27 Mayıs’ın Ardındaki «Kürt Sorunu» Anlaşılmadan 71-72 Kopuşu da Kavranamaz

0

[Aşağıdaki yazı Köz’ün 2008 Mayıs sayısında yayımlanmıştır.]

Neredeyse yarım yüzyıl önce gerçekleşen 27 Mayıs darbesi, uzunca bir dönem hem siyaset sahnesinin solunda hem de sağında yer alanların tutum ve yönelimlerini belirleyici biçimde etkilemiş önemli bir dönüm noktasına karşılık gelir. Hem hâkim sınıflar bloku içindeki kamplaşmaların ve devletin belli başlı kurumlarının yeniden şekillendiği bir dönüm noktasıdır hem de hiç kuşkusuz Türkiye’nin siyasi tarihinde boylu boyunca ele alınması gereken bir dönemeci ifade eder.

Kendilerini solda görenler oldum olası 27 Mayıs’a sahip çıkmak yönünde tutum almıştır, sağda görenler ise 27 Mayıs’ı lanetlemekle söze başlamayı adet edinmişlerdir. Bugünkü AKP hükümetinin de kendisine yönelik MSP-RP geleneğini temsil etme iddialarına karşı özenle DP-AP-ANAP çizgisinin devamcısı olarak kendini tanıtmaya özen göstermesi ise rastgele bir durum değildir. Hatta belki AKP’nin karşısındaki rakiplerinin duruşları ve yan yana gelişleri kadar edaları da bu eski kutuplaşmayı fazlasıyla andırmaktadır. Bir yandan da devrimcileri bu kutuplaşmaya yedekleme gayretleri artmaktadır.

27 Mayıs Burjuva Demokratik Devriminin Tamamlanması mıdır?

27 Mayıs iki açıdan solun ve işçi hareketinin evrimi ve şekillenmesi bakımından başlı başına önemli bir dönüm noktasıdır. Her şeyden önce bu darbe failleri ve taraftarları tarafından «27 Mayıs Devrimi» diye de anılır. Her halükarda kendilerini solda görenler tarafından ise hayırlı ve ilerici bir gelişme olarak görülmektedir.

Cumhuriyetin kurulduğu dönemeç de benzer ölçülerle ve aynı biçimde değerlendirilir. Esasen birinci emperyalist savaşın tarafı Osmanlı İmparatorluğu’nun bekasını sağlama gayreti içinde olan hâkim sınıf kesimlerini temsil eden Kuvayı Milliye hareketi, güya ilerici olarak görülmüş ve gösterilmiştir. Batı Ermenistan ve Kuzey Kürdistan’ın emperyalistlerin gözetimi ve onayı altında ilhak edilmesiyle sonuçlanan bu gerici hareket, bırakalım Türkiye’yi, dünya çapında önem taşıyan örnek bir kurtuluş hareketi olarak dahi takdis edilmiştir. Saltanat ve hilafetin ilgasıyla sonuçlandığına bakılarak da (ki bu da emperyalistlerin rızası, hatta teşviki ile olmuştur), bir devrim gibi tasvir edilegelmiştir.

Zaten 27 Mayıs’ın da kendi kendini hemen hemen cumhuriyetin kuruluşuna damga vuran harekete benzer bir biçimde tarif etmeye çalıştığı da sır değildir. Özellikle de 27 Mayıs’a soldan bakanlar, baştan itibaren bu yönde gayret sarf etmektedir.

27 Mayıs’ın, cumhuriyetin kuruluşuyla benzeştirilen bu yanı bir yana, sonrasında gerçekleşen gelişmelerle ilgili yorumlar farklı bir yöne de işaret etmektedir. 27 Mayıs’ın ve 1961 Anayasası’nın «Cumhuriyet tarihinin en ileri ve en demokratik Anayasası» oluşu hakkındaki saptama ve değerlendirmeler haddinden fazladır. «27 Mayıs Anayasası»nın ve onu izleyen yasal düzenlemelerin solun ve işçi hareketinin önünü açan, serpilmesine imkan sağlayan bir zemin oluşturduğuna dair değerlendirme ve tahliller adeta egemen bir bakış açısı gibidir.

Oysa cumhuriyetin kuruluşuna buna benzer biçimde yaklaşmak o kadar adetten değildir. Cumhuriyetin kuruluşu daha çok tarihsel bakımdan ilerici kabul edilir ve onu izleyen ve üstü taraftarlarının çoğu tarafından bile örtülemeyen çeyrek yüzyıllık totaliter dönem bu «ilerici yanın» yüzü suyu hürmetine sineye çekilmesi gereken bir durum olarak anlatılmak istenir. 27 Mayıs’ın farkı asıl buradadır.

1961 Anayasası güya «Kemalist devrim» diye anılan cumhuriyetin kuruluşunun eksik bıraktığı demokratiklik yönünü tamamlamıştır. Bu itibarla adeta cumhuriyetin kurulmasıyla başlayan bir burjuva demokratik devrimin tamamlanması olarak görülür. Kuşkusuz, Menşeviklerin siyaset anlayışını ifade eden bu görüşün temelinde bir proleter devrimin gündeme gelebilmesi için evvela burjuva demokrasisinin kâmilen gelişmesi ve işçi hareketinin bu çerçevede yeterince serpilmiş olmasının zorunlu bir şart olduğu tezi vardır. Hem cumhuriyetin kurulması hem de sonrasında 27 Mayıs anayasasının kabulü ile açılan dönem adeta bu tezin tarih tarafından tecelli ettirilmesi gibi görülebilir.

Nitekim 27 Mayıs darbesini takiben kurulan TİP’in Menşevik «sosyalist devrim» tezinin dayanaklarından biri, 27 Mayıs darbesi ile Türkiye’de burjuva demokratik devriminin tamamlandığı ve gündemde sosyalizm için mücadele olduğu hakkındaki saptamadır.  Bu örnek de apaçık göstermektedir ki cumhuriyetin kuruluşuna «devrimsel» bir nitelik atfetmek ile 27 Mayıs’ı benzer bir biçimde yorumlamak ve birbirini tamamlayıp sürekliliğini sağlayan bir adım olarak görmek de birbirine bağlı tutumlardır.

Bu itibarla, 27 Mayıs’la açılan dönemin hâkim çizgisinde, cumhuriyetin başlarında olduğu gibi, bağımsızlık, devletçilik, halkçılık gibi motiflerin öne çıkması tesadüf değildir. Bu vurguların düzenin iktidar ya da muhalefet cephesinden yükseltilmesi ise hâkim ideolojinin ağırlık merkezini neyin oluşturduğu gerçeğini esaslı bir biçimde değiştirmemektedir.

Mamafih 27 Mayıs darbesinin bu yönü üzerinde durmak ve bu darbeyle açılan dönemin «hayırlı» sonuçlarını da bu ölçülere göre değerlendirmek gereksiz bir çaba olur. Bu çaba ise, bir bakıma 27 Mayıs hakkındaki saptama ve değerlendirmeleri hatta «efsaneleri» tekrarlamak anlamına gelecektir.

Oysa 27 Mayıs darbesini izleyen yıllardaki gelişmelerin yönünü ve anlamını anlamak için bu darbenin üzerinde pek durulmayan bir yanına ışık tutmaya daha çok ihtiyaç var. 27 Mayıs’ın ardındaki bu gizli kalmış yön hem o dönemeç ile bugünkü gelişmeler arasındaki bağların daha çarpıcı bir biçimde görülmesine hizmet eder, hem de solun önünün açılarak düzene bağlanması biçimindeki paradoksal görünen burjuva siyasetinin deşifre edilmesine yardımcı olur. Hatta 71 kopuşunun anlamını kavrayabilmek ve bugün komünist bir perspektifin önünü açmak için de gereklidir.

 

27 Mayıs’çıların Telaşı Nedendi?

27 Mayıs darbesine ilişkin resmî görüş ve onun gölgesi altındaki yorumlar, Demokrat Parti’nin (DP’nin) ABD emperyalizmi ile bağları pekiştirmeye ve buna paralel olarak da geleneksel Kemalist bürokrasiyi tasfiye etmeye ve kaynaklarını (özellikle de Kemalist aydınların etkinliğinin kırılması bağlamında) kurutmaya yönelik çabaları öne çıkartır.

DP’nin O güne kadar kimsenin dokunmaya cesaret edemediği ordunun komuta kademelerinde kendine yakın unsurları öne çıkarma yönündeki girişimlerine dikkat çekilir. MBK hareketinin bu yönelişlere bir tepki olarak öne çıktığı söylenir. Özellikle de darbecilerin ve destekçilerinin kendilerini izah ettikleri yayınlara bakıldığında da bu görülür ve neredeyse ikna edici bir değerlendirmedir.

Bütün bu unsurlar önemli bir etken olarak var olsalar da, bunlar MBK cuntasının alelacele müdahalesini izah etmekte sanıldığı kadar inandırıcı etkenler değildir. Zira eldeki pek çok veri aslında yaklaşan genel seçimlerden CHP’nin güçlenip DP’yi iktidardan düşürecek şekilde çıkacağına işaret etmektedir. CHP’nin seçimlere yönelik hazırlıkları ve öne çıkardığı program hedefleri ise, MBK’nın kurdurduğu hükümetlerin programlarını ve 61 Anayasasının getirdiği «yenilikleri» şaşırtıcı bir biçimde temsil etmektedir.

Bir başka deyişle, bir darbeye hacet kalmasa dahi, MBK’nın programının seçimlerin galibi olacak CHP tarafından uygulanacağını düşünmek zorlama değildir. Kaldı ki bir bakıma darbenin güç aldığı kitlesel eylemlere ve aydınların yürüttüğü muhalefete bakılırsa, pek âlâ seçimlerde DP’ye alternatif olarak çıkacak hareketi destekleyecek aktif bir gücün hazır olduğu da sır değildir. Zaten 27 Mayıs darbesinin Türkiye’deki askeri darbeler içinde en geniş kitle desteğine sahip olması da buradan ileri gelir.

Bu tabloya ve çaresizlik içinde debelenen, kriz içindeki DP hükümetinin durumuna rağmen, MBK’nın bir darbeye yönelmesini DP’nin komuta kademelerindeki tasfiye operasyonlarının yarattığı bir telaşa yormak doğru olmaz. Zira MBK’da 5 general vardır ve bunlardan Cemal Gürsel kurula sonradan katılmıştır. Bazı yorumlara göre de Korgeneral Madanoğlu belki de bu yüzden MBK’den ayrılmıştır.  Bu 5 generale ek olarak 7 albay, 6 yarbay, 12 binbaşı ve 6 yüzbaşı vardır. Bu demektir ki generallerin dışındaki MBK’cılar NATO içinde şekillenmiş subaylardır.

Zaten MBK hareketinin sonraki cuntalar gibi ordu hiyerarşisini bozmadan komuta kademelerinden gelen bir darbe değil, daha çok bu hiyerarşi dışından ve nispeten küçük rütbeli subaylara (özellikle de NATO eğitiminden geçmiş ilk kuşağı oluşturanlara!) dayanan bir hareket oluşu çarpıcı bir özelliktir. 27 Mayıs’ın o zaman albay rütbesinde olan Türkeş tarafından okunan bildirisindeki NATO ve CENTO’ya bağlılık ilanı tesadüf değildir.

Tam bu noktada, hazır CENTO’dan söz etmişken, 27 Mayıs darbesini anlamak için artık iç politikanın dengelerine bakmak yerine başka faktörlere özellikle de Irak’taki gelişmelere bakmak gerekir. Hatta bu yöne bakıldığında bugünkü bazı gelişmelerle şaşırtıcı benzerlikler görülmesi de mümkün olacaktır.

 

27 Mayıs’a Öngelen Önemli Gelişme Hangisi?

14 Temmuz 1958 günü, Irak’ta «Hür Subaylar grubu» olarak isimlendirilen bir cunta, kral Faysal’ı deviren bir darbe gerçekleştirdi. Darbenin hemen ardından Kral ve başbakan da dâhil pek çok yönetici idam edildi ve Irak’ta Cumhuriyet ilan edildi.

O zaman Irak ABD’nin ön ayak olmasıyla kurulan Bağdat Paktı’nın merkezi idi; bir yönüyle SSCB’ye karşı kurulmuş gibi gösterilen ve 1955 yılında kurulan bu pakt içinde Türkiye, İran, Pakistan’ın yanı sıra İngiltere de yer almakta idi. Ama Sadabad paktının devamı, CENTO’nun önceli olan bu paktın esasen Lozan statükosunu korumak ve Kürdistan’ın birleşip bağımsızlaşmasına engel olmak üzere kurulmuş özel bir bölgesel ittifak olduğu sır değildir.

Darbenin ardından bir an için pakt üyesi ülkeler ABD’nin de desteği ile Irak’a müdahale edip «müttefiklerini» kurtarma planları yaptılar. Vurucu güç ise TSK olacaktı. Nitekim ordu birlikleri Irak’a girmek üzere hazırlandı, Urfa’da süvari birlikleri yığınak yaptı. Bu birliklerin komutanı sonradan MBK’da yer alacak olan Cemal Madanoğlu idi.

Sonuçta Irak’ta kurtarılacak kimse kalmadığı ve halkın içinde de darbecilere karşı bir sempati olduğu fark edilince bu harekattan vazgeçildi. O dönemin Genelkurmay Başkanı DP’ye yakın olarak bilinen Rüştü Erdelhun idi ve MBK’cıların en çok karşı olduğu isimlerin arasında da bu «ılımlı ve ürkek» olarak nitelenen komutan vardı.

Türkiye’nin Kasım darbesi ile ilgili kaygı ve telaşı sadece müttefikleri olan Kral Faysal’a bağlılığından ileri gelmiyordu; Kasım rejiminin SSCB ile yakınlaşması da endişenin esas kaynağı değildi.

Abdülselam Kasım’ın başkanı olduğu yeni rejimin ilk icraatlarından biri, Irak’ın Bağdat Paktı’ndan ayrıldığını ilan etmesi olmuştu. Apaçık bir biçimde Kürt hareketinin bölgedeki gerici devletler ve onların emperyalist efendileri tarafından kontrol altında tutulmasına matuf bu paktın merkezi bu gelişme üzerine alelacele Ankara’ya taşındı. CENTO’nun temelleri de o zaman atıldı. Bu anti-Kürt paktının aceleyle tesis edilmesi boşuna değildi. Zira Kasım rejimi Kürtleri yanına almak üzere bölge devletlerini ve emperyalistleri endişelendiren adımlar atmaktaydı.

Irak’taki yeni rejimin ilk kabinesinin Ulaştırma Bakanı Şeyh Mahmudu Berzenci’nin oğlu Baba Ali idi. Yeni anayasada «Kürtlerle Arapların eşit haklara sahip oldukları» yazılıyordu. Rusya’da sürgün bulunan Molla Mustafa Barzani ve arkadaşlarının ülkelerine dönmesi için hazırlıklar yapılıyordu. Nitekim Molla Mustafa ve arkadaşları 1958’in Ekim’inde Bağdat’a inmişlerdi. Türkiye’nin telaşı ve endişesi asıl olarak bu gelişmelerin yaratacağı sonuçlardan ileri geliyordu.

Nitekim bu noktadan itibaren Güney Kürdistan’da yıllar sonra ciddi bir hareketlenme baş gösterdi ve bunun etkisi bugünlerde olduğu gibi, diğer parçalarda da kendini gösterdi. Kısa zamanda Kasım rejimi ile Barzani’nin arasının soğuması ve Barzani’nin kendi topraklarına çekilmesi ile bu etki daha da arttı.

Bu gelişmelere paralel olarak Kuzey’de de Kürtler, üzerlerindeki ölü toprağını silkmeye başladı. Bir yandan belli başlı yurtsever aşiretler hareketlenirken, diğer yandan da Kürtler arasında yayın ve örgütlenme arayışları baş gösteriyordu. Meşhur «49’lar davası» bu gelişmeler üzerine açıldı.

Cemal Gürsel 27 Mayıs darbesinin hemen ardından «Eğer yola yordama gelmezlerse, dağlı Türkler (Kürtler) rahat durmazlarsa; ordu, şehir ve köylerini bombalayıp yıkmakta, tereddüt etmeyecektir. Öyle bir kan gölü olacaktır ki, onlar da, ülkeleri de yok olacaktır.» (Aktaran; Türk Tarih Tezi ve Kürt Sorunu, İ. Beşikçi, s. 197) demişti.

Gürsel’in bu sözlerinin ne anlama geldiği ancak bu arkaplan göz önüne getirildiğinde anlaşılabilir. Besbelli ki MBK’cıların güney Kürdistan’dan esen rüzgarların Kuzey’de bir etki yaratmasından endişeleri vardı. Zaten onların gözünde «gericiler ve Kürtlerle içli dışlı» olarak gördükleri DP’nin seçimleri kaybetme korkusuyla ve Kürtlerin oylarını alma kaygısıyla bu yangına körükle gitmesi ihtimali vardı; en azından DP hükümetinin ve onun dümen suyundaki ordu komuta kademelerinin bu bölücü tehlike karşısında zaaf göstermesi ihtimali vardı. Zaten Irak’a müdahale konusundaki tereddütlü tavırları bunu düşündürmekte idi (Irak’a girmek için sınırda eşinirken sükût-u hayale uğrayan süvari birliklerinin komutanı Madanoğlu’nun MBK’da yer alması da tesadüfi bir durum değildir!).

Ama doğrusu DP hükümetinin Kürdistan’daki gelişmelerden tedirginlik duymadığını sanmak da doğru değildir. «49’ların» tutuklanması bu konudaki tek işaret değildir. Zira aynı dönemeçte önemli ama dikkat çekmeyen bir başka gelişme daha vardır.

5 Mart 1959’da ABD ile TC hükümeti arasında özel bir anlaşma imzalandı. Bu anlaşma «doğrudan doğruya ya da dolaylı tecavüz, sızma, yıkıcı faaliyet, sivil saldırı» gibi hâller karşısında ABD’nin askeri müdahale dâhil her yoldan Türk hükümetine yardım etmesi hakkındaydı.

İlk bakışta bu anlaşmanın 27 Mayıs’ın kokusunu alan DP’nin Kasım’ın Irak’ta yaptığı darbe benzeri bir darbeye karşı kendini güvenceye almak için aradığı bir teminat gibi görülmesi mümkündür. Böyle yorumlar da eksik değildir. Hatta darbenin eli kulağında iken Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’ya bu anlaşmanın hangi hallerde bir müdahaleyi öngördüğü sorulduğunda, «bu konularda takdir hakkı Amerikalılara aittir» biçimindeki açıklaması da bu yorumu düşündürür.

Oysa, konjonktür göz önüne alındığında bu anlaşmanın hangi tehlikeye karşı bir tedbiri ifade ettiği besbellidir. Zaten anlaşma metninde de Türkiye’nin siyasi bağımsızlığına ve toprak bütünlüğüne karşı herhangi bir tehdit olduğu takdirde ABD’nin Türkiye’ye askeri müdahale dâhil her yoldan yardım etmesinden söz edilmektedir. Özellikle de bir «sivil saldırı» olasılığından söz edilmektedir. Bu anlaşma Türkiye’ye de sıçraması olan bir Kürt ayaklanmasından ciddi bir biçimde endişe edildiğinin bir kanıtı sayılmalıdır. Zaten 27 Mayıs darbesinin ilan edildiği bildirinin «CENTO’ya bağlılığı» hatırlatması da tesadüf değildir. Bu bir bakıma Irak’taki darbeden farkını anlatma gayretidir, aynı zamanda da darbecilerin nereye vurmaya amade olduğunu da bildirmektedir.

Nitekim «27 Mayıs’ın demokratikleşme yönündeki açılımları» masalından bir ân için kurtulup darbenin ardından ne tür gelişmeler olduğu hatırlanırsa bu durum apaçık ortaya çıkacaktır.

27 Mayıs Neler Yaptı?

27 Mayıs darbesinden hemen sonra, kapsamlı bir genel af ilan edildi; bu af kapsamı dışında kalanların başında DP tarafından tutuklanan «49’lar» yani belli başlı Kürt yurtseverleri vardı. Bu kadarla da kalmadı. DP zamanında başlayan belli başlı aşiretlerin sürgün edilmesi ve ileri gelenlerin tutuklanması furyası darbenin ardından ivmelenerek arttı. Kürt kent ve köylerinin isimleri ilk kez o zaman yaygın ölçekte değiştirildi. O zamana kadar TRT yayınlarının ulaşmadığı ve «bölücü yayınları izleyen» Kürt kentlerine ve köylerine TRT yayınlarının ulaşmasını sağlamak 27 Mayısçılar’ın en öncelikli işlerinden biri oldu.  Abdülhamit zamanından beri düşlenen yatılı bölge okulları uygulamasıyla Kürt gençlerinin ailelerinden kopartılarak Türkleştirilmesi uygulaması bu dönemde başlatıldı, vs. vs.

Kaldı ki ılımlı ve devlete bağlı olmakla birlikte, aynı zamanda bir «Kürt siyasetçisi» olarak bilinen Yusuf Azizoğlu’na kurdurulan Yeni Türkiye Partisi’nin ilk hükümete sembolik biçimde dahi olsa ortak edilmesi de aynı kaygılarla izah edilebilir.

İşte 27 Mayıs’ın demokratik açılımlarının perdelediği tablonun kabataslak arka planında bunlar vardır. Bu yönüyle de 27 Mayıs’ın getirdiği «demokratikleşme»nin mahiyetinin ve maksadının anlaşılması için bu olguları akılda tutmak gerekir.

27 Mayıs’ın ardından yapılanların, daha önce ve sonra olduğu gibi, Kürtlere yönelik baskı tedbirlerini bir sol görüntü arkasına gizleyerek yapıldığını görmek önemlidir. «Vatanın bölünmez bütünlüğüne ve Atatürk ilkelerine bağlı» bir sol hareket yaratılmasının da bu bağlamda bir ihtiyaç olduğu açıktır. Bu bakımdan 27 Mayıs sonrası gerçekleşen «demokratikleşme açılımları» denen şeyler bu maksada dönük planın bir parçası olarak kabul edilmelidir. Bir başka deyişle, bu açılımlar işçi hareketi ve solu Kürt hareketinden kopartarak şekillendirme arayışının birer ifadesi olarak görülmelidir.

 

Solun Darbeci Subaylara Yedeklenmesi Girişimleri ve 71-72 Kopuşu

Nitekim 27 Mayıs’ın hemen ardından yayına başlayan ve 1930’larda Kemalist diktatörlüğün soldan desteklenmesi için yola çıkan önceli Kadro dergisini fazlasıyla andıran Yön dergisi, bu maksadın ilk işaretlerinden biridir. Zaman zaman Kemalizm’in ve «sol cunta heveslilerinin» dümen suyunda olmakla eleştirilen Deniz Gezmiş ve arkadaşları gibi o zamanki devrimcileri adeta bu hareketin yedek güçleri imiş gibi göstermeye çalışan liberal eleştiriler ise özellikle 80 sonrasında hayli yaygınlaşmıştır.

Oysa idam sehpasında «yaşasın Türk ve Kürt halklarının kardeşliği ve bağımsızlık mücadelesi, yaşasın Marksizm Leninizm!» diye haykıran Deniz Gezmiş’in tutumu bunun tam aksine işaret etmektedir. Bu çığlık, aslında onun temsil ettiği rahatlıkla söylenebilecek devrimci kuşağın devrimcileri sol cuntacılara yedekleme çabalarına karşı koyuşu ifade etmektedir. Bugünlerde ise bu tutumun tersyüz edilip 71-72 devrimci kopuşunu bu oyunları bozmaya kalkışan bir kopuşu ifade etmesi olarak görmek yerine, bugünlerde giderek artan bir tempoyla tekrar Kemalizm’in kirli sularında boğulmak istenmesi tesadüf değildir.

Komünistlerin güncel ödevleri arasında 71-72 kopuşuna öncülük eden devrimcilerin Kemalizm’le bulaşık geçmişlerini değil, tersine buradan kopma yönündeki atılımlarını öne çıkarmak gelir. 71 kopuşunun önderlerinin Kemalizm’den, 27 Mayıs ve taraftarlarından kopmak yönündeki atılımına gölge düşürmek isteyenler bunun aksi yönünde davranmaktadır. Her ne kadar tamamlanmamış da olsa 27 Mayıs ve taraftarlarından kopma yönündeki atılımı değil de, 71 kopuşuna önderlik edenlerin 27 Mayısçılar’ ın etkisini öne çıkartmak bugünkü 27 Mayıs taraftarlarının işine gelmektedir.

 

27 Mayıs’ın Getirdiği Açılımlar bir Nevi Rüşvet Gibi Görülebilir

27 Mayıs Anayasası ile birlikte solun önünün açılması yönündeki adımlar esas itibariyle Kürtlere yönelik baskıların görmezden gelinmesi ve üzerinin örtülmesi kaydıyla verilen bir nevi rüşvet gibi görülürse yanlış olmaz. Hatta o dönemde vatana ve devlete bağlı bir sol yaratmak için yapılanlar daha yakın dönemdeki bazı gelişmelerle birlikte ele alındığında daha iyi kavranabilir.

1984 sonrasında Kürdistan’daki savaşa bulaşmamak ve bu savaşın metropollerde bir karşılık bulmasını önlemek kaydıyla, legalist tasfiyeciliğin ve reformizmin önünün açıldığı ve bu koşullar çerçevesinde hareket eden solun müsamaha ile gözetildiği sır mıdır? Bugünlerde vatana bağlı Kemalizm’i yeniden keşfeden bir sol hareket yaratılmak istendiği açık değil midir? Bugünlerde Deniz Gezmişler’ in Cuntacılardan ve reformistlerden koparak 12 Mart cuntasına karşı savaş başlatan devrimciler olarak değil de; ABD emperyalizmine karşı başkaldıran vatanseverler olarak hatırlanmak istenmesi tesadüf müdür?

Demek ki 27 Mayıs sonrasını, yani 12 Mart’a varan süreci bu yönleriyle hatırlamakta yarar vardır. Bu bakış açısı hem 70’lerin başındaki devrimci kopuşun nereden bir kopuş olduğu ve neye karşı bir başkaldırıyı ifade ettiğinin anlaşılmasını kolaylaştırır, hem de söz konusu bakışın bugünün anlaşılmasında önemli bir açılım sunacağı kuşkusuzdur.

27 Mayıs, Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren, sola da egemen olan hâkim ideoloji ve gelenek çerçevesinde görüldüğü takdirde yerli yerine oturmaktadır. Hem 12 Mart hem de sonrasındaki süreç ancak bu takdirde tam olarak anlaşılabilir.

27 Mayıs’a ilerici hatta devrimsel bir nitelik atfedenlerin kalkış noktası Cumhuriyetin kuruluşuna da aynı mercekten bakılmasıdır. Buna göre I. Emperyalist Savaş’ın ardından Türkiye’de bir proleter devriminin koşulları yoktu, bu koşulların oluşması için prekapitalist kalıntıları temizleyip modern işçi hareketinin gelişmesine uygun koşulları açacak sözümona ilerici bir burjuva akımının desteklenmesi zorunlu idi.

Bu biçimde tarif edildiğinde açık seçik Menşevik bir tutumu ifade eden yaklaşım, güya nesnel koşulların elverişsizliği veya öznel koşulların olgunlaşmamış olduğu bahanelerine sığınarak veya sığınmadan solun geniş kesimleri tarafından savunulagelmiştir.

Oysa 1920 yılında henüz ne CHP ne de Cumhuriyet ufukta yokken, Mondros mütarekesi ve Sevr anlaşması ile belirlenen sınırlar çerçevesindeki topraklardaki devrime önderlik etme sorumluluğu ile, Komünist Enternasyonal’in çizgisi doğrultusunda Türkiye Komünist Partisi yaşadığımız topraklarda bir proleter devrimin önderliği hâline gelmek üzere kurulmuştu. TKP’nin programı «Türkiye yedi asırlık iktisadi ve siyasi hayatında, hanedan devrini atlatarak hükümet düzeyinde birçok reform ve düzenlemeye maruz kalıp, bugünkü biçimi ve yönetim tarzıyla burjuva demokrasisine ayak basmıştır» diyerek, yola çıkmakta idi. Yani nesnel koşulların elverişsizliğinden ve Türkiye’nin önünde kaçınılmaz bir burjuva demokrasisi aşaması olduğundan söz etmiyordu.

TKP’ nin önüne koyduğu hedef de meşruti monarşinin yerine, kötünün iyisi kabilinden cumhuriyet kılıfı içinde bir gerici burjuva diktatörlüğü getirmek değildir. TKP Programı «…. emperyalistlere karşı yürütülen bu savaşın sürmesi, özellikle de Avrupa’da toplumsal devrimin yükselişi, sınıf bilincinin olgunlaşıp gelişmesini önemli ölçüde etkilemektedir. Bu koşullar Türkiye’deki hareketlerin toplumsal bir karakter kazanmasına yardım etmekte ve sosyalizmi esas alan işçi ve köylü şuraları cumhuriyetinin kurulmasına uygun koşulları hazırlamaktadır.» demekte ve önüne bir «İşçi Köylü Şuraları Cumhuriyetinin» kurulmasına önderlik etme görevini koymaktaydı.

Ne var ki, bu tutum TKP’nin kuruluşundan Mustafa Suphiler’ in katledilmesini takip eden döneme kadar geçen kısa bir epizod için geçerli olmuştur. Bu dönemin ardından TKP ve kendini şu ya da bu biçimde onun mirasçısı olarak gören akımlar, bu sorumluluklarını bir kenara bırakıp Kemalist hareketin kuyruğunda oportünist bir çizginin sınırlarına hapsolmuşlardır.

Zaten Kuvayı Milliye ve Kemalist hareketin siyasal iktidarı tamamen kendi ellerine geçirmesi, TKP’nin «gerçekleşmesi için uygun koşulların hazırlanmakta olduğunu» söyledikleri devrimin önünün kesilmesi ve bu devrimin ikame edilmesidir.

27 Mayıs’ı «devrim», Kemalist hareketi de ilerici ve anti-emperyalist olarak tarif eden tanımlar, TKP’nin ve işçi hareketinin Kemalizm’in kuyruğuna takılmasını sağlayan birer kılıf olarak üretilmişlerdir. Bu kılıf sayesinde Kemalist hareketin her gerici adımını bir ilerleme vesilesi sayıp destekleyerek işçi hareketini düzeniçi sınırlarda tutma bahaneleri yaratılabilmiştir. Kemalist hareketin ilerici olarak takdis edilip kutsanan her adımı, dönüp solu ve işçi hareketini vuran bir balyoz gibi iş görmüştür. Bu geleneğin göz bağlarından kurtulmaksızın 27 Mayıs’a bakanların elbette bu harekette bir keramet görmeleri kaçınılmazdır. Böylelikle adeta bir göz bağının üzerine bir ikincisi takılmış olur.

Bu nedenledir ki 27 Mayıs’a Mustafa Suphi’nin TKP’ sinin gözünden bakılmadığı takdirde, yaşadığımız topraklardaki devrimci hareket bakımından tayin edici bir önem taşıyan «71-72 kopuşu»nun anlamı, önemi ve istikameti de kavranamaz.

KöZ’ün arkasında duran komünistlerin ödevleri arasında bu kavrayışı öne çıkartmak da vardır.

Paylaş