

Doğrusu bu süreçte FP seçimlere tek parça halinde girseydi seçim sonuçlarının gösterdiği gibi muazzam bir çoğunluk olarak meclisi işgal edecekti. Bu nedenle daha baştan FP’nin budanması gerekiyordu. AKP bu noktada çıktı. AKP’nin kuruluşu sürecinde bir yandan Erbakan’ın markajda tutulması gerekiyordu; bir yandan da AKP’yi kuranların hem geçmişte radikal ve militan özellikleri ile öne çıkmış ve kendi tabanlarında popülaritesi olan unsurlardan seçilmesi gerekiyordu; hem de bunlar bir yandan yenilikçi bir söylem tutturmalıydılar. Abdullah Gül, Tayyip Erdoğan, Latif Şener, Bülent Arınç gibi isimler bu iş için biçilmiş kaftandı. Onların bu projeye ikna edilmesinde kilit rolü de bir süredir ABD’de istirahat eden ve hepsinin hocası sayılan Fethullah Hoca oynayacaktı. Doğrusu yenilikçi kanadın genel profiline bakıldığı zaman bunların Erbakan Hoca’nın değil Fethullah Hoca’nın dergahında yetişmiş unsurlar olduğu açıkça kendini belli etmektedir. 

Bu açıdan bakıldığında AKP 28 Şubat’ın rövanşını alan bir «politik islam» partisi olmaktan ziyade 28 şubatın işini tamamlayan ve 28 Şubat’ın ürünü ve devamı mahiyetinde görülmelidir. Tayyip Erdoğan’a ve AKP’ye karşı Kemalistlerin yaptığı yaygara ise AKP’nin bu misyonu yerine getirebilmesini kolaylaştıran ve AKP’nin özellikle Erbakan’ı ve SP’yi silmesine yardımcı olan bir destek unsuru olmuştur. 

Açıkçası AKP bu sayede beklenen ve umulandan daha ciddi bir iş görmüştür. Hatta öyle ki sadece RP’nin tasfiyesini sağlamakla da kalmamıştır. Kendisinden beklenmediği halde, miadı dolmuş bütün siyasetçileri silmiştir  (sol tarafta nadasa bırakılmış olan Baykal hariç). Öyle ki 12 Eylül darbesi ile siyaset yasağı konan ve yenilikçi unsurlar tarafından yeri alınması beklenen eski siyasiler sonradan bir bir sahneye çıkmışlarken, AKP’nin seçim sandığında yarattığı fırtına bunların tamamen silinmesini sağlamıştır.

Şimdi Derviş’in yerine onun namaz kılan versiyonu olarak İslam Kalkınma Bankası’ndan devşirme Abdullah Gül üstelik koordinatör ekonomist başbakan olarak iş başındadır. Hükümette ayak bağı olacak unsur yoktur. Üstelik 57. hükümetten daha sağlam bir meclis desteği ile ve muhalefeti meclis dışında tutarak yol alacak bir 58. hükümet gelmektedir.

Seçimlerin sonuçlarını sermayenin iç çatışmaları ve bunun sonuçları ışığında değil de yığınların gözünü boyamak için öne çıkarılan ideolojik söylemlere bakarak değerlendirmek baştan baltayı taşa vurmaktır.

Örneğin Ankara’daki kavganın laik Kemalistlerle politik İslam arasında cereyan ettiğini söylemek bu anlamda görünüşe aldanmaktır. Seçimlerde politik İslam’ın rövanş kazandığını, asker sivil bürokrasinin intikam alacağını söylemek de görünüşe aldanmak demektir. 

3 Kasım seçimleri 28 Şubat’ın eksik bıraktıklarını tamamlamıştır. Yani örneğin Erbakan ve Çiller’i siyaset sahnesinden silmiştir. AKP de 57. hükümetin yapamadıklarını sözüm ona muhalefetteki CHP’nin desteği ile yapacaktır.

Bu arada bir dönem sermayeye hizmet etmiş özellikle de 57. hükümet sırasında hizmet etmiş olanların bugün adeta cezalandırılmış gibi olmalarına da şaşmamak lazımdır. Çünkü burjuva siyasetçilerinin her şeyi ben yaptım edasıyla caka sattıklarına bakıp aldanmamalı. Onlar uşaktırlar ve efendilerine hizmet ettikleri müddetçe varlıklarının bir anlamı vardır. Bu hizmet bazen onların feda edilmesini de içerir. Ecevit ve Yılmaz’ın durumu budur. Şimdi sermaye yeni ve yıpranmamış uşaklarına iş gördürecektir. Onlar da yıpranıncaya kadar.

Paylaş