19 Aralık Operasyonu’nun Destek Gücü: Burjuva Basını

0

[Aşağıdaki yazı Köz’ün Temmuz-Ağustos 2001 sayısından alınmıştır.]

19 Aralık zindan saldırılarının ardından yayınlanan sayısında KÖZ sayfalarında burjuva basınının ne mal olduğu ve tarafsızlık kisvesi altında hakim sınıfa nasıl hizmet ettiğini sergileyen bir yazı yayınlanmıştı. Ama bu yazı sınıf mücadelesinde şu ya da bu biçimde yer almış herkesin el yordamıyla da olsa farkına vardığı bir gerçeği tekrar açıklama niyetiyle yayımlanmamıştı. Bu yazı asıl burjuva basınını tarafsızlaştırılabileceğini, hatta “devrimci” maksatlarla kullanılabileceğini sananlara karşı (ki bunlara devrimcilerin arasında sanıldığından fazla rastlanır.) yazılmıştı.

Bugün aynı noktadaki vurgu ve uyarıları tekrarlamak çok daha hayati bir önem taşıyor. Üstelik bu yanılsamalar da ekonomizm
ve kuyrukçuluk hastalığı arasındaki ilişkiyi ve bolşeviklerle menşeviklerin bu noktada nasıl ayrıldığını hatırlatan söz konusu yazıdaki saptamalar her zaman gerekli ve tekrarlanması asla boşuna olmayan saptamalardır. Bu nedenle bazı güncel hatırlatmaları parantez içinde ekleyerek 9. sayımızdaki yazıyı tekrar yayınlamayı yararlı bulduk.

***

Güya kamuoyuna tarafsız bir biçimde haber sunma görevini üstlenen medya kurumlarının tamamı aktif olarak operasyona katılmış gibi görünmeseler de bu saldırının tamamlayıcı bir unsuru olarak, 19 Aralık 2000 günü sabahın erken saatlerinden itibaren operasyon yapılan cezaevlerinin önlerinde yerlerini aldılar. Bunlardan bazıları hem operasyon sırasında hem sonrasında daha aktif ve bilinçli bir biçimde saldırı ve katliamın destek unsuru oldu; kimileri de pasif ve itaatkar tutumlarıyla operasyona çanak tutmak suretiyle katkılarını sundu.

Her halükarda bunların en masum olanları dahi, üstlendiklerini iddia ettikleri ve karşılığında da da milli gelirin hatırı sayılır bir kısmına el koymayı hak saydıkları görevi yapmadılar. Üstlendiklerini iddia ettikleri görevi yapmayarak, bu görevin yapılmasını engelleyenlere direnmeyerek, “görevlilere yardımcı oldular” böylece düzenin kendilerine sunduğu ayrıcalıkların hakkını verdiler.

F tipi cezaevlerinin boş binalarını gezip de “allah için beş yıldızlı otel gibi cezaevi” anlamına gelen açıklamalar yapıp, operasyona giden yolun zeminini döşerken üstlendikleri görevi, enkaz haline getirilen koğuşlara bunlar boşaltıldıktan sonra girerek, bu kez de “aman tanrım bu kadarı da olmaz; koğuş düzeninin dağıtılması hakikaten şartmış” anlamına gelen tekerlemeleri geveleyerek, bunu yayınladıkları “dehşetli görüntülerle” de desteklediler.
(Bugünlerde de sanki bu tabloyu çizenler kendileri değilmiş gibi otopsi raporlarına bakıp “aman tanrım bu kadarı da
olamaz” diyenler aynılarıdır.)

Boşken gezip övdükleri F Tipi zindanları bir de şimdi, içinde insan varken görüp görüntülemek için ısrarcı olana rastlanmadı; en azından bunlar varsa bile sesleri duyulmadı. Zaten bunlar devrimcilerin yaşadığı koğuşlara da onlar ordayken girmemişlerdi. Belli ki, medyanın görev aşkıyla yanıp tutuşan habercilerinin devrimcilerle bir sorunu vardı; onlara ya ölüyken yaklaşıp, yahut da onların yaşadıkları mekanlara onlar yokken girmeyi adet edinmiş görünüyorlar. (Bugün de ölüm oruçları ve bunların en olumsuz sonuçlarını genel ve soyut olarak sayfalarında tekrarlayanlar bile ne cezaevlerinde ne de dışarıda ölüm orucu
sürdürenleri somut olarak görüntüleyip haber yapmaya hala yanışmamaktadırlar.)

Öte yandan, dünyanın dört bir köşesinde miğferi kafalarına canlarını da dişlerine takıp cephenin bir o yanında bir bu yanında habercilik yaparak köşeyi dönen cesur savaş muhabirlerine ne demeli? Onlar bu hengamede hiç görünmediler; olsalardı da saldırıyı yönetenlerin “işimize karışmayın”, “görevimizi engellemeyin”; türünden uyarılarına “biz de görevimizi yapıyoruz; asıl siz bizi engellemeyin” yanıtını vermeyeceklerdi.

Besbelli ki bu uysal tutumun asıl nedeni can korkusu değildi. Çünkü pek çok başka örnekte nice tehlikeleri göze alarak savaş muhabirliği yapmakla övünen gazetecilerin korktuklarını söylemek doğru olmaz. Kaldı ki, şimdi ateş kesildikten sonra da bağımsızlığıyla övünen ve bunun için kendisine tapınılmasını isteyen medya, hala JİTEM kameralarının ve görevlilerinin ardında nal toplamaya devam ediyor. Onların asıl korktukları canlarından çok kıymet verdikleri sınıfsal konumlarıdır. Bilakis bu toplumsal ayrıcalıklarını koruyabilmek için bazan canlarından bile fedakarlık
etmeye razı olabilirler; bunun da örnekleri vardır.

Basının bu operasyondaki pasif tutumu (operasyonu destekleyenler bile mesela Ertürk Yöndem gibi aşağılık uşakların bir zamanlar üstlendiği gibi aktif bir rol üstlenmekten kaçınmışlardır.) söz konusu operasyonun haber değeri taşımadığı anlamına mı yorulmalı? Aksine, bu operasyon gazeteciliğin her dalı için bulunmaz imkanlar sunan bir hazine gibiydi. Böyle bir operasyon ülkede herhangi bir başka ülkede olsa, oraya gidip “mesleğini icra etmek” için can atacak olan nice gazeteci bugün medya kurumlarını doldurmaktadır. Ama hepsi, bundan bilerek ve isteyerek uzak durdular; güvenlik güçlerinin ve sansürcülerin tehditlerini ve engellemelerini de asıl sorunu örtmek için el birliği ile bahane ettiler.

Örtülmek istenen asıl sorun, cezaevlerine yönelik saldırının sınıf mücadelesi ile doğrudan doğruya ilişkili olması ve basın kurumlarıyla çalışanlarının da bu mücadelenin taraflarından birine ait olduklarıdır. Başka bir ülkede, başka bir durumda aslan kesilenlerin bu durumda süt dökmüş kediye dönmeleri bundandır. Çatışmanın tarafı oldukları için sözümona “tarafsız gazetecilik” maskesini bile taşımaya yanaşamamaktadırlar. Buna rağmen, son zindan direnişleri sırasında burjuva basınının, hiç değilse onun bazı unsurlarının şu ya da bu nedenle tarafsız=objektif bir tutum alabileceği ümidi hiç kaybolmadı. Hatta bu unsurların gerçeklere parmak basma anlamına gelen kimi tutumları zaman zaman bu ümitleri pekiştiren bir etken oldu; tatminsiz de olsa bir sevinçle
karşılandı. Bu sayede halkın gerçekler konusunda aydınlanmasına katkıda bulunan bir süreç yaşandığı düşünüldü.

Pekiyi ama, devrimcilerin sık sık dillerine dolanan “kamu oyunu bilgilendirmek”, “kamuoyunu aydınlatmak” vb. sözlerinden kastedilen ne olabilir? Hele bir de bu sözlerin sık sık “basın açıklaması eylemleriyle” yan yana gittiği göz önünde bulundurulursa, kuşkuya yer yok: söz konusu edilen bu burjuva basını aracılığıyla kamuoyunu bilgilendirmektir. Kuşkusuz bu yolla bir bilgi aktarımı gerçekleştiği, bir bakıma siyasi gerçeklerin ifşa edildiği doğrudur.

Ama bunun burjuva basını aracılığıyla yapılmasının önemsiz bir ayrıntı olduğu doğru değildir. Aksine “siyasi gerçekleri açıklama” faaliyeti ancak proletaryanın bakış açısından onun siyasal temsilcileri eliyle yürütüldüğü takdirde işçi sınıfına devrimci bir siyasal bilinç aktarma eylemini ifade eder. Aynı gerçeklerin isterse olduğu gibi, yorumsuz bir biçimde, burjuva kurumları eliyle aktarılması ise “hiç yoktan iyidir” diye razı olunabilecek bir şey değildir. Öyle olduğunu sanmak bilginin, gerçeklerin tarafsız olduğu düşüncesinden ileri gelir. Halbuki öyle değildir. Gerçeklik karşıt ve uzlaşmaz sınıfları ve bunlar arasındaki uzlaşmaz mücadeleyi ifade ettiğine göre; siyasal gerçeklere dair her durumda iki temel bakış açısı olacaktır: burjuvazininki ve proletaryanınki. Bunlardan biri gerçekleri ifade edip, diğeri gerçeklerin çarpıtılması anlamına gelmez. Her ikisi de gerçektir; gerçekliğin iki karşıt kutbundan birini ifade eder. Bu iki temel bakış açısı karşısında tarafsız kalmak mümkündür; her iki tutuma eşit mesafede durmayı ciddi ve samimi olarak istemek de
mümkündür; genellikle küçük burjuva ideolojisinin yön verdiği tutumlar bunu ifade eder. Ama bu tarafsız görünen tutumun sınıf mücadelesinin tarafları karşısında bağımsız ve tarafsız olması mümkün değildir.

Tarafsız kalma gayretleri ve tarafsız olma iddiaları daima çatışan temel sınıflardan bir tanesinin tarafında olma anlamına gelir; üçüncü bir yol yoktur. Tarafsız olma gayretlerinin esas taraflardan birine yamanması ise burjuva toplumundaki sınıf mücadelesinin en temel yasaları uyarınca olur. Çatışan sınıflardan biri hakim sınıftır; onun ideolojisi hakim ideolojidir. Bu çok bilinen saptama da küçük bir ayrıntı değildir. Çünkü tam da sınıf mücadelesinin taraflarından biri hakim sınıf ise, yani siyasal iktidarı elinde bulunduruyorsa, tarafsız olma yahut üçüncü bir taraf olma iddiasında olanlar kendiliklerinden hatta kendilerine rağmen bu tarafa yamanırlar.

Hakim sınıfın tarafında yer almak için bilinçli bir tercih yapanlar da elbette vardır ama bu şart değildir. Bilinçli bir biçimde öteki tarafta yer almamak hakim sınıfın tarafına sürüklenmek için yeterlidir. Çünkü burjuva toplumundaki sınıf mücadelesinde ezilen-sömürülen sınıfın tarafında yer almak bilinçli bir tercihi gerektirir. Çatışan sınıflardan birinin hakim sınıf ötekinin hükmedilen sınıf olması başka ne anlama gelebilir? İşte bu gerçeğin saptanması sayesinde kendiliğinden mücadelelerin (isterse bu mücadeleler yüzde yüz işçiler tarafından yapılıyor olsun) önünde sonunda burjuva ideolojisinin çerçevesine gireceği, bu çerçevede kalacağı söylenmiştir. Bu çerçevenin dışına çıkabilmeleri için ise, sadece bir sınıf içgüdüsünün veyahut herhangi bir kendiliğinden sınıfsal niteliğin dahi yetmeyeceği de vurgulanmıştır.

Herhangi bir siyasal mücadelede bu mücadeleye yön veren proletaryanın burjuvaziden bağımsız devrimci örgütlenmesini ifade eden parti değilse, bu siyasal mücadele önünde sonunda burjuvazinin değirmenine su taşımaktan kurtulamaz. Bu saptamaların ekonomizme ve sendikalizme karşı polemikler içinde söylenmiş olmasına bakıp, konumuzla alakası olmadığını, daha çok ekonomik mücadelelerle ilgili olduğunu zannedenler ise fena halde yanılırlar.

Aksine, bu saptamalar “kamuoyunu aydınlatmak” için burjuva basınının kanalını kullanma, yahut “basını objektif = tarafsız davranmaya” davet etme tutumları için haydi haydi geçerlidir. Üstelik bizim somut durumumuzda söz konusu basın temel siyasal sorunlarda tarafsız olma iddiasında bile değildir; aksine bu konularda devletten (devletin aslında sınıf mücadelesinin tarafı olmadığını da özenle vurgulayarak!) yana açıkça tutum almak gerektiğini gösterme konusunda birbirleriyle yarışmaktadırlar ve binbir maddi ve manevi bağla sermayeye bağlanmış durumdadırlar. Şimdi bunlar vasıtasıyla siyasi gerçeklerin “kamuoyuna” açıklanmasından bir hayır beklemek mümkün müdür Devrimcilerin kendi eylemlerinin burjuva basını vasıtasıyla muhataplarına duyurulmasında bir olumluluk bulması mümkün müdür?

Ne yazık ki, böyle bir kanı örtük olsa bile çok yaygındır. Yakıcı bir nitelik taşıdığı her kritik siyasal dönemeçte bir kez daha kendini belli eden devrimci önderlik ihtiyacının hak ettiği kadar şiddetle hissedilmesini engelleyen etkenlerden biri de bu yaygın yanılsamadır. Kimileri de, bu saptamaların “genel doğrular” olduğunu tasdik edip, bu doğruların esas mücadelenin proletarya ile sermaye arasında olduğu koşullarda geçerli olacağını, demokrasi mücadelesinin, insan hakları davasının vb. ön planda
olduğu koşullarda ise aynı ölçüde geçerli olmayacağını sanmaktadır. Bu daha beter bir demagojinin etkisini ifade eder.

Sanki bolşeviklerin bu saptamaları yaparken “otokrasiye karşı bir demokratik devrim” hedefiyle hareket ettiği unutulmuş gibidir. Tam tersi söz konusu olan “demokratik devrimde iki taktik”in ayrıştırılmasıdır. Bolşeviklerle menşevikler birbirlerinden ayrılırken biri demokrasiden öteki sosyalizmden yana oldukları için ayrılmadılar. Bir taraftakiler demokrasi mücadelesini proletaryanın sınıf mücadelesiyle kazanmak gerektiğini, ötekiler de proletaryanın burjuvazinin demokrasi mücadelesini desteklemesi gerektiğini savundu. Hala ayrım çizgileri aynıdır; demokrasi
mücadelesini burjuvazinin çeşitli kurumlarına yaptırmak isteyenlerle bu mücadeleyi proletaryaya yaptırmak isteyenler.
Birinciler bunu kastetseler de etmeseler de demokrasi mücadelesini burjuvazinin kazanmasına yani burjuvazinin
hakimiyetini pekiştirmesine hizmet edeceklerdir. İkincilerin yani bolşeviklerin yolundan gidenlerin hedefi ise, proletaryanın demokrasi mücadelesini kazanıp egemen sınıf haline gelmesi ve kendi demokrasisini dayatmasını sağlamaktır.

Paylaş