«Amerika yıkılmadan ölmeyeceğim» diyen Fidel Castro, Trump Beyaz Saray’a yerleşemeden öldü

0

[Aşağıdaki yazı Komünist Köz Gazetesinin Şubat 2017 sayısından alınmıştır.]

Fidel Castro’nun beklenen ölümü ile birlikte bütün dünyada gerek taraftarları gerekse de düşmanlarının bir kısmı ve sağlığında ona hasım olan veya şu ya da bu dozda eleştirel bir bakışla yaklaşan sosyalistler onu hayırla yad etme konusunda anlaştılar.

Kimileri onun Küba’daki Batista diktatörlüğüne karşı gerilla komutanı oluşuna vurgu yapan bir tutumu benimsedi. Kimileri onu ABD’nin yanı başında kuşatma ve ambargolara rağmen direnişini öne çıkarmayı tercih etti. Bazıları Küba’nın eğitim sağlık vb. alanlardaki başarılarına dikkat çekti.

Kuşkusuz Küba’nın bütün olumlu görünümlerine rağmen «demokrasi eksiklerin»nden söz etmeyi ihmal etmeyenler yok değildi; hatta onun «son diktatörlerden biri» olduğunu belirtmeyi tercih edenler de vardı. Bir zamanlar ondan «sosyal emperyalizmin emrinde kızıl gurkaların başı» gibi nitelemelerle bahsedenler arasından bile onun sosyalizme devrime katkılarını hatırlatmaya yeltenenler çıktı. Kuşkusuz Küba devriminin benimsediği gerilla stratejisini önceden olduğu gibi hala savunan ve takip etme iddiasında olanlar da var onlar haklı olarak bir yoldaşlarını kaybetmenin acısı ve onuruyla andılar Castro’yu. Bir vakit aynı çizgide en hızlı gitme iddiasında olup, 21. Yüzyılda artık bu yolu takip etmenin koşulları olmadığına kanaat getirenler de Fidel’in yaşlı bedeninden arta kalan küllerin savrulmasıyla adeta bu çağın kapanmasına engel olan bir gölgeden kurtulmanın ferahlığını hissettiler. Tabii Castro’yu SSCB’ye rağmen bir gerilla hareketine önderlik edip başarıya ulaştıran bir devrimci olarak değil, SSCB’nin barış içinde birlikte yaşama çizgisine uyum sağlayan bir sosyalist olarak anmayı tercih edenler de vardı. Castro, yakın zaman önce “Yakında 90 yaşında olacağım. Yakında ben de diğer önderler gibi gideceğim. Elbette hepimizin zamanı gelecek. Ancak Kübalı komünistlerin idealleri, inançları bu dünya için, insanlık için fayda sağlamaya devam edecek. Bu idealler için savaşmaya devam etmeliyiz.” diye konuşmuştu. 90. yaş gününü kutlayanlar için yazdığı mektubunda ise “Gezegenimizdeki en önemli şey barışı korumak” demişti. Yani son günlerinde 1950’lerde izlediği çizgiden yürümeyi öğütlemedi. Bu çizgiden vazgeçmesi yaşlandığından değildi. Çok önce o yoldan çıkmıştı. Küba devriminin ikinci önemli komutanı Che Guevara ile yollarının ayrılması bundandı. Fidel Castro’nun ölümü vesilesiyle Che’nin Fidel’e yazdığı veda mektubunu yayınlamayı bundan dolayı düşündük. Doğrusu bu veda mektubunun içeriği bir ayrılıktan ziyade bir bağlılık ilanını ifade etse de bu mektup iki yoldaşın yollarının ayrılmasında önemli bir yer tutacaktı.

Che bu mektubu yazarken ve bütün görev rütbe ve mevkilerinden olduğu gibi Küba vatandaşlığından çıktığını da ilan ederken «başka ufuklar beni çağırıyor» demişti. Küba devriminin yaşaması ve başarıya ulaşması ve emperyalizmin yenilgiye uğratılması için başka topraklardaki devrimlerin başarısına ihtiyaç olduğunu idrak etmişti. 60’lı yıllardan itibaren dünya çapında yayılan, «iki, üç, daha fazla Vietnam!» şiarı da onun ağzından çıkmıştı ve bu perspektife işaret ediyordu. Bu bakış açısıyla Che Küba’da başlayan devrime hizmet etmek için başka topraklara gitme niyetindeydi. Aslında bu tutum yeni olmadığı gibi sadece Che Guevara’nın aklına gelen bir fikir değildi. Daha önce Küba devrimci hükümetinin de onayı ve kararıyla Che 1963’te Cezayir’e görevli olarak gitmişti. Orada FLN lideri Bin Bella ile eşgüdüm halinde Batı Sahra bağımsızlık mücadelesinin temellerini atacaktı. Hala Batı Sahra’nın bağımsızlığı için mücadeleyi sürdüren ve 1970’li yılların başında bu ismi alacak olan Polisario gerilla hareketi o zaman onun gayret ve katkılarıyla kurulmuştu. O zaman bu vesileyle yüzü aşkın Batı Sahralı gerilla eğitim için Küba’ya gittiği gibi, yüzlerce Kübalı asker de zırhlı araçlar ve donanımlarla oraya intikal etmişti. Bu konvoy SSCB’nin başka ülkelere verilmemek kaydıyla Küba’ya gönderdiği araç ve gereçlerden oluşuyordu ve Küba yönetimi bu kayıtlara rağmen Kuzey Afrika’daki ulusal kurtuluş mücadelelerine destek verme kararlılığı ile bu inisiyatifi almıştı. Bu esasen Küba devriminin emperyalizme karşı mücadele anlayışıyla uyumlu bir tutumdu.
Ne var ki o sıra SSCB’nin emperyalizm karşısında ikinci paylaşım savaşı öncesinde başlayıp boyutlanarak gelişen «barış içinde birlikte yaşama» stratejisi hüküm sürmekteydi. Bu revizyonist/ oportünist çizgi ise Kübalı devrimcilerin ABD emperyalizmine karşı anti-emperyalist mücadeleleri büyütüp yaygınlaştırma ve Küba devriminin sürekliliğini böylelikle sağlama arayışı ile SSCB ve müttefiklerinin tutumları uyum içinde değildi. Hatta bu Küba devriminden sonra ortaya çıkan bir durum değildi. Nitekim Küba devrimine önderlik eden hareket 1920’de kurulmuş olan ve Komünist Enternasyonal üyesi olduğu gibi tarihi boyunca SBKP çizgisine ve dolayısıyla ikinci paylaşım savaşı sonrası hüküm süren «barış içinde birlikte yaşama» çizgisine sadık kalan Küba Komünist Partisi’ne bağlı değildi.

Hâlen Küba’nın tek siyasal partisi olarak Küba’da iktidarda olan parti ise 1961 yılının Temmuz ayında Castro ve Guevara’nın bağlı oldukları 26 Temmuz Hareketi ile Halkçı Sosyalist Parti adını almış olan eski komünist partisi ve 13 Mart Devrimci Yönetimi adlı örgütler birleşerek Birleşik Devrim Örgütü (ORI)’nü oluşturdular. Mart 1962’de ise bu oluşum Küba Sosyalist Devriminin Birleşik Partisi (PURSC) adını aldı. 3 Ekim 1965’teki kongresinde bu parti Küba Komünist Partisi adını alacaktı. Bu kongre de Che’nin katıldığı son kongredir ve Castro ile yollarının ayrılması «veda mektubu» ile değil, Che’nin gizli kalmasını tercih ettiği bu mektubun kongrede Castro tarafından okunup bütün dünyanın malumu haline gelmesi üzerine olmuştur. Zira Che, ne zaman Küba’da ne zaman başka yerde ve tam olarak nerede olduğu bilinmeksizin uluslararasında hareket etmeyi tasarlamaktaydı. Bu mektubun açık edilmesinin ardında ise daha nahoş bir gerekçe vardı.

Che gerek Tanzanya’ya gidişinde gerekse de daha sonra Cezayir seferinde SSCB’nin ulusal kurtuluş hareketleri karşısında pek olumlu bir katkı sunmadığını fark etmişti. Bunun kuşkusuz en çarpıcı örneği Cezayir ulusal kurtuluş hareketi sırasında görülmüştü.Cezayir Ulusal Kurtuluş Cephesi (FLN) ne SSCB ne de başta Fransa’daki olmak üzere onun çizgisinde olan komünist partileri tarafından desteklenmemişti. FLN’yi açıkça destekleyenlerin başında Tito’nun Komünistler Birliği ve onun hükümetiyle kimi troçkist örgütler olmuştu. O sırada SSCB ile Çin arasında anlaşmazlıklar baş göstermiş olsa da bu Tito iltisakı nedeniyle ÇKP ve AEP de o zaman devrede değildi. Che 1965 yılında Cezayir’deki Afrika-Asya İktisadi Dayanışma Seminerleri organizasyonuna katılmak için gittiğinde 24 Şubat günü bu çerçevede çok yankı yaratan bir konuşma yaptı. Bu ünlü konuşmasında Che, doğrudan doğruya adını anmadan SSCB politikalarını hedef alan sert sözler sarf etti: «Sosyalist devletlerin sömürücü batı ülkeleriyle üstü örtülü işbirliğine son vermek gibi bir ahlaki yükümlülükleri vardır.» diyecek ve «açıkça barış içinde birlikte yaşama» çizgisini eleştiri konusu edecekti. Kuşkusuz bu konuşma bir tarafta, özellikle Güney Amerika’daki muhtelif akımlar arasında coşkuyla karşılanırken, SSCB ve Varşova Paktı ülkelerinde büyük hoşnutsuzluk yarattı. Bu hoşnutsuzluk dalgası daha Guevara Küba’ya dönmeden Havana’ya ulaşmıştı. Küba Komünist Partisi isminin benimseneceği kongreye katıldığında Fidel’in kendisine verdiği veda mektubunu kamuoyuna açtığını görünce öfkelendi. Zira bu tutum SSCB’nin baskıları üzerine Castro’nun «Guevara’nın partimizle ve Küba’yla doğrudan bir ilişkisi yoktur.» anlamına gelen bir diplomatik manevrasıydı. Oysa 1962’deki ünlü «füze krizi» sonrasında Castro da Guevara da Kossygine/Kruşçev ekibinin geri adım atması karşısında eleştirel bir tutum almışlardı 1).

Bu dönüm noktası aynı zamanda Che’nin Küba’dan sahiden ayrılmasına varacak olan sürecin başlangıcı oldu. Kongreden kısa bir süre sonra Che tekrar Kongo’ya gitti ve dönüşünde kısa bir süre Küba’da gizli olarak kaldıktan sonra hayatının sona ereceği Bolivya’da ELN (Ulusal Kurtuluş Ordusu) saflarında savaşmak üzere yola çıkacaktı. Oradaki yaşamı bir yıl sürmedi. ABD emperyalizmi ve bölgenin tüm gerici rejimlerinin desteklediği Barrientos diktatörlüğü karşısında Küba dahil uluslararası hareketin desteğinden mahrum olan ELN saflarında Che son yolculuğuna çıktı. Bu tecrit durumu ELN’nin sonraki evrimine de yön verecekti. ELN 1973 yılında Şili’deki SSCB karşıtı yarı-troçkist MIR (Devrimci Sol Hareket), Dördüncü Enternasyonal Arjantin seksiyonu olan PRT’nin (Devrimci İşçi Partisi) silahlı kolu olan ERP (Devrimci Halk Ordusu) ve Uruguay’daki Tupamaros hareketi ile birlikte JCR (Devrimci Koordinasyon Birliği)’ni oluşturacaktır.

Beri yanda ise Castro önderliğindeki Küba Komünist Partisi ise yoğun ABD ambargosuna karşı direnmesinde belirleyici bir katkısı olan SSCB ile uyumlu bir çizgide karar kılacaktır. Hatta SSCB ile ÇKP arasındaki çatışmanın yükseldiği koşullarda Kübalı militanlar SSCB taraftarı gerilla hareketleri saflarında bazen ÇKP’nin desteklediği başka gerilla hareketlerine karşı da savaşarak yer alacaktı. Berlin duvarının yıkılmasını takiben SSCB’nin de resmen tarihe karışmasıyla birlikte bir başına kalan Küba ve Castro bundan sonra ayakta kalabilmek için bir zamanlar karşı çıktıkları «barış içinde birlikte yaşama» bayrağını devralarak ayakta kalmanın yolunu arayacaktır. Bu bağlamda SSCB’den kalan boşluğu yer yer Chavez’in Venezüella’sı doldururken «Amerika yıkılmadan ölmeyeceğim» deyişiyle hatırlanan Fidel gözlerini yummadan önce Papa’yı ve ardından Obama’yı Küba’da misafir edecektir. Tarihin ironisi; sol liberallerin ve Demokrat Parti’nin «ABD’yi yıkıma götüreceğini» söyledikleri Trump’ın Beyaz Saray’a yerleştiğini göremeden dünyaya veda etti. Trump ile ABD’nin yıkılmayacağı besbelli. Ama Fidel’in açtığı yoldan ve ona vekâleten Küba’nın yönetimini eline alan kardeşi Raul’un nezaretinde Obama zamanında döşenen yolu her şeyden önce bir iş adamı olan Trump’ın kullanacağından şüphe etmemek gerekir.

Hiç kuşkusuz Fidel Castro’nun ardından Küba’nın emperyalist dünya ekonomisi ile bütünleşme yolundaki mesafeleri hızla kat edeceğini tahmin etmek abartılı olmaz. Elbette bu yönelişi Fidel’in ölümüyle ilişkilendirenler de eksik olmayacaktır. Kimileri de Fidel ile Che’nin yollarını ayırmasından beri Küba’nın bu sona yazgılı olduğunu söyleyip Küba devriminin yolunu sürdürmek için Che’nin izinden gitmek gerektiğini söylemeye devam edecektir.

Önce ABD’nin yanı başında Amerikancı Batista diktatörlüğünü alaşağı eden Küba devriminin sonrasında da Che Guevara’nın açtığı yoldan emperyalizme karşı mücadele etme iddiasıyla Güney Amerika’da olduğu gibi dünyanın her köşesinde irili ufaklı pek çok hareket kuruldu. Che’nin «iki, üç, daha fazla Vietnam» şiarının da pekiştirdiği önemli bir uluslararası desteğin de katkısıyla Vietnam kurtuluş hareketi de Kore’nin kaderine de razı olmadan Vietnam’ın topyekûn bağımsızlığını elde etti.

Çin’de halk savaşının ÇKP önderliğinde zafere ulaşmasını takiben Küba’daki gerilla hareketinin başarıya ulaşması dünyanın her yerinde 20. Yüzyılda emperyalizme karşı mücadelenin ve devrimin yolunun değişik versiyonlarıyla gerilla yahut halk savaşı stratejileriyle yürüneceği fikri birkaç kuşak devrimci hareketler için adeta tartışmasız bir doğru olarak kabul edildi. Bu yol adeta reformizme biricik alternatif olarak kabul edildi. Yahut kimileri Castro’ya karşı Guevara’nın yolunun Bolşevizm’in gösterdiği yoldan daha muteber olduğuna kanaat getirdi. Gerillacılıkla parlamentarizm kıskacına alınan dünya sol hareketinin dağarcığından bolşeviklerin ayaklanma stratejisi kazınarak çıkarıldı. Dolayısıyla aynı akımlar durum ve şartlara göre madalyonun bir yüzünden öteki yüzüne doğru kolaylıkla geçer hale geldi. Ama bu gidiş gelişler sırasında bolşeviklerin sınanmış ve Komünist Enternasyonal kuruluş belgelerinde kayda geçmiş ayaklanma stratejisine hiç uğranmadı. Yaşadığımız topraklarda da Mahir Çayan, emperyalizmin muhtelif bunalım dönemlerine göre askeri devrim stratejilerinden hangisinin seçileceğini teorize ederek «politikleşmiş askeri devrim stratejisi» bu topraklardaki devrimcilerin ufkunu büyük ölçüde belirledi. Halen dünyanın en büyük ve en uzun ömürlü gerilla hareketini temsil eden PKK de bu belirlenenler içinden Kürdistan’ın nesnel dinamiklerinin büyük katkısıyla en yüksek seviyelere ulaşan harekettir. Bütün askeri devrim stratejisini benimseyen akımlar gibi «Her savaşın bir barışı vardır.» fikrinin peşinden gitmektedir. Oysa barışı olmayan savaş proletaryanın burjuvaziye karşı sınıf savaşıdır ve bu savaştan galip çıkmanın yolunu herhangi bir gerilla hareketi değil, Komünist Enternasyonal’in kuruluşunu da sağlayan Bolşevik hareket göstermiştir.

Castro ölmeden önce Guevara’nın açtığı yoldan yürüyüp tarihin en uzun ömürlü gerilla hareketi olarak kayda geçen ve adı bile siyasi hedefini yahut dayandığı sosyal güçleri değil, benimsediği stratejiyi hatırlatan Kolombiya’daki FARC (Kolombiya Devrimci Silahlı Kuvvetleri) tarihiyle ters orantılı bir müzakere sürecinin ardından ağır bir teslimiyet anlaşmasına imza atarak kendini tasfiye etti ve bu bonkörlüğünün karşılığında Nobel ödülüne bile layık görülmedi.

Bolşeviklerin devrim stratejisinin yerine «silahlı mücadele» genellemesi altında (sanki Bolşevik ayaklanma stratejisi pasifist bir strateji imiş gibi) bu tarihsel kazanımın üstü örtüldü. Bir başka sonuç olarak da bu askeri devrim stratejilerinin benimsenmesiyle uluslararası planda bütün devrimci hareketlerin halihazırda kurulu bir düzeni olan ordusu ve silah sanayii bulunan belirli «sosyalist devletlere» bağımlı hale gelmesinin yolu döşendi. Küba örneğiyle değilse de (başarısız Domuzlar Körfezi çıkartması bir yana bırakılırsa) Kore ve Vietnam örnekleriyle birlikte emperyalist devletlerin destekleyip donattığı karşı devrim ordularıyla «sosyalist» yahut «ilerici» kabul edilen devletlerin destekleyip donattığı ordular arasındaki savaşların devrim olarak kabul edilmesinin yolu açıldı. Bu da uluslararası planda «iki kutuplu» denen dünyanın güç dengelerinin (sonradan Çin’in bağımsız bir rol üstlenmesiyle bunlardan ayrı üçüncü dünyanın) devreye girmesiyle tamamen uluslararası güç dengelerine ve daha çok diplomatik dengelere tâbi bir seyir, olağan kabul edildi; bu seyir sınıflar mücadelesinin yerini aldı.

Oysa İspanya İç Savaşı örneği ve onu takiben daha az bilinen ve troçkist hareketin ihanetiyle ezilen silahlı maden işçilerinin önderlik ettiği 1953-54 Bolivya devrimi Bolşevizm’in yolunu takip eden bir ayaklanma stratejisinin yirminci yüzyılın ortasına kadar takip edilebilecek bir yol olduğuna tanıklık etmekteydi.

Fidel Castro’nun ölümüyle birlikte dünyada şu ya da bu ölçüde Çin devriminden yahut Küba devriminden veya Vietnam’dan esin ve güç alarak onları takip eden gerillacılık dalgasından etkilenen akımların ezici çoğunluğu öyle ya da böyle madalyonun öteki yüzüne yani parlamentarizm yoluna doğru yol alırken Rojava devrimi (bağrındaki siyasi akımın bu geleneğe bağlı olmasına rağmen) bir kez daha şu ya da bu biçimde bir gerilla hareketinden ziyade ezilen ve sömürülen yığınların silahlı ayaklanmasının yolunu gösterdi.

Bu itibarla Castro’nun aramızdan ayrılması vesilesiyle onu ve Che Guevara’yı anarken aynı zamanda reformizmin devrimci alternatifinin askeri devrim stratejileri değil, bolşeviklerin ayaklanma stratejileri olduğunu hatırlatmak Komünist Enternasyonal kuruluş belgelerinde somutlaşmış Bolşevizm’in mirasına sahip çıkma iddiasındaki komünistlerin ödevidir.

Dipnot

Dipnot
1 1962 yılında Amerikan casus uçakları Küba’da SSCB tarafından yerleştirilmiş olan nükleer başlıklı füze ve füze rampalarını tespit ettiğinde patlak veren bu kriz ABD ve SSCB’yi bir nükleer savaş eşiğine kadar götürmüştü. Bu yıl Nobel ödülü alan Bob Dylan’ın ünlü pasifist şarkısı «A Hard Rain is going to fall (Berbat bir yağmur yağacak)» bu kriz sırasında söylenmişti. Sonuçta o zamanki Papa’nın arabuluculuk yapmasıyla (O sıra Beyaz Saray’ın tek Katolik mukimi Kennedy başkandı.) SSCB füzeleri geri çekmeyi kabul etti. Karşılık olarak da ABD İtalya ve Türkiye’deki nükleer başlıklı füzelerini geri çekecekti.
Paylaş